26 Mayıs 2018 Cumartesi

KARANTİNA


Okuduğum romanlarda bazı kelimeler var ki; araştırılmak için yanıp sönen bir işaret çubuğuna benziyor adeta. Genelde anlamını bilmediğim, ilk defa okuduğum, telaffuzu zor ama kolay unutulmayan kelimeler oluyor bunlar.

Ancak bu defa KARANTİNA kelimesinde takılı kaldım.

Dan Brown imzalı Cehennem kitabında karşıma çıktı. Elbette o ana değin pek çok kereler karşımdaydı; ama ben şimdi ilk defa duymuşçasına nasıl çıktığını araştırmanın peşine düştüm.

Kökeni Latince ‘quadraginta’ sözcüğünden geliyor. İtalyanca ‘quaranta’ yani kırk sözcüğünden türetilerek, ‘quarantena’ olarak kullanılmaya başlandığını söylemek yanlış olmaz.

Kelimeyi önemli kılan ise ortaya çıkma sebebi. Çünkü tarih sayfalarında hayli üzücü olayların akabinde bizlerle buluşmuş.

Şimdi gelin doğal güzellikleri, sanat eserleri ve mimarisi ile dünya mirasları listesinde haklı bir yeri olan Venedik şehrine gidelim.

Adriyatik Denizi'nin kuzey kıyılarındayız.  Çok sayıda ada üzerine kurulmuş bu güzel şehir; Kuzey İtalya'nın doğusuna düşüyor.


Tam bir kanallar şehri.

Milattan sonra 811 yılında barbarlardan kaçan yerli halk tarafından kurulmuş. 
Kurulduğu zamanlardan bugüne; fiziki, siyasi ve ticari açılardan üstün niteliklerini hep korumuş.

Dokuzuncu yüzyıldan on üçüncü yüzyıla kadar; zenginleşerek büyümüş.

Gücü o kadar artmış ki, on beşinci yüzyılda altın çağını yaşamış. Bu nedenle dünya sahnesindeki pek çok güçlü devletin hep işgal etmek istediği bir yer olarak ün salmış.

Özellikle Akdeniz gemi ticaretinin aranılan geçiş noktalarından biri olan Venedik, yıllara etki eden trajik olaylarını işte o dönemlerde yaşamış. Öyle ki bu talihsiz olaylar bir süre sonra çöküşünü hızlandırmış.

Şaşalı dönemlerinde zenginliği ve kültürü ile dillere destan bu şehirde; yaşamın tadını en çok çıkaranlar aristokratlar, dükler ve düşesler olmuş.  Pahalı ve son derece lüks yabancı eşyalara tutku derecesinde bağlı olmaları; özellikle uzak doğu ülkelerinden gelen eşyalara olan talebi fazlasıyla 
artırmış.

Çin’den gelen ticaret gemilerinin ambarlarında kürk ve eşyalarla beraber seyahat eden pire ve sıçanların taşıdığı veba mikrobu her tarafa bulaşmış. Çin’in nüfusunun neredeyse üçte ikisini yok eden bu ölümcül salgın hastalık, Avrupa’ya adımını atar atmaz hızla yayılmış.

İlk durak olan Venedik de bundan nasibini fazlasıyla almış. Öyle ki peş peşe meydana gelen ölümlerle baş etmekte zorlanan işçiler; gömecek toprak bulamayınca, kütük yuvarlar gibi cesetleri denize itmek zorunda kalmışlar. Bazı bölgelerdeki kanallar yoğunluk yüzünden şişmiş cesetlerle dolmuş. Kiliselerde yapılan dualar, yakarışlar salgının gazabını azaltmaya yetmemiş.

Devlet memurları hastalığa Çin’den gelen gemilerdeki sıçanların neden olduğunu anladıklarında ise artık çok geç olmuş. Ama yine de Venedik’e gelen tüm gemilerin yüklerini boşaltmadan önce, kırk gün açıkta demirleyip beklemelerini gerektiren bir kanun çıkartılmış.

O tarihten sonra, şehre gelen tüm gemiler ve yolcular; herhangi bir bulaşıcı hastalık tehlikesine karşı; limanın açığında kırk gün boyunca bekletilip, kontrol edilmiş. Kırk günlük karaya çıkma yasağı sonunda, herhangi bir hastalık belirtisi görülmemişse, limana giriş izni verilmiş.

İşte kırk günlük bu bekleme süresi ‘quarantena–KARANTİNA’ kelimesinin oluşumundaki ilk adım olmuş. Neredeyse tüm dillerde benzer şekillerde kullanılmaya başlanmış.

Ülkeler arasında yaşanan pek çok savaştan daha fazla can kaybına sebep olan büyük veba salgını, dünyanın en büyük felaketi olarak tarih sayfalarındaki yerini alır.

Önce Çin ve Orta Asya’da başlayan ve oradan tüm Avrupa’ya yayılan bu ölümcül hastalık diğer ismiyle ‘Kara Ölüm’; ilk olarak yoksul kesimde görülmüş. Ardından üst tabakadaki zengin kesime bulaşmış.

Nüfusunun yüzde yetmiş beşini kaybeden Venedik ile beraber; Paris, Londra, İskoçya, İskandinavya ülkeleri, Kuzey Afrika ülkeleri, Lübnan, İstanbul, Hatay, Mekke, Yemen başta olmak üzere; genelde dünyanın büyük bir kısmı veba salgınından nasibini almış.

Güzel bir şehir, şaşalı bir yaşam, bitmeyen arzular ve sonrasında dünya genelinde yaşanan büyük bir dram.

Ardında bıraktığı TEK bir KELİME.

KARANTİNA.

Bazen sebepleri tatsız olsa da, bilgi dağarcığımıza damlayan her bir damla, bizi zenginleştiren mücevher parçaları adeta. O nedenle tek bir kelime deyip geçmemeyi seviyorum ben. Okumanın, öğrenmenin ve araştırmanın tadı hep yüreğimizde olsun dileğimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.05.2018






20 Mayıs 2018 Pazar

DAYANIKLILIK SKALASINDA BİR NUMARA


Yaşama kafa tutan, her türlü çetin yaşam şartını alt eden minicik bir canlı.

O kadar küçük ki bedeni, görmek son derece zor.

Neredeyse mikroskobik boyutlarda.

Düşünsenize en büyükleri sadece 1.5 milimetre geliyor. Küçüklerinin boyu 0.1 milimetrenin altında. Yeni doğan bir larva ise sadece 0.05 milimetre.

O minicik bedende iki gözü ve beyni ile yaşam mücadelesi veriyor. Kalpsiz kendileri. 
Akciğerleri de yok. Nefesini bedeni yoluyla alıyor.

Dış görünüşü buruşmuş bir silindire benziyor. Tıknaz bedenine bağlı tombul dört çift pençeli bacak var. Bunlar sayesinde kum tanelerine, bitki yüzeylerine ya da üzerinde yaşayacakları hayvanlara tutunuyor.

Dünyada ilk defa 1773 yılında; Alman zoolog J. A. Ephraim Goeze tarafından keşfedilmiş. O tarihten itibaren bilimsel araştırmaların en dikkat çeken canlısı olmuş.

Bilim insanları tarafından su ayısı, deniz ayısı, yosun hayvancığı olarak anılıyor.

Ancak bilimsel ismi ‘yavaş adım atan’ anlamına gelen TARDİGRAD.

Suyun varlık gösterdiği her yerde yaşama lüksüne sahip.

Hem de ne yaşam!

Aşırı sıcak, aşırı soğuk, donma, kaynama, yüksek basınç ve hatta radyasyon onun için tehlike arz etmiyor. Uzay boşluğunda dahi hayatta kalmayı başarıyor.

Kısacası her şartta yaşama sımsıkı tutunuyor. Çünkü kendisi dünyanın en DAYANIKLI canlısı. Birincilik kürsüsündeki yerini de kimselere kaptırmaya niyeti yok gibi.

Neredeyse on binden fazla farklı türü var.

Çoğunluğu bitki ve mantarlarla besleniyor. Bunlar okyanuslardan, göllere; yapraktaki bir çiğ damlasından nehirlere kadar akla gelen her türlü suda yaşıyor.

Etobur olan az sayıdaki türü ise kanını emecekleri hayvanların üstünde, asalak olarak yaşamını sürdürüyor.

Türler arasında dişiler çoğunlukta. Üremeleri hayli ilginç. Yumurtalarının şekil ise çok güzel. Nemli kalmak adına sahip olduğu bu özel şekiller, çok uçlu yıldızlara ya da gamzeli kürelere benziyor.

Çok ilginç bir başka özelliği daha var. Doğum anında sahip olduğu hücre sayısı hayatı boyunca hiç değişmiyor. Aynı türdeki tüm bireyler aynı sayıda hücreye sahip, yani sabit hücreli. Farklı türlerde ise hücre sayısı değişebiliyor.

Varlık gösterdiği su kaynakları ve besinleri bitince, yaşam faaliyetini geçici olarak durdurma yeteneğine sahip. Tamamen hareketsiz kalıp şartların düzelmesini bekliyor.

Bu bekleme süresi ne kadar mı?

Şimdi sıkı durun. Şartlara bağlı olarak değişmekle beraber; bilim insanları neredeyse YÜZ YILA kadar bekleyebileceklerini söylüyor.

Diğer canlıların dayanamadığı ortamlarda dahi hayata tutunmayı böyle başarıyor. O minicik bedeni ile adeta ölüme meydan okuyor.

Peki bunu nasıl başarıyor?

Şartlar zorlaştığında yarı-ölü evreye ( Cryptobiosis) geçiyor. Bir nevi kış uykusuna yatma gibi.

Bu evrede metabolizma hızı neredeyse sıfırlanıyor. Beden su oranını en alt seviyeye çekiyor. Hal böyle olunca donmaktan, kurumaktan, radyasyondan, çevresel toksinlerden kendini korumuş oluyor. 

Bedenindeki su azaltınca, kıvrılıp yeni bir şekil alıyor. Bu halde sabırla bekliyor. Ta ki şartlar yeniden uygun oluncaya değin.

Dayanıklılık skalasının bir numarası olan bu minicik canlının hayata tutunma becerisi, bizlere çok güzel bir örnek. Bunu anlayan bilim insanları şimdilerde aşılar, spermler, tohumlar üzerinde yoğunlaşarak; dayanıklılıklarını artırma yolunda hızla çalışıyorlar. Bir adım ötesinde gezegenler arası seyahati bile mümkün kılacak yepyeni gelişmelerin olması ise yakındır.

Ne diyelim doğanın gizemleri hala keşfedilmeyi bekliyor. Azimle çalışmanın ve araştırmanın getirileri ise tüm insanlığa müjdeler sunmaya devam edecek. Sağ olsunlar, var olsunlar.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

09.04.2018




12 Mayıs 2018 Cumartesi

GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİL, UNUTMA ! (2/2)



Algımızdan süzülen her düşünce bizi yarına taşıyacak mihenk taşları adeta.

Sadece bir gün içinde aklımızdan geçen yaklaşık 50.000 kadar düşünce ile baş etmemiz o kadar kolay mı peki?

Üstelik bu düşüncelerin %98'i bayatsa yani dün düşündüklerimizin aynısı ise?

Hele hele bir de bu bayat düşüncelerin %80'i olumsuzsa işimiz gerçekten de zor.

Her şey bir dalga etkisi yaratıyor.

Düşündüğümüz, söylediğimiz, yaptığımız, inandığımız, seçtiğimiz ve olduğumuz her şey.

Ya bir şeylere sebep oluyoruz; ya sil baştan yaratıyoruz, ya çağırıyoruz, ya seçiyoruz ya da sabırla bekleyip kendiliğinden olmasına izin veriyoruz.

Gelin tüm bu fikirleri bunu güzel bir animasyon filmi ile kalıcı yapalım.

Sadece 3 dakikalık bu kısa filmin ismi PIPER.

Diyaloğu yok. Karakterlerin yüz ifadeleri ve nüanslı jestleri ise harika düzenlenmiş. Basit öyküsü de bir o kadar güzel.

Başrollerde yeni doğmuş yavruları ile balıkçıl anne kuş HERON ve sevimli minik köpek JOY var.

Köpeğimiz Joy, balık avına çıkan sahibi ile beraber denizdeki teknelerinde ve oldukça mutlu. Birden Heron isimli anne balıkçıl kuş görünür. Teknede balık avlamak için kullanılan solucan dolu kovaya yaklaşan kuş; Joy’un gözlerinin içine baka baka bir solucanı kapar ve uzaklaşır.

İlk olayda şaşkınlığına yenilen Joy, anne kuşun yeniden gelmesi ve bir kurtçuğu daha gagası ile kapması üzerine havlar. Amacı sahibini olaydan haberdar etmektir. Ancak sahibinden sessizliği bozduğu için azar işitir.

Bu işe canı sıkılan Joy artık daha dikkatlidir. Anne balıkçıl yeniden göründüğünde yine havlar. Anne kuşun gelişi, kurtçuk kapma girişimi, minik köpeğin her defasında tekneyi sallayarak ya da havlayarak onu korkutmaya çalışması tekrar eder durur.   Her defasında sahibinden haksız yere azar işitmek ise canını hayli sıkar. Bu nedenle anne kuşa duyduğu öfke giderek artar.

En sonunda anne kuşu uçtuğu son noktaya kadar gözleriyle takip eder. Bir de ne görsün? Gagasında kurtçukla uçan Heron, yuvasında ağızları açık şekilde bekleyen aç yavrularını beslemiyor mu?

İşte o tablo karşısında Joy utanır. Ön yargılarına yenik düştüğü için kendisine kızar. Pişman olur.

Kendisini affettirmek adına hemen kovadaki kurtçuklardan bolca alıp teknenin kenarına koyar ve anneyi beklemeye başlar. Heron tekneye gelir. Kurtçukların tamamını gagasıyla kapar. Yuvasına geri döner. Yavrularını sevinç içinde besler.

Bu güzel tabloyu gören Joy yorgun ama mutludur. Yola devam ettikleri sırada, birden başına atılan bir balıkla kafasını kaldırır. Gagasında bir dolu balıkla anne kuş Heron tam karşısındadır ve hediye olarak avladığı balıkları ona getirmiştir.

Böylece sahibinden kocaman bir aferin alan Joy, deniz keyfine yeniden geri döner. Bu kez içi çok daha rahattır.

Kısa filmimizin öyküsü bu kadar.

Hayatta gün geliyor hepimiz birer Joy oluyoruz değil mi? Bir adım ötesine bakmadan, soluklanmadan; peşin hükümle karar veriyoruz.

Son söz mü?

Hiçbir şey GÖRÜNDÜĞÜ gibi değil. UNUTMA!

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

25.03.2018


GÖRÜNDÜĞÜ GİBİ DEĞİL, UNUTMA ! (1/2)


Hayatta hiçbir şey göründüğü gibi değil.

Zaman zaman unuttuğumuz, ön yargıların düşüncelerimizi ele geçirdiği anlarda; 
maalesef hepimiz gördüğümüzü o haliyle ele alıyor; asıl olanı unutup görüntüde kayboluyoruz.

Kızıyoruz.

Öfkelenip bağırıyoruz.

Ani tepkiler veriyoruz.

Yeri geliyor suçluyoruz.

Küsüyoruz.

Sonradan pişman olacağımız davranışlarda bulunuyoruz.

Oysa o görüntünün ardında kalan gerçek ‘Ben buradayım.’ diye bağırıyor, o anda sağır olan kulaklarımıza.

Peki böylesi fevri davranmamak, daha anlayışlı, daha sakin olmak ve olayların arka planını görebilmek için neler yapmamız gerekiyor?

Gelin beraberce kafa yoralım bir kez daha, bıkmadan usanmadan. Ta ki hepimiz tamamen öğrenene değin.

Öncelikle çocukluğumuzdan itibaren bize öğretilen kalıplaşmış değerlerin üzerinde düşünmemiz gerekiyor. Onları çözmemiz,  üzerimizdeki etkilerinin farkına varıp; gerekirse kırmamız lazım ki daha özgür düşünmemize olanak tanıyalım.

Yargılamaya her an hazır tutumumuzu değiştirmemiz de ikinci adım. Sorunların aynı şekliyle sürekli karşımıza çıkmaya devam etmesini istemiyorsak bu şart. Unutmayalım ki yargıladıkça sorunlar yumağı altında ezilmek an meselesi.

Yargılamadan uzaklaştıkça zihnimiz berraklaşacak. Daha net görüp, farkındalığımızla daha kolay yol alacağız zorlu tepelerde.

Artık FARK etmeyi seçerek, net bakış açımızla gördüğümüz şeyin değerini kavramaya daha yakınız.  Fark ettiklerimizi akılcı sorularla irdelemek ise; bize ne yapmamız gerektiğini daha kolay gösterecek.

Hayatın bize sunduğu her türlü zorluk, bize yeni bir şeyi deneyimlemek adına geliyor önümüze. Artık bunu biliyoruz. Önümüzde iki seçenek var.

Ya sorular ve yargılamalar arasında kaybolacağız. Ya da ona sahip çıkıp vermeye çalıştığı dersi göreceğiz.

Seçim tamamen bize kalmış.

Sözün özü, yaşam kalitemiz kendimizi iyi tanımakla şekilleniyor. Ve inanın bana bunu başkalarından değil ancak kendimizden öğrenebiliriz.

Çocukluktan itibaren edindiğimiz deneyimleri; karşımıza çıkan olaylara verdiğimiz tepkileri; çevremizle kurduğumuz iletişimi net bir bakış açısıyla değerlendirmemiz önemli. Yılların geçip giderken bize ne hediyeler bıraktığını ve sırtımıza hangi yükleri yüklediğini bilirsek; dengemizi daha kolay sağlayacağımız açık. Çünkü değişimin en önemli adımı, sorunun farkına varmak.

Biliyoruz ki değişime açık yanımızla, kabuğumuzun altında yaşamayı isteyen yanımız sürekli çatışmada olacak. Önemli olan o iç çatışma anında KENDİMİZ olarak kalmayı başarmak. Engel olan her ne varsa hepsini arkamızda bırakmak. Ezilmeden, gölge gibi yaşamadan; cesaretle yaşama kafa tutmak. Böyle diyor konunun uzmanları.

Yenilikler ruhumuza iyi gelecek elbette, ancak bunu yaparken ve değişimin sihrine kapılırken; geride bıraktıklarımızı yakıp yıkmaktan, değişim uğruna onları kurban etmekten kaçmamız öyle önemli ki. Yani yeri geldiğinde vefayı da korumalıyız. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

25.03.2018

7 Mayıs 2018 Pazartesi

BAŞKALARINDA KALMAK


‘’ Yollar yokuş yoruluyor insan, harala gürele hiç fark etmeden. Bambaşka yerlere gidiyorken, kalktım sana geldim.’’
diyen Bülent Ortaçgil gibiyiz çoğumuz.

Aşkın, sevginin, dostluğun özlemini çektiğimiz; başımızı yaslayacak güven dolu bir omuz aradığımız zamanlarda özellikle; kalkıp gidiyoruz.

Yüreğimizi hafifletmek, sırtımızdaki ağırlığı azaltmak, dertlerimizi paylaşmak, hayatımıza renk katabilmek adına son bir çabayla.

Gidiyoruz ve kalıyoruz.

Yüreğimizi kanatacaklarını bile bile kalıyoruz hem de.

Yerimiz rahat olmadığı halde bir türlü bırakıp gidemiyoruz.

Gün geliyor terk ediliyoruz da yine orada, o kalpte kalmaya devam ediyoruz.

Peki neden?

Bakın eserleri ve düşünceleri ile dünya çapında geniş yankı uyandıran; Lübnan doğumlu şair, aynı zamanda ressam olan Halil Cibran ne der?

"Geldim korkma aç kapıyı.

Sende kalmaya değil, BENİ ALMAYA geldim."

Nasıl derin. Nasıl manidar öyle değil mi?

Birilerinde kalan parçalarımızı toplamak adına geri dönmeyi, kapılarını çalacak cesareti göstermeyi anlatıyor.

Biliyoruz ki zor. Çok zor.

Peki aramızda yapabilenler var mı?

Elbette var. Değişimin gücüne inanan, ondan korkmayan kişiler cesaretle geri dönmeyi biliyorlar.

Değişimden korkanlar ise kendi kalın kabukları ardında, yaralı bir halde yaşamaya çalışıyor.

Oysaki Karen White, ‘Hasat Mevsimi’ isimli romanında değişimi öyle güzel anlatmış ki.

‘’Değişim, ardımızda bıraktıklarımızdan fazlasıdır. Değişim bir araya getirmektir. Yeniliğin ve olasılıkların hasadıdır.’’

Bırakın değişimi kucaklamayı, bizler yeri geliyor hatırlamaktan bile çekiniyoruz yaşamdaki engebeli çakıl taşlarını. O yokuşlu yollarda öyle hırpalanıyoruz ki, yaşamın avuçlarımıza bıraktığı armağanı yok sayıyoruz.  

Her bir parçası bizi BİZ yapan inci tanelerini savrukça harcıyor; başka kalplerde bırakıyoruz. Oysa değişmek için onları toplayıp, bir araya getirmek gerek.

Biliyor musunuz bu nadide taşları başka kalplerde bırakmak, kendimize yapacağımız en büyük kötülük aslında.

Biz onlarla bir bütünüz. İsteklerimiz, hayallerimiz, duygularımız, düşüncelerimiz, çektiklerimiz, çilelerimiz, acılarımız, sevinçlerimiz, pür neşe hallerimiz; hepsi ama hepsi bizi biz yapan değerlerimiz. Ve onlar için hiç kimseye hesap vermek zorunda değiliz.

İnanın bana; böylesi zamanlarda yalnız kalmak, kendimizle olmak en iyi yol.
Tek bir şartla. Kendi kendimize kalmayı asla yalnızlık hissetmemek gerek.

Tıpkı sinema tarihinin önemli Rus yönetmenlerinden biri olan Andrey Tarkovski’nin dediği gibi;

‘Kendinizi kendinizle zaman geçirmeyi yalnızlık sanmayacağınız şekilde yetiştirin.’

Sanırım ben bunu başaranlardanım. Kendime ayırdığım her bir mini zaman parçası benim için çok kıymetli. Yalnız olmak benim için üretmek demek. Yalnız olmak bilgi dağarcığımı yepyeni bilgilerle renklendirmek ve yaşama başka gözlerle bakmak demek.

Hayatta önemli olan zafer kazanmak, başkalarını alt etmek değil ki. Gün gelir zafer kazanmak son darbeyi vurmak gibi görünür. Ama hiçbir şey göründüğü gibi değil. Aradan geçen süre kazanılmış gibi görünen zaferlerin, aslında bir yenilginin başlangıcı olduğunun göstergesi de olabilir; unutmayalım.

Evet hepimiz hayatla savaş halindeyiz. Ama esas kazananlar o savaşın içinde kaybolanlar değil; amacını koruyup kollayanlar. Ayakları üzerinde sapasağlam duranlar.

Şair ve yazar Onat Kutlar ile yazımızı yine de umutla bitirme vaktidir şimdi.

"Ama hep biliyoruz. Bahar mutlaka gelecek ve hep birlikte duyacağız yapraklı dalların sesini."

İşte ben buna inanıyorum. Hissedeceğiz hep birlikte o umut çiçeklerinin mis gibi kokusunu. Parçalarımızı tek tek toparladıktan sonra…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

18.03.2018


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...