29 Ocak 2018 Pazartesi

KIRIK CAM TEORİSİnden DEĞERSİZLİK HİSSİne

Belleğimizde yaratılan algılar yeri geliyor bize öyle şeyler yaptırıyor ki… 

Normalde asla yapmayı düşünmediğimiz davranışları; değersizlik hissini gördüğümüz noktalarda uygulamakta bir sakınca görmüyoruz.

Nasıl mı? Cevabı satır aralarında hepimizi kucaklayacak.

Karşımızda yine felsefik bir teori var.

İsmi Kırık Cam Teorisi.

Amerikalı ünlü suç psikoloğu Profesör Philip Zimbardo tarafından 1969 yılında yapılan bir deney sonucunda geliştirilmiş. Yaptığı sıra dışı deneyler ve bulduğu teorilerle dünya çapında yankı uyandıran Zimbardo’nun, aynı ismi taşıyan deneyi; 

New York’da özel olarak seçilmiş iki farklı bölgede geçer.

Bölgelerden bir tanesi olan Bronx, New York eyaletinin kuzeydoğusundadır. Burada ciddi bir yoksulluk vardır. Üstelik suç oranı hayli yüksektir.

Diğer bölge olan Palo Alto ise, Kaliforniya eyaletinin Santa Clara bölgesindedir. Daha yüksek yaşam standartlarına sahiptir.

Bu iki birbirine tezat bölgeye neredeyse 10 senelik birer araba bırakılır.

Araçların plakası yoktur. Üstelik kaputları da hafif aralıktır.

Baştan sona gizli kamerayla izlenen deney bir hafta sürer.

Bronx'taki araba tam üç gün boyunca yağmalanır. Palo Alto’dakine ise tam bir hafta süresince hiç kimse dokunmaz.

Durumu izleyen profesör iki öğrencisi ile Palo Alto’ya gider. Arabanın kelebek camını elindeki çekiçle kırar. Tam o anda çevrede bulunup olayı görenler, hiç tereddüt etmeden onlara katılır. Dakikalar içinde sağlam arabada kırılmadık yer kalmaz.

Zimbardo bu deneyi ile aslında hedefine ulaşır. Tam da varsaydığı gibi; İzin verilen İLK hareketin ne denli önemli olduğunu, bir eşyada yaratılan DEĞERSİZLİK HİSSİnin insanları sorgusuz sualsiz, kötü davranmaya yönelttiğini göstermiş olur.

Aslında şiddet ve vandalizmin ayak sesleridir bunlar.

Kontrol edilemez hale gelmesi, insanların yapılan kötülüğü onaylaması ve hatta bizzat katılması hepimizi düşündürmeli bence. İyi eğitimli, rahat yaşayan insanların dahi yoldan çıkıyor olması; içimizdeki kötü eğilimlerin vahametini gösteriyor bir yandan da. Öyle değil mi?

Bilgisizlikten, en çok da sadece zevk adına; sanat eserlerine, hepimize ait ortak mallara büyük zararlar vermek, kırmak, yakmak, yıkmak buram buram şiddet kokar. Bulaşıcı bir hastalık gibi çevredeki diğer insanlara da bulaşır.

Sonuçta toplumun genelini etkiler. Bu nedenle önemsenmeli. Hepimiz tarafından umursanmalı. Gerekirse mani olunmalı. Üstü kapalı Vandalizm deyip geçmemeli diye düşünüyorum.

Tıpkı araba deneyine benzer bir deney, bu sefer New York’da belirlenen bazı binaların pencere camlarında yapılır. Tüm camları sağlam olan binanın pencerelerine kimse dokunmazken; sadece tek bir camı kırık binaların pencereleri adeta hedef tahtası haline gelir. Tek bir kırık cam; peşinden yüzlerce camın kırılmasına sebep olur.  

Buradan anladığımız gibi; yaşanan ufak tefek aksaklıkların göz ardı edilmemesi, hatta anında çözüme kavuşması; doğacak büyük problemlere mani olmada en önemli etken. Çünkü suç suçu, kaos kaosu tetikliyor.

Elbette önemli olan o ayak seslerini hiç duymamak olmalı. Tek bir hamleye, tek bir kötü davranışa ya da olguya izin vermek; ardından pek çok kötü eyleme zemin hazırlıyor çünkü.

O halde hepimize düşen en önemli görev, değersizlik hissi yaratacak ortamların oluşmasına elimizden geldiğince engel olmak.  Bizi aşan noktalarda gerekli yerlere uyarılarda bulunmak. Bencillik yapıp görmezden gelmemek.

Ben hemen her konuda olduğu gibi; bu konuda da kötümser değilim. Tıpkı dünya edebiyatının klasik isimlerinden, Rus yazar Leo Tolstoy gibi düşünüyorum.

Tolstoy, dünyada kötü insan olmadığını; hatalı davranışlarımızın kötü doğamızdan değil de; kalbimiz ve zihnimizden gelen kötü alışkanlıklardan kaynaklandığını savunur. Akıl ve sevginin ışığında alışkanlık edinmemizi öğütler. 

Ve şöyle der; 

‘’Hayat bir nimettir. Kötülük yoktur. Yalnızca bizim kişisel ve genel hatalarımız vardır ve onları düzelttiğimiz sürece mutlu olabiliriz.’’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

29.11.2017




22 Ocak 2018 Pazartesi

DENİZ TARAĞININ MUCİZESİ

İnceliği, esnekliği, yumuşaklığı ve parlaklığı ile duyu organlarımızın gönlünü okşayan 
İPEK; anavatanı Çin'den tüm dünyaya yayılmış. Bu incecik ama sağlam ürünün; minicik bir ipek böceğinin yaşam döngüsündeki kozalardan elde edildiğini hepimiz biliyoruz.

Peki, her bir teli saç telinin üçte biri kadar ince olan, bu nedenle ancak büyüteç altında cımbızla ayrılarak elle işlenen ve dokuması güneşe tutulduğunda altın gibi parlayan ipeğe ne dersiniz?

Evet, böylesi bir ipek türü daha var doğada. Üstelik deniz tarağından elde ediliyor. Ve dünyada en çok aranan ürünler arasında ilk sıralarda yer alıyor.

Gelin şimdi İtalya’nın Sardunya adası yönünde, masmavi denizlere açılalım ve deniz ipeğinin var oluş hikayesi ile yaşama gülümseyelim.

Binlerce yıl kralların, kraliçelerin kaftanlarını süslemiş bu değerli ipeği elde etmek oldukça zahmetli. Denizin derinliklerinde aramak, bulmak, ustaca çıkarmak, işlemek, boyamak ve nihayetinde dokumak için adeta zamana karşı yarışmanız gerekiyor. 

Üstelik bu işe gönlünü veren, deniz ipeğini usta parmakları ile dokuyan TEK bir kişi var dünyada.

İsmi Chiara Vigo.

62 yaşında bir kadın.

İtalya’nın Sardunya adasında yaşıyor.

Ailesinin geçmişinden edindiği değerli bilgileri adım adım uygulamayı çok seviyor. Deniz ipeğine ömrünü vermesi de bunun en güzel kanıtı zaten.

Her yıl bahar ayı geldiğinde; Deniz Güvenlik ekipleri eşliğinde Sant'Antioco adası kıyılarına gidiyor. Bu küçük ada; pembemsi köy binalarıyla; Sardunya adasının batısında yer alan; şirin bir balıkçı kasabası.

Duasını okuyup denize dalan Vigo’nun deniz ipeği serüveni, tam 15 metre derinlikteki mağaralara ulaşması ile başlıyor. Bu mağaralar anne tarafındaki kadınlar tarafından 24 kuşak boyunca gizli tutulmuş. Kimsenin bilmediği oldukça özel alanlar.

Orada bir Akdeniz midye türü olan deniz tarağının kabuğundan çıkan ince püskülleri buluyor. Yanın da taşıdığı bıçağı ile dikkatlice kazıyarak yüzeye çıkarıyor. Ve bu işi defalarca tekrarlıyor. Çünkü sadece 30 gram deniz ipeği elde etmek için tam 100 kez denizin derinliklerine dalmak gerekiyor.

Peki deniz ipeği nasıl oluşuyor dersiniz?

Deniz tarağı bir sıvı salgılıyor. Denizin tuzlu suyu ile birleşen bu sıvı katılaşıyor. Keratine dönüşüyor. Ve işte karşımızda deniz ipeği.

Denizden itina ile çıkarılan deniz ipeğinin işlenmeden önce güzelce temizlenmesi ilk öncelik. Bu amaçla üç saatte bir tazelenen suda 25 gün  bekletiliyor.

Tuzdan arındıktan sonra kurutuluyor.

Üzerine yapışan diğer kalıntıları yok etmek için özel bir fırçayla fırçalanıyor.

Ardından sıra en zor aşamaya geliyor. Büyüteç altında cımbızla tek tek ayrılan püsküller bir iğde yardımı ile eğriliyor.

İplik haline gelince kavanozdaki bir sıvının içine batırılıyor. Limon, türlü baharat ve yosunlardan oluşan bu sıvıda; saniyeler içinde elastik bir hal alıyor. Güneş ışığına tutulduğunda altın gibi parlamasına işte bu kür sebep oluyor.

Son olarak; eğer istenirse meyve, çiçek ve deniz kabuklarından elde edilen doğal boylarla boyanıyor.

Tüm bu bilgiler 1000 yıldır kuşaktan kuşağa aktarılmış. Son temsilcisi Vigo, deniz ipeği toplamayı, eğirip boyamayı ve dokumayı çok seviyor. Yaptığı desenler güneşe tutulduğunda altın gibi parlıyor.

Geçmişi 5000 yıl öncesine dayanan deniz ipeğine eski yazıtlarda rastlanmış ilk önce. Mezopotamyalı kadınların yaptığı dokumalar ve el işleri; İsrail’den Mısır’a, firavunlardan din adamlarına kadar pek çok ünlünün giysilerini süslemiş yıllarca.

Yıllar içinde anneden kızlarına devredilen bu güzel sır günümüze eksiksiz ulaşmış. 200 yıllık dokuma tezgahının başında çalışmaktan zevk alan Vigo için anneannesinden öğrendiği bu sırlar son derece kıymetli.

Bunların başında da denize ettikleri yemin geliyor.

Bu yemin, yaptıkları sanat eseri değerindeki ürünlerin parayla alınıp satılmaması üzerine. Sadece hediye etme şansları var. Kendi evinde dahi bir tek eserini bulundurmayan Vigo’nun eserleri;  Paris Louvre Müzesi'nde, Londra British Müzesinde ve Vatikan'da da sergileniyor.

Kendisi eşi ile sade bir yaşam sürüyor. Emeklilik maaşı ve yapılan bağışlarla geçiniyor. Gün geliyor eserlerini yeni evli çiftlere, yeni doğan bebeklere hediye ediyor. Gün geliyor Danimarka Kraliçe’sine ya da Papa’ya sunuyor.

Bu zahmetli uğraşta; sadece yarım metrelik deniz ipeği kumaşı elde etmek için Vigo’nun tam altı yıl uğraşması gerekiyor. Ağırlığı sadece 2 gram olan, tüyden bile hafif bu dokumalarda; ailesinden öğrendiği 140 farklı deseni kullanıyor.

Küçük yaşından itibaren kızı Maddalena'yı bu sanata ikna etmeye uğraşmış. Boyaların formülü dışında bu sanatın tüm detaylarını ve inceliklerini öğretmiş. Ancak kızının bu işe yeterince gönüllü olmadığı gerçeği ile yüz yüze olması onu biraz üzüyor.

Üstelik dünya genelinde verdiği hediyeler dışında, eserlerini barındıran ve Sant'Antioco adasında yer alan, dünyanın TEK deniz ipeği müzesi kapanma tehlikesi ile karşı karşıya.

Gün gelip unutulacak olsa da; tarihte bir zamana böylesi bir sanatın son temsilcisi olarak imza atmak; onun için büyük gurur. Ama UMUT hayatın her alanında olduğu gibi burada da iş başında ve ışıltısını bu sanatın son temsilcisi Chiara Vigo’nun üzerinden ayırmıyor. Ne diyelim elleri dert görmesin.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

04.10.2017





14 Ocak 2018 Pazar

KALABALIĞIN CÜRETİ (2/2)

Her şey bunlarla da sınırlı kalmaz.

Cinsel tacizler baş gösterir. Giysilerini parçalayarak onu çırılçıplak soyarlar. 
Savunmasız bedeninde her türlü arzularını uygulama yoluna girerler.

Kalabalığın cüreti artık karşı konulmaz hale gelmiştir.

Eline bıçak alan bir izleyen Marina’nın bedenini çizmeye, yaralamaya başlar. 

Boynundaki kanı emenler bile çıkar o kalabalık arasından. Hareketsiz halinden yararlanarak onu salonun değişik yerlerine taşır ve tacizlerine devam ederler. Hatta içlerinden bir kişi masa üzerine yatırıp tecavüz etmeye bile kalkışır.

Bu kendinden geçmiş, içlerindeki kötüyle iyice coşmuş kalabalık arasından birkaç duyarlı kişinin çabasıyla tecavüz önlenir önlenmesine; ama yapılanlar son bulmaz.

Yaşayacaklarını tahmin bile edemeyen; ancak son kalan gücüyle performansını bir an önce tamamlamak isteyen Marina gözyaşları içindedir. Gördüğü, yaşadığı vahşet ve barbarlık ruhunu yaralamıştır.

Sonunda ne mi olur?

Kalabalık arasından bir kadın çıkar. Marina’nın gözyaşlarını siler. Ona sıkıca sarılır. 

Hemen ardından o cesaretsiz iyi grup; Marina’yı aralarına alır. Kıyafetlerinden kalanlarla bedenini örter. Kanayan yaralarını siler.

Artık altı saat dolmuş ve gösteri bitmiştir.

Marina’nın tekrar hareket etmeye başlamasıyla beraber ona kötülük yapanlar çil yavrusu gibi dağılır. Bir an bile düşünmeden kötülük yaptıkları bir insanla yüzleşme gerçeği onları neredeyse şoka sokmuştur.

Burada paylaştığım bir performans gösterisi aslında. Ancak o altı saat içinde yaşananlar ve yaşatılanlar hepimizi ilgilendiriyor. 

Kötülüklerinden beslenenlerin o hiç dinmeyen barbarlığı cesaretlerini körüklerken; ne yazık ki içlerindeki iyi pırıltıları göstermekte geç kalan cesaretsiz iyiler, geri planda kalmayı yeğliyor.

Üstelik insanlar tek başlarına cesaret edemedikleri davranışları bir aradayken sorgusuzca yapabiliyorlar. Kalabalığın içindeyken kötülüğe cüret etmek daha bir kolaylaşıyor.

Peki neden?

İşte bu soruya doğrudan verilecek bir cevap bulmak hayli zor. Yine de öz disiplinle çok alakalı olduğunu düşünüyorum. Evet hepimizde hem iyi hem de kötü duygular var. Evet sırasında içimizde savaş halinde olduklarını da biliyoruz. Ancak içimizdeki iyi tınıları besleyip, kötü tınılardan olabildiğince uzak kalmamız için öz disiplinimizi kuvvetlendirmemiz şart.


“Bir gram iyilik, bir ton zekadan daha değerlidir.” demiş Şili doğumlu ünlü aktör, besteci, çizgi roman yazarı, prodüktör, psikoterapist ve yönetmen Alejandro Jodorowsky.

İçimizdeki iyiliği kalp sesimizle, sevgimizle desteklerken; öyle bir yol almalıyız ki; şartlar çok müsait olsa da, kötülük bize adeta göz kırpsa ve bizi kandırmaya çalışsa da ondan ayrılmayalım. İşte o zaman toplum içindeki saygınlığımız ve manevi anlamdaki üstünlüğümüz artacak. Yaşam kalitesi ve zarafeti belirecek.

Asil davranışlar arttıkça, kendimize olan saygımız artacak. Kendimizi ruhen çok daha iyi hissederken; kötü davranış ve duygulardan uzaklaşacağız. Çıkar gözetmek aklımıza dahi gelmeyecek. İyilik ve yardımseverlik dürtümüz bilenecek. Işıltısı diğer insanların da bir an durup düşünmelerine ve hatta kötü eylemlerden uzaklaşmalarına sebep olacak.

Ve gün gelecek dengesiz, kararsız, bencil ve değişken ruh haline sahip insanların sayısı azalacak. Çıkan bir kargaşaya, kavgaya ya da kaosa ahenkle dokunabildiğimiz günler artacak. İyilikler çoğalırken, kötülükler titrek bir mum ışığından öteye gitmeyecek. Kalabalığın cüreti artık sadece İYİLİK için olacak.

Tıpkı Bethoven’in dediği gibi ‘’Üstünlüğün bildiğimiz tek simgesi iyilik olacak.’’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

17.11. 2017



KALABALIĞIN CÜRETİ (1/2)

İnsanoğlu ne yazık ki tek başına yapmaya cesaret edemediği davranışları, kalabalığın içinde kolayca yapıyor.

Neden?

Kendisini yalnız hissetmediği için mi acaba?

Yoksa öteki kişilerden destek alması mı, cesaretsizliğini bir anda cesarete hatta cürete dönüştürüyor dersiniz?

İnsanların yaydığı titreşimlerin; olumlu ya da olumsuz; her iki şekilde de çevresindeki diğer insanları etkilediği gerçeğini biliyoruz. Buradan hareketle, kalabalığın gücünün ve cüretinin kötü kullanıldığında; nelere yol açabileceğini düşünmek bile istemiyor insan.

Bundan tam 38 yıl önce yapılan bir performans bunun en güzel örneği. Paylaştıklarımı okurken içiniz yer yer acıyacak biliyorum. Çünkü ben yazarken hayli zorlandım.

İşte kalabalığın cüreti.

İşte iyi ve kötünün savaşı.

Bu deneye imza atan kişi cesur bir Sırplı kadın.

İsmi Marina Abramović.

Vücut sanatı akımının önemli bir temsilcisi. Performanstaki ruhani açılımların önemli olduğunu savunuyor her defasında. Öyle ki dünya genelindeki performanslarıyla, fiziksel ve zihinsel potansiyelin sınırlarını zorlamış her defasında.

En önemli özelliği performanslarına seyircileri katması. Bu amaçla çoğu çalışmasında interaktif olmayı tercih ediyor.

Burada paylaşacağım performansının ismi Rhythm 0.

Gösteri sanatları tarihinin en ses getiren ve bir o kadar da acımasız olan deneyimi.
Deneyi yaptığında 33 yaşında olan Marina’nın bu gösteride yapması gereken tek şey; tam altı saat boyunca hareket etmeden durmasıdır. Genel olarak gösteri sadece bu kadar basittir. Ama bir o kadar da zor.

Neden mi? O altı saat boyunca neler olacağını önceden kestirmek hiç de kolay değildir de ondan.

Gösteri alanında ayakta ve hiç hareketsiz duran Marina’nın yanında bir masa vardır. Üzerinde de çeşitli objeler. Gösteriyi izleyenler masadaki farklı objeleri seçme hakkına sahiptir. İsterlerse sanatçıya gül uzatabilirler. İsterlerse dokunabilirler. Hatta eğer isterlerse kesici ve hatta öldürücü aletleri kullanabilirler.

Tek yapmaları gereken interaktif bir şekilde performansa katılmaktır. Elbette içlerindeki sese kulak vererek.  

Yaşayan bir sanat eseri olmayı hedefleyen Marina, tamamen hareketsiz gösterisine başlar. İlk saatlerde orada bulunanlar sanatçıya son derece kibar yaklaşırlar. Elini sıkanlar, tebrik edenler, saçına nazikçe dokunanlar, eline gül vermeye çalışanlardır onlar.

Ancak sonraki saatlerde; kalabalık arasından bir kişinin Marina’nın yüzüne attığı sert bir tokatla olayın seyri değişir. Yediği tokata hiç sessiz ve hatta tepkisiz kaldığını görenlerin bir kısmı; daha hızlı vurmaya, masadaki silahla tehdit etmeye, silahı eline zorla tutuşturup namlusunu boynuna çevirmeye başlar. Bundan cesaret alanlar şiddet gösterisinin dozunu artırır. Marina’nın her ne yapılırsa yapılsın sessiz kalması cesaretlerini adeta körükler.

Maalesef artık kalabalığın cüreti başlamıştır. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.11.2017


7 Ocak 2018 Pazar

HEPİMİZ MUTLU OLMAK ZORUNDAYIZ!

‘’Hepimiz MUTLU olmak zorundayız.’’

Evet yanlış okumadınız. Zorundayız. Bu sefer ki yazı başlığım tam bir emir kipi içeriyor.

Neden mi?

Gelin cevabı; izlediğimde beni hayli etkileyen ‘Mutluluğu Arayan Adam’ filminin kahramanı; Hector versin.

‘’Çünkü hepimizin mutlu olma kapasitesi var. İşte bize düşen o kapasiteyi tam verimi ile çalıştırmak. Yorulmaya fırsat kalmadan.’’ 

Peki bunu nasıl yapacağız?

Zorluklarla mücadele ederken, giderek artan yoklukla baş etmeye çalışırken, sevgisizlik yerini şiddete bırakırken; nasıl mutlu olmak zorunda olabiliriz ki?

Aslında kolay bir felsefe yöntemi var bunun için. Bizlere YOKLUKLARDAN MUTLULUK YARATMANIN yollarını gösteriyor.

İsmi ise HYGGE FELSEFESİ.

İskandinav ülkeleri için adeta bir YAŞAM BİÇİMİ.

Öylesine içlerine sindirmişler ki hayati bir kavram olarak dünyalarına katmışlar.
Şimdilerde tüm dünyada ses getiriyor bu kavram. Konu ile ilgili kitaplar yok satıyor. 

Bu felsefeye uygun sohbet alanları, kafeler, barlar, oteller yapılıyor. Hatta bazı üniversiteler öğrencilerine bu kavramı öğreten derslere başlamış.

Hygge Felsefesi, uzun zamandır dünyanın en mutlu ülkesi olarak seçilen Danimarka’da ortaya çıkmış.

Bulundukları konum, yaşadıkları coğrafik şartlar, zorlayıcı mevsimler ve hayat şartları; yılar içinde onları öyle zorlamış ki; sonuçta buldukları bu basit yöntemle mutluluk sıralamasında zirveye ulaşmışlar. Bu kavramı o kadar benimsemişler ki, hayatlarının her anına katmışlar.

Kelimenin tam bir karşılığı yok. Olumsuzlardan uzaklaşıp; ruhu sakinleştirmek ve küçük mutluluklardan keyif almaya çalışmak aslında. Belirli katı kuralları da yok. Herkese göre değişiyor. Yeter ki bizi nelerin mutlu ettiğini bilelim. Onları yaratmak ve hatta korumak adına özen gösterelim.

Hani ruhumuz dinginlik salıncağında aheste aheste salınırken; göz bebeklerimizin güldüğü, içimizin ısındığı ANLAR vardır. Kısacık süren ama, bizi var olan sorunlarımızdan uzaklaştıracak kadar güçlü olan ANLAR.

Her türlü zorluğun ötesine geçmemizi sağlayan MUTLULUK anlarıdır onlar. Hepimizin yakalayabileceği kadar kolay olmasına karşın, ne yazık ki çoğumuz sadece seyrederiz. Başaramayacağımıza inancımız o denli yüksektir ki denemeyiz bile. Kötü zamanların içinde gizlenen minicik pırıltıları fark etmeyiz. Çünkü yaşanan zorlukları hemen kabullenip, üzüntünün kıskacına kendimizi koy vermek kolayımıza gider.

Böyle zamanlarda hemen hatırlayalım istiyorum bu kavramı. Elimizdeki her ne ise, eğer imkan varsa bırakıp, bizi gülümseten bir güzelliğe adım atmak yetecek o anı yakalamak için. Ortamı bırakamıyor, bizi zorlayan olaydan kaçamıyorsak işimiz kolay değil farkındayım. Ama istersek mutlaka kendimizce bir çözüm bulabiliriz diye düşünüyorum.

Yazımın başlığını hatırlayalım mı?

Mutlu olmak zorundayız. Bu kadar.

Bu felsefede bazı ipuçları da var istersek uygulayabileceğimiz.

Ruhumuzu sakinleştirecek ortamlar yaratmak ilk önceliğimiz. Anı yakalamak için farkında olmak da. Ardından minicik keyifli adımlar atmaya başlayabiliriz. Ruhumuz yavaşça dinginliğe vardığında; şükretmenin gücüyle elimizdekileri daha çok sevmenin tadına varabiliriz. Attığımız aceleci adımları yavaşlatarak akışta kalmaya özen göstermek elbette çok önemli. Ahenkle yaşamı koklarken, PAYLAŞMAnın enginliğinde kulaç atmak, hayatın içinde güvenle yol aldığımızı düşünürken kocaman GÜLÜMSEMEK. İşte mutluluğumuz katmerlendi.

Sadelik içindeki naif bir yaşam ortamı ve yapacağımız basit şeylerle yorulmaya gerek kalmadan mutlu olmak elimizde olmalı. Haksız mıyım?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.11.2017





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...