25 Aralık 2018 Salı

YAŞAM BİR FIRSAT


‘’Yaşam bir fırsattır. İyiye veya kötüye kullanabilirsin veya boşa harcayabilirsin. Bu sana bağlı. Senin dışında kimse bundan sorumlu tutulamaz. Sorumluluk sana aittir.’’ diyor Hindistanlı mistik guru Osho.

Tam da kocaman bir seneyi bitirdiğimiz şu günlerde; yine, yeniden bunun üzerine düşüncelerimizi yoğunlaştıralım istiyorum. Yeni senenin heybesindeki mucizelere daha çok dokunmak, elimize alıp etrafımıza dağıtmak ve hep beraber mutlu olmak için.

Yaşam gerçekten de bir fırsat. Üstelik ne süresi belli, ne yaşatacağı sürprizleri…
Tam bir bilinmeyenler yumağı. Ama elimizde.

Bu senenin ki tükenmek üzere. Yeni seneyi kucaklamaya ise az kaldı.

Oysa bizler ne yapıyoruz?

Yaşam fırsatı tam da gözümüzün önündeyken; insanlara, olaylara, geçmişe, kurallara, hatta sevdiklerimize kilitlemişiz kendimizi. Önceliğimizde hep onlar var.

Peki biz sıranın neresindeyiz?

Maalesef en sonunda.

Bunun farkına vardığımızda ise, boşa geçen yıllarımızın hesabıyla karşılaşıyoruz.

Sonrasında ne mi yapıyoruz? Bu yüklü hesabı başkalarına ödetmeye bayılıyoruz.

Yapabileceğimizin en iyisini yaparken; başkalarının onayını, beğenip beğenmediklerini değil; kendimizin aldığı hazzı dikkate alabilsek keşke.
Yarışacak yegane kişi kendimiz olsak.

Sonra da zaman yarışındaki koşumuzda biraz dingin sulara yelken açıp, yaşamın güzel yanlarını görebilsek. Mucizelerin hissiyle tebessüm edebilsek.

Kendimizi tutsak ettiğimiz bir dünyada bunun farkında olan kaç kişiyiz dersiniz?

Hadi gelin beraberce bu sayıyı artıralım. Mutlu olmaya karar verip, yaşam fırsatına dört elle sarılalım. Minicik dokunuşlardaki mutlu anları içimize sindirirken; dünyanın her neresinde olursak olalım; güzelliklerin yanımızda ve kalbimizdeki sevgide olduğunu da unutmayalım derim ben.

İşte o zaman her adım bir mucize olacak bizlere.

Nasıl mı?

Her anın içinde, olayların gerçeğinde, yaşantının özünde öyle güzel mucizeler var ki. Bitmiyor onlar. Aksine bizler fark ettikçe çoğalıyor. Hiç aklımızda yokken, beklemediğimiz anlarda da var. Çok istediğimiz, üzerinde çokça kafa yorduğumuz anlarda da. Aradaki fark ise; algılarımızı serbest bıraktığımız anlardaki farkındalığımızın daha açık olması.

Düşünsenize. Yaşam bir fırsat ve heybesi ağzına kadar mucizeyle dolu.
Bize düşense sadece elimizi uzatıp almak. Küçük de olsa, büyük de olsa şükretmek. 
Farkına vardığımız, algılarımızı açık tuttuğumuz için kendimizi ödüllendirmek.

Yaşanan olumsuzlukları, kayıpları, engelleri, başarısızlıkları, acıları; hayatımızın bir başka dönemi için karşımıza çıkacak mucizeler silsilesinin hazırlayıcıları olduğuna bir inanabilsek… o en zor zamanlardaki yorumumuz biraz tevekkül ve bolca umut içerse ne güzel olurdu değil mi?

Kışın soğuğu içimizi titretirken, çok yakında yazın geleceğini, güneşin içimizi ısıtacağını nasıl biliyorsak; yaşam da öyle.

Sadece belli bir süreye ihtiyaç duyuyor olgunlaşmak adına.

Anları, şimdinin gücünü ve güzelliğini kaçırmadığımız yıllarımız; yaşam fırsatına dört elle sarıldığımız bir ömrümüz olsun dileğimle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

29.11.2018

9 Aralık 2018 Pazar

YUMRUK SIKMAK MI?


Bilinçdışı motivasyonlarımızı harekete geçiren beden dilinin; iletişimde kullanılan sözcükler kadar değerli olduğunu hepimiz biliyoruz artık.

Genellikle kızgın olduğumuzda, öfkenin varlığı yavaş yavaş ruhumuzu ele geçirmeye başladığında ya da dilimizin ucuna kadar geldiği halde söyleyemediğimiz sözler olduğunda yumruğumuzu sıkıyoruz. Bir nevi gerginliğimizi yumruklarımızda topluyoruz.

Bu genel kanının yanı sıra yumruk sıkmanın başka etkileri de varmış. Üstelik bunlar beynimiz için son derece yararlı.

Hadi gelin hali hazırda süregelen bu şaşırtıcı ve ilginç araştırmaya yakından bakalım.

Amerikalı doktor Ruth Propper bu araştırmanın açığa çıkmasında etkili bir isim olmuş. 

New Jersey’deki Montclair Üniversitesi’nde yapılan araştırmalar; yumruk sıkmanın beyinde hafıza ile ilgili bazı özel bölgeleri harekete geçirdiğini ortaya çıkarmış.

Hafızamızın gelişmesi ve öğrendiklerimizi unutmamak hepimiz için önemli. Özellikle belli bir yaştan sonra unutmak çoğu insanın kabusu gibi.

İşte bu nedenle; beynin işleyişini etkileyen ve hafızayı geliştirdiği belirtilen bazı basit hareketlerin; hepimizin işine yarayacağını düşünüyorum.

Bir şey öğrenmeden hemen önce SAĞ YUMRUĞUN, hatırlamaya çalışırken de SOL YUMRUĞUN sıkılması öneriler arasında.

Biliyoruz ki; sol beynimiz bizi mantıklı olaya davet ederken; sağ beynimiz sezgisel ve hayalci düşünmeyi seçiyor, bilinçaltı düzeyde çalışıyor.

Sol beyin akılcı,  gerçekçi, sözel, analitik, sıra takip sistemi yapan ve bedenin sağ tarafını kontrol eden bir yapıda. Sağ beyin ise pek çok veriyi aynı anda işliyor, hayal kuruyor, duyguları yönetiyor, bilinçaltı ile beraber hareket ediyor ve bedenin sol tarafını kontrol ediyor.

Sağ elini kullananların sol, sol elini kullananların ise sağ beyinleri daha çok devrede. 
Ancak beynimizin hangi tarafını daha çok kullanırsak kullanalım önemli olan, dışardan gelen verileri kullanış şekli; yani verinin hangi lob tarafından nasıl işlendiği.

Buradan hareketle, sol beynimiz bilgileri kaydetmede, sağ beynimiz ise o bilgileri hatırlamada daha etkili. Hafıza ile ilgili süreçte beynimizin her iki yarısının da çalışmasına ihtiyacımız var. Dolayısıyla her iki yarının birden kullanılması bizim için büyük avantaj.

Şimdi gelelim yumruk hareketlerine. Sağ yumruğumuzu sıkarak beynin SOL yarısını; sol yumruğumuzu sıkarak da SAĞ yarısını harekete geçirmiş oluyoruz.

Tıpkı Amerikalı psikologların önerdiği gibi.

Süre her ikisi için de 90 saniye.

Söz konusu deney Amerika’da 50 yetişkin denek ile yapılmış.

Deneklere uzun kelime listeleri verilerek hatırlamaları istenmiş. Bu arada elbette sağ ve sol yum
ruklar 90 saniye süreyle sıkılmış.

Sonuçta; öncesinde ve sonrasında yumruk sıkanların çok daha iyi bir performans sergiledikleri görülmüş.

Öte yandan; sağ yumrukta mutluluk ve öfkeyi, sol yumruk ise üzüntü ve endişeyi gözlemleyen araştırmacılar; yumruk sıkmanın duygularla bağlantılı olduğunu da belirtiyor.

Bu konu üzerindeki çalışmalar ve deneyler devam ederken; yumruk sıkmanın görsel verilerin kolayca öğrenilmesi ve hatırlanması üzerindeki etkileri üzerinde de durulmaya başlanmış.

Daha net konuşabilmek, daha kesin sonuçlara varmak adına beyne giden kan akışının incelenmesi ise bir başka öneri. Özellikle Londra Üniversitesi Bilişsel Sinirbilim Enstitüsü profesörlerinden Neil Burgess, bu anlamda geniş bir beyin taramasının gerekliliğinin altını çiziyor.

Bakalım yapılacak yeni araştırmalar bizlere beynin işlevleri hakkında neler gösterecek?

Bizler şimdilik unutmayalım; öğrenirken sağ, hatırlarken sol yumruk. Ne diyelim, sıkılı yumruklarımızın gücü bizlere güzel hatırlamalar olarak geri dönsün.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

02.09.2018




3 Aralık 2018 Pazartesi

HAYATIN ÇILGINLIĞI (2/2)



Şems ile Mevlana’nın dergahta söyleşirlerken yaptığı özel sohbetlerden bir tanesi var ki; hemen hepimizin bu konuşmaya aşina olduğumuzu biliyorum.

Anlattıklarının, bildiklerinin yanında okyanusta bir damla; bildiklerinin de bilmediklerinin yanında okyanusta bir damla olduğunu söyleyen Şems’e  Mevlana’nın yanıtı öyle güzeldir ki. İster istemez Şems’i gülümsetir.

‘’Kendini okyanusta bir damla sanma. Bir damlanın içinde kocaman bir okyanussun.’’

İşte bu nedenle o tek damlaya engin okyanus suları karıştığında ortaya çıkacak olan kuvvetli pozitif enerjiler ve iyilikler; el birliği ile tüm negatifliği siler, yok eder.

İçinde iyiliği barındıran her kalp, değdiği diğer kalplerin ibresini de kendi yönüne çevirecek kadar güçlü bana göre. Ben buna inanıyorum. Bu yüzden de kendimizi korumamız, kalbimizdeki iyiliği sevgiyle büyütmeye önem vermemiz gerektiğini düşünüyorum.

Yunus Emre ne güzel yazmış bir şiirinde;

“ Ya o sonsuz denizi / Damlada gizli duran ”

Damladaki sonsuz denizi, masmavi engin okyanusu görebilmek asıl olan.

Hiçlikte kaybolacağım diye korkmadan el uzatabilmekte marifet.

Aslında bu bizim ruhumuzu beslememiz için de çok önemli.

Tıpkı yazılarını severek takip ettiğim Psikiyatri Uzmanı Dr. Gülseren Budayıcıoğlu’nun dediği gibi;

‘’İnsanın kendini anlatabilmesi, anlaşıldığını hissetmesi, onaylanması ve sonra da başkalarını anlamaya, onların yalnızlıklarını paylaşmaya çalışması, öncelikli ihtiyaçları arasındadır ve her birimiz için ekmek, su kadar önemlidir.’’

İşte HAYATIN ÇILGINLIĞI karşısında dik durmamızın çıkış noktası.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.08.2018

Kaynaklar: http://www.salom.com.tr; YE DUA ET SEV- Elizabet Gilbert.





HAYATIN ÇILGINLIĞI (1/2)


Cumhuriyet neslinin ilk öğretmenlerinden; aynı zamanda şâir, romancı, deneme yazarı ve edebiyat tarihçisi olan Ahmet Hamdi Tanpınar’la başlamak istiyorum bu yazıma.

"Bu daima böyledir. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir." der usta yazar.

Yaşam; başımıza gelenler ve bizim ona verdiğimiz değer ölçüsünde; bizimle dans ediyor gerçekten de.

Gün geliyor; yaşadığımız onca zorluğa karşın tek bir güzel olay diğerleri hiç olmamışçasına bizi gülümsetiyor. Gün geliyor; kahkahalarla gülüp, etrafa neşe saçarken bize dokunan minicik bir dal parçası kıvamındaki acı tüm o gülüşleri yerle yeksan ediyor.

İşte hayatın bizi o çok zorladığı anlarda kendi kendimize soruyoruz.

‘’Hayat neden bu kadar çılgınca?’’

Var mı cevabını bilen?

Herkes kendince çözmeye, yaşamın çılgınlığına uyumlu adımlarla dans etmeye çalışıyor galiba.

Hindistan’da yoga ve meditasyonla ilgili olanların görüşleri ise bizlere farklı bakış açıları sunacak netlikte.

Onlar insanoğlunun hem daralma hem de genişleme potansiyellerine sahip olarak doğduğuna inanıyor.

İlk başlarda bunlar birbirine eşit. Yani hiç birimiz iyi ya da kötü ağırlıklı doğmuyoruz.

Ancak sonrasında etkileşim içinde bulunduğumuz ailemiz, çevremiz ve yaşadığımız toplumun da artı ve eksilerini alıp; kendi benliğimizi belirliyoruz.

İyi yönlerimizi besleyerek, erdemli tutumlarımızı geliştirerek de yol alabiliriz. Kötü taraflarımızı bileyip, agresiv tutumlarımızı körükleyerek de.

Buradaki seçim tamamen bize ait.

Peki bir şekilde yaşadığımız dünyada negatif enerjiler, olumsuz davranışlar, didişmeler, üstünlük taslamalar, savaşlar, kavgalar çoğalıp; bizleri de etkilemeye başladığında ne yapabiliriz dersiniz?

Görünürde elimiz kolumuz bağlı gibi duruyor. Hiçbir şey yapamayız zannediyoruz. Tek başımıza tüm kötülüklere direnmemiz mümkün değil elbette.

Ama her birimiz bu kargaşanın tam ortasındayken bile HAYATIN ÇILGINLIĞInı kabul edip, kendimizi korumayı başarırsak; olanların bizi yıpratmasına izin vermezsek; başkalarına da yardım edebiliriz.

Ben böyle düşünüyorum ve sevginin engin denizine sığınıyorum.

Evet bir tuz tanesi kadar küçüğüz dünya karşısında, engin okyanuslarda bir su damlasıyız evrenin içinde belki ama olsun.

Gün gelir o engin okyanus suları tek bir damlaya karışabilir.

Tıpkı bilge Kabir’in dediği gibi;

‘’Damlanın okyanusa karıştığını herkes bilir, ama okyanusun damlaya karıştığını bilen çok azdır.’’

Tıpkı hiçlikte var olmayı başaran kadim insanların, bir yandan hiç olurken bir yandan da evrendeki her şeyle bütünleşmesi gibi. (devamı 2/2 ‘de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.08.2018

26 Kasım 2018 Pazartesi

TUTKULU BİR AŞKIN ÖYKÜSÜ


Dünyanın en tanınmış, en deneyimli ve ünlü şairlerinden bir tanesi kendisi.

Misyonu o kadar kuvvetli, yaşı o kadar engin ki; hiç kimse ondan böylesi bir çılgınlık beklemiyordu. Ancak aşk fırtınası kalbini esir alan bu dik başlı yaşlı Alman; hayatının son demlerinde çaresizlik içinde kıvranıyordu.

Yılların deneyimi, hayat görüşü, biriktirdiği onca tecrübe bir anda yok olmuştu. Ve kendisini ‘’Tüm dünyayı kaybettim, kendimi kaybettim.’’ diyecek kadar çaresiz hissediyordu.

Hayatının her döneminde aşkı yaşayan, tutkulu kara sevdanın kollarında neredeyse ömrünü tüketen şair; hayatı boyunca tam 19 kez aşkı yaşadığını itiraf eder.

Ancak onu serseme çeviren, hayattan koparan; karşılık alamadığı son aşkı olur.

Gelin bu karşılıksız aşk öyküsü için kültürün, şiirin, edebiyatın, sinema ve sanatın şehri olarak kabul edilen Marienbad’ a uzanalım.

Marienbad, Çek Cumhuriyeti'nde yer alan, kaplıca ve ormanları ile de ünlü bir kent. 

Şimdiki ismi Mariánské Lážne olan şehir; krallar, yazarlar ve şairler başta olmak üzere dünyanın en ünlü isimlerine dönem dönem yoldaşlık etmiş.

İşte Goethe de hayatının son demlerindeki trajik aşkını burada yaşamış.

Yıl 1821’i gösterdiğinde, 72 yaşında ve oldukça hasta bir halde varır bu kente Goethe. Ölümü beklerken, 17 yaşındaki Ulrike’de bulduğu aşk sayesinde iyileşir. Gençleşir. 
Adeta yeniden doğar. Gözü aşktan öylesine kararır ki, kariyerini, saygınlığını hiçe sayar.

Ancak aşkı karşılıksızdır. Bu nedenle acı ve ızdırap içindedir. Üstelik aşık olduğu torunu yaşındaki Ulrike; 15 yıl önce aşık olduğu evli bir kadının kızıdır. Kendisi annesiyle aşk yaşarken; Ulrike o yıllarda henüz minicik bir bebektir.

Böylesi bir karmaşanın içinde yine de Goethe aşkı için direnir. İki yıl kaldığı Marienbad şehri onun aşk sarhoşluğunun en önemli şahidi olur.

Yıl 1823’ü gösterdiğinde yani 74 yaşındayken bir karar verir. Aşkı uğruna savaşacaktır. Doktorundan izin alarak, Saksonya dükü araçlığı ile henüz 19 yaşına basan Ulrike’ye evlenme teklifinde bulunur.

Gelin görün ki, Ulrike’nin annesi, eski aşkı Amalie; bu teklife karşı çıkar. Defalarca yinelenen teklife her defasında da ret cevabını verir.

Sonuçta; dünyanın eserleri ile tanıdığı Goethe’nin aşkı; şehirdeki herkesin diline düşer. Umudunu yitiren, aşkına karşılık alamayan Goethe yaşama azmini o anda kaybeder. Kentten bir daha geri dönmemek üzere ayrılmaya karar verir. O ana değin sessizliğini koruyan Ulrike tarafından uğurlanacağından habersizdir. Aşkından aldığı veda busesi ise duygularını yerle bir etmeye yeter.

Susturduğu aklı, kara sevdası, kavuşamayacağını bilmenin acısı kalbinde hançerli yaralar bırakırken; kaygılar ve tutkular içinde kıvranır Goethe. Aşka aşık olmanın faturasıdır bu belki de.

Yaşadığı inişli çıkışlı yoğun duygu fırtınası, ona en ünlü şiirlerinden biri olan Marienbad Ağıdı olarak geri döner.

Üç gün süren dönüş yolculuğu boyunca yazar. Adeta içini döker, dizelerle dertleşir. 
Üstatlar tarafından; en kişisel yapıtı olarak tanımlanan şiirini tamamladığında yeniden hastalanır ve yatağa mahkum olur.

Sonraki yılları hep düşünceler ve acılar içinde geçer. Yaşadığı kayıplarla iyice çöker ve 22 Mart 1832‘de, Weimar’da dünyaya veda eder.

Avukat olan babasından disiplini, ideali uğruna savaşma isteğini ve çalışma azmini; ince ruhlu annesinden de hayal kurma yeteneğini alan Goethe; bu donanımlarla büyük bir yazar olmayı başarır. Hukuk mezunu olmasına karşın edebiyat onun tüm dünyası olur. Doğu edebiyatı ile ilgilenir; döneminde Mevlana’dan oldukça etkilenir ve geniş bir yelpazede pek çok önemli esere imza atar.

Dramaları, roman ve öyküleri, şiirleri, destanları, estetik ve felsefe çalışmaları, doğa bilimi ve otobiyografik çalışmaları ile yaşadığı döneme damgasını vurur. Toplumsal ve teknolojik ilerlemeye, hayatı doya doya yaşamaya sonuna kadar inanır.

Son sözleri Goethe’ye, aşk dolu kalbinden süzülen  ünlü şiiri Marienbed Ağıdı’ndan minik bir bölüme vermek istedim.

‘’Artık ne bekleyebilirim, yeniden
Buluşsam da o gonca çiçekten
Cennet ve cehennem seni bekliyor
Duygular kararsızlık dalgalarında sarsılırken,
Bitsin bu kuşkular artık! İşte gök kapında
Kaldırıyor yerden seni kollarıyla.’’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.09.2018









21 Kasım 2018 Çarşamba

MEŞE PALAMUDU


Yaşadığımız gerçekler ayaklarımızı daha güvenli bir şekilde yere basmamızı sağlıyor. Çekilen acılar, bitmeyecek sanılan dertler bizi öyle bir şekilde geleceğe hazırlıyor ki, gün geliyor hayal ettiklerimizi kucaklıyoruz..

O noktaya gelinceye kadar katlandığımız onca zorluğa geri dönüp baktığımızda ise kendimizle gurur duyuyoruz. Çünkü kalbimizde başarının fısıltıları rengarenk çiçekler açtırıyor.

Felsefeleri yaşadığımız hayatın içinde yaşadığımızın farkına varmak, bir anlamda hayata uymak olan Zen Budistleri; bir meşe ağacının AYNI anda İKİ güç tarafından yaratıldığına inanıyor.

Her şey bir meşe palamudu tohumu ile başlıyor. İçinde kocaman bir ağaca dönüşme ve büyüme potansiyelini taşıyarak. Bunu hemen hepimiz biliyoruz.

Ancak burada var olan bir başka güç daha var ki onu çok az kişi görebiliyor. Bu meşe palamudu tohumunu gelişmeye, çatlayıp toprakla bütünleşmeye, tazecik fideleri ve yaprakları ile büyümeye, geçen zaman içinde kocaman bir meşe ağacı olmaya doğru yönlendiren itici güç; gelecekteki ağacın kendisinden başka bir şey değil.

Bu bakımdan Zenler, içinden doğduğu meşe palamudunu yaratanın meşe ağacı olduğunu söylüyor.

İşte tıpkı meşe ağacı gibi hepimiz birer tohumdan dünyaya geliyoruz.

İçine doğduğumuz aile, çevre, yaşam şartları, bize sunulan olanaklar hepimizde farklı.

Kimimiz şanslıyız. Hiçbir zorluk görmeden sevgi dolu bir ortamda, her şeye sahip olarak büyüyoruz. Kimimiz ise eksikliklerle. Bir kısmımız yaşamın acı tanelerini minicik bir çocukken hissediyor ruhunda. Bir kısmımız olgunluğunda.

Ancak tohumdan insan olma yolundayız her birimiz. Tıpkı Zenlerin dediği gibi; zihnimizin yaratıcı ve özgür gücüyle, kendi derinliğimizin farkına varmanın yolunda.
Aklımızın erip, elimizin yetmeye başladığı andan itibaren her şey bizim kontrolümüzde.

Gelecekteki ben sesimizin fısıltıları kulağımızda, yol alıyoruz bilinmeyene doğru.

Hatalar yapıyoruz.

Düşüyoruz.

Hiç bitmeyecek sandığımız acıların eşiğinde kavruluyoruz.

Ancak gün geliyor, gelecek sesimizin fısıltılarıyla uyum içinde, huzuru yakalıyoruz. Yaşamın gizemli yollarında yürürken güçlenerek hayal ettiğimiz kimliğimize kavuşuyoruz. Bilimsel ismiyle kendimizi gerçekleştiriyoruz.

İşte bu kendimize vereceğimiz en kıymetli hediye. Yapamadıklarımız için kimseyi suçlamadan, başardıklarımız için kendimizi ödüllendirerek yola devam zamanıdır şimdi.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

11.08.2018

Kaynak: Ye, Dua Et, Sev – Elizabeth Gilberg; http://secbirini.blogspot.com.


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...