30 Ekim 2017 Pazartesi

JİNEKOLOJİ TARİHİNİN UTANÇ YÜZÜ

Ruhundaki güzelliği, yüreğindeki güçlü sevgisi ve tükenmez fedakârlıkları ile kadınlar özeldir. Kadın olarak doğmak ise tüm bu zenginlikleri kucaklamak adına muhteşem bir duygu. Ancak bir o kadar da zor zanaat.

Tarihsel dönemler boyunca kadınların yaşadığı zorluklar o kadar çok olmuş ki, hangi ucundan tutarsanız, içinizi sızlatan tınılar yüreğinizi kanatıyor. Bildiklerimiz ne kadar azsa, tarih sayfaları arasında sıkışıp kalmış bilinmeyen utanç dolu yüzler de bir o kadar fazla.

Şimdi paylaşacağım notlar da onlardan sadece bir tanesi.

Hadi gelin beraberce 1800’lü yıllarda Amerika’ya gidelim. Karşımızda ‘Modern jinekolojinin babası’ olarak ünlenen tıp doktoru J. Marion Sims var.

1813 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nin güneydoğu bölgesinde doğmuş. 

Jinekoloji alanında tıp eğitimi almış. Alanın da gösterdiği başarılar yıllar içinde ünlenmesine vesile olmuş. New York’ta açılan ilk kadın hastanesinin kurucularından birisi aynı zamanda. Doğurganlık, kanser ve rahim üzerindeki araştırma ve tedavileri ile pek çok hastalığa çözüm bulmuş. Hatta kendi adını taşıyan rahim muayene aletlerinin de mucidi aynı zamanda.

Elbette tüm bunlar son derece kıymetli. Ancak gelin görün ki modern jinekolojinin babası, bu araştırmalar sırasında tam bir vahşete imza atmış.

Araştırmalarını yapmak, aklındaki sorulara çözüm bulmak için belki de insanlığını unutmuş.

Neden mi?

Jinekolojik araştırmaları için ihtiyaç duyduğu denek kadınları parası ile satın almış.

Bunun için siyahi kadınlar adeta biçilmiş kaftandır. Çünkü o yıllarda siyah ırkın kadınlarının hiç acı duymadığına inanılır. Çünkü onlar yarı insan bile değillerdir. Söz hakları yoktur. Mal gibi alınıp satılır. Köle olarak her işte kullanılabilir.

Dolayısıyla Doktor Sims satın aldığı kadınlara sormadan, rızalarını almadan; hatta ne acıdır ki anestezi kullanmaya gerek duymadan; pek çok deneyi onların çığlıkları arasında, ZORLA gerçekleştirir.

İlk okuduğumda içimi sızlatan bu bilgi, doktorun kendi açıklamalarını okuyunca yerini bambaşka duygulara bıraktı ister istemez.

Tam 5 yıl sürmüş bu deneyler. Laboratuvarına kapattığı 14 kadından sadece bir tanesi üzerinde 30’dan fazla cerrahi müdahalede bulunmuş. Canlı canlı, bağırta bağırta. Özellikle Anarcha, Lucy ve Betsey isimli üç köle kadın üzerinde sayısız farklı cerrahi teknik denemiş. Tekrarlıyorum, hiç birinde anestezi kullanılmamış.

Durum böyle olunca, her bir müdahale birer işkenceden farksız hale gelmiş ne yazık ki. Bunlara vajinaların kesilip biçilmesi, her defasında rahim içlerine yeni aletlerin konarak denenmesi dahil. 

Yazarken bile kanımı donduran bu notlar ne yazık ki gerçekler. Ancak her şey bu kadarla da sınırlı değil. Sırada zenci çocuklar da var maalesef. Onlar da kafatası araştırmalarının bir numaralı denekleri olmuşlar zamanında.

Amerika’daki kaynaklar ilk kuruluş yıllarından itibaren zencilerin her türlü deneyde kobay olarak kullanıldığını doğrular netlikte. Aşılar, deneysel cerrahi içeren tüm operasyonlar bunlar arasında. Ve hepsinde anestezi kullanılmaması en çarpıcı nokta.

İnatçı denemeleri ile sonunda başarıya ulaşan ve geçen yıllar içinde değer kazanan 
Doktor Sims; Amerikan Tıp Birliği’ne başkan olarak seçilir. Alabama, Washington ve New York gibi pek çok yere anıtları dikilir.

Zaman zaman siyahi ırkın kadınları tarafından protesto edilse de; sonuçta tıp dünyasının en başarılı isimlerinden biri olarak tarihteki yerini alır.

Kadın sağlığı ve kadın hastalıklarını önlemek adına yapılan girişimlere çok şey borçlu olduğumuz bir gerçek. Ancak işin içinde acı, işkence, zorlama ve eziyet unsurları olunca insanın soluklanmaya ihtiyacı oluyor.

Biz kadınların her yıl yaptırmak zorunda olduğumuz rutin muayeneler sırasında bile ayaklarımız geri geri giderken; onca kadının yıllarca çektiği eziyet içimi fena acıttı. 
Zorla,  işkenceyle, can acıta acıta denek masalarına yatırılan tüm kadın bedenleri için ne söylenebilir ki?

Ancak bu iç acıtan tablolar sadece bir doktorla da sınırlı kalmamış. O yıllara imza atan, buluş yapan pek çok doktor maalesef hep hocalarının yolundan gitmiş.

Örneğin; kadının skene (boşalma) bezlerinin ismi, jinekolog Alexander Skene’den geliyor ki; o da doktor Sims’in öğrencilerinden bir tanesi. Ve o da tıpkı hocası gibi zor kullanarak, anestezi yapmadan buluşlarını ilerletmiş. Doktor Skene tam 72 farklı aracın mucidi. Jinekolojik muayeneler sırasında çok kullanılan spekulum, klemp ve benzeri her aracın denenme süreci, maalesef kullandığı kadınlar için uzun süreli birer işkenceye dönüşmüş.

Yine kadının vajinal bölgesinde bulunan ve cinsel ilişki sırasında salgı üretilmesini sağlayan ‘gland bezleri’nin ismi de, işkenceci bir doktor olan Bartholin Gland’ den geliyor. Özellikle siyahilerin ve yoksul kadınların bedenleri üzerinde araştırmalar yapmış Doktor Gland. Bunun için neredeyse 40 kadını, hamileliklerinin farklı dönemlerinde karınlarını keserek öldürmüş. Böylece kadınların ve bebeklerinin dönemsel periyodik gelişmelerini mercek altına yatırmış.

Biliyoruz ki bilimin her bir basamağında yaşanan zorluklar, çekilen acılar, katlanılan eziyetler; hep bir sonraki basamağa yatırım. Bugünün kolaylıklarına erişmek için o zamanlarda yapılanları bilmek ise; bizlerin daha duyarlı olması için birer vesile diye düşünüyorum.

Şimdilerde yepyeni bir proje var kadınların emek verdiği, araştırdığı ve üzerinde çalıştığı. İsmi o siyahi denek kadınların isminden esinlenerek konmuş.  

Anarchagland projesi.

Amaç o yıllardan itibaren birçok yerde kullanılan ancak hiç tanınmayan, unutulan siyahi köle kadınların öyküsünü gün yüzüne çıkarmak.

Katalonya’da başlatılan bu projede; kadın bedeninin tarihinin yeniden yazılması amaçlanıyor. Hatta doktor ismi taşıyan dokulara o acıları çeken denek kadınların isimleri verilerek, bir parça olsa da isimlerinin onöre edilmeleri tasarlanıyor.

Ne diyelim yolları açık olsun.

Bizlerin sağlıkla nefes almasına katkıda bulunan, emek veren tüm bilim insanlarına ve bu yolda canlarını harcayan, isimsiz cesur kadın kahramanlarına sonsuz minnet duygumuzla.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

02.09.2017





23 Ekim 2017 Pazartesi

110 yıl GÜLÜMSEMEK DİLE KOLAY (2/2)

Böylesi vahim bir tablonun tam ortasında ise; herkese ilham ve neşe kaynağı olan çocuklu; genç bir kadın.

Nasıl da özel bir tablo değil mi?

Kurak çöldeki masmavi bir su damlası kadar da olsa, yüreği kocaman.

Peki bunu başarırken, oğlunu tüm bu travmalardan nasıl korur dersiniz?

Orada oğluna kocaman bir tiyatro sahnesinde olduklarını hayal etmesini söyler. 
Üstelik uslu durduğunda bazı oyunlarda rol alabileceğini de sözlerine ekler. Yani oğluyla beraber bir iyimserlik oyunu oynarlar. Yaşadıkları tüm zorlayıcı şartların gelip geçici olduğuna inanırlar ve sonuçta beraberce başarırlar.

Hayata gülümseyen; hep iyi olan tarafa bakan;  kendilerine eziyet çektiren Nazilerden dahi nefret etmeyen; zor şartlara teşekkür edebilen; hayatın zor anlarında yaşamın bir hediye, nimet olduğunu asla unutmayan; her şeyden öğrenecek bilgi kırıntıları çıkaran; belki de şikayet etmeyi bilmeyen MUHTEŞEM bir kadın karşımızdaki.

Kamptan çıktıktan sonra da zorluklar devam eder. Ama asla yılmaz. Kendisine inat tam bir PESİMİST olan ikiz kız kardeşi ve oğlu ile İsrail'e taşınır.

1986 yılına kadar Kudüs Konservatuarı'nda çalışır.

Daha sonra Londra'ya geçer. Bir çello sanatçısı olan oğlunu 2001'de kaybeder. Acısını içine gömer. Hayatına devam eder. Bu arada o çok sevdiği müziğe olan tutkusunu hiç kaybetmez.

Yaşamını konu alan ve Oscar ödüllü yönetmen Malcolm Clarke tarafından belgesel olarak çekilen "The Lady in Number 6: Music Saved My Life" isimli filmi ile pek çok kişiye ilham olur.

Tam 103 yaşındayken ‘A Garden of Eden in Hell – Cehennemdeki Cennet Bahçesi’ isimli kitabını yazar. Bu kitapla dünya üzerinde daha çok kalbe ulaşmanın mutluluğunu yakalar.

107 yaşına geldiğinde bile, günde üç kez piyano egzersizi yapacak kadar dinç ve öz disipline sahiptir.

Hani böylesi hayatlardan bahsedilirken ‘Mucize Yaşamlar’ denir ya.

Hayır.

Bence o kendi mucizesini kendisi yaratmış; hem de tırnaklarıyla tutsaklığın en dip noktasındayken; savaşarak.

Umut etmekten asla vazgeçmeyen; her yeni güne mucize olarak bakan; kötülerdense iyi olanlara odaklanan; hayata karşı her zaman minnet dolu olan; şakacı, zeki, nüktedan ve hep gülümseyen bu kadını çok sevdim ben. Bir vesile ile tanışmaktan da büyük mutluluk duydum.

Ya sizler?

Hadi gelin son sözleri ona bırakalım. Her satırını kalbimizde saklayalım ve hiç unutmadan uygulamaya çalışalım. Olmaz mı?

‘’İyi ve kötü, tarih öncesi zamanlardan beri iç içeydi. Önemli olan, kötü ile nasıl başa çıktığımız, ona nasıl tepki verdiğimizdir.

Belki uzun bir yaşam sürmenin sırrı da bu.

İYİMSERLİK.

Her şeyi iyi tarafından görmek.

Başkalarına karşı nasıl davranırsanız onlar da size o şekilde davranırlar.’’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.08.2017

  




110 yıl GÜLÜMSEMEK DİLE KOLAY (1/2)

Yaşama hakkını veren, elindeki o muhteşem armağan paketini özenle açıp; her bir detayı ile dünyaya GÜLÜMSEYEN insanları seviyorum ben.

Onların hayata bakışlarından, yaşam tarzlarından edineceğimiz minicik tüyolar olduğuna da inanıyorum.

İşte bugünkü yazımın kahramanı böylesi bir kadın.

İsmi Alice Herz Sommer.

Tam tamına 110 yıl yaşamış. Ama onu gerçek kahraman yapan yaşı değil.

O kendi tanımıyla tam bir OPTİMİSTİK.

Kendisine sunulan yaşam paketinin içindeki acıların fazlalığına kafa yormamış. 
Sadece ve sadece hepsine GÜLÜMSEMİŞ, hem de tüm hayatı boyunca; dile kolay 110 yıl gülümsemek…

Onu tanımaya, yaşamına göz atmaya var mısınız?

Bu muhteşem kadın 26 Kasım 1903'te Prag’da doğdu.

2014 yılında Londra'da tedavi gördüğü hastanede yaşamına veda etti.

Kendisi bir Yahudi.

İkinci Dünya Savaşı sırasında, Nazilerin Yahudilere uyguladığı soykırımdan sadece bedenen değil, ruhen de kurtulmayı başaran ender kişilerden bir tanesi.

Aynı zamanda son derece yetenekli bir müzisyen.

Babası başarılı bir tüccar. Annesi ise ünlü sanatçıların ve yazarların çevresinden gelen, yüksek tahsilli bir kadın.

Kitap ve konserlerle dolu dünyasında; ikiz kız kardeşiyle beraber; güvenli ve huzurlu bir ortamda büyüdü.

Henüz 5 yaşında piyano çalmayı öğrendi. Eğitimini çok sevdiği bu dal üzerinde yaptı.

Kendisi gibi müzisyen olan eşi Leopold Sommer ile hayatını birleştirdi.  Mutluluğunu, aralarına katılan oğlu Raphael Rafi ile taçlandırdı. 

Ancak ahenk dolu yaşamı 1943 yılına kadar sürdü.

Dünyanın karmakarışık olduğu, savaşın acımasızlığının her yerde görüldüğü zamanlardı. Ve bizim güzel ailemizin yolu, Prag'tan Terezin'deki Nazi Toplama Kampı'na doğru kaydı.

Burası çok sıkı korunan, her türlü zalimliğin kol gezdiği bir azınlık yerleşkesinden farksızdı. Doğudaki meşhur Auschwitz toplu katliam merkezine gitmeden önceki son duraktı.

Eşini, anne ve babasını bu kamplarda kaybedince; oğlu ile bir başına kaldı. Tam 2 yıl kendisiyle aynı kaderi paylaşan 140 bin Yahudi ile beraber yaşadı.

Tabii buna yaşamak denirse…

Duygusal travma yaratacak kadar zorlayıcı şartlar, dondurucu soğuk, lime lime olmuş ve sadece bedenlerini örtmeye yarayan giysiler, nefes alır gibi uygulanan ağır eziyetler, açlık, gözlerinin önünde idam edilen pek çok insan, zamanla baş gösteren hastalıklar ve diğerleri… (devamı 2/2’ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.08.2017


17 Ekim 2017 Salı

ANNE KUŞUN ÇİLESİ

Çöl sıcağında Afrika’dayız bu yazımda.

Oradaki bir kuş yuvasına misafir olacağız. Bu yuva; Drongo isimli siyah tüylü, kırmızı gözlü küçük bir kuşa ait.

Yuvada üç yumurta var. Anne drongo kuşu umutla yumurtalarını kavurucu çöl sıcağından korumaya çalışıyor. Ve yakın bir zamanda yumurtadan çıkacak yavrularını bekliyor.

Kuluçka dönemi yüzlerce saat sürüyor. Ama olsun her şeye değer.

Sonunda ilk yavru kabuğunu kırıyor ve hayata gülümsüyor. Böylece anne kuşun zorlu ve yorucu serüveni başlıyor. Minik yavru gagasını açıp yiyecek için her bağırdığında onu beslemek zorunda olduğunu biliyor.

Bu amaçla yuvadan uçup bulduğu yiyecekleri yavruya taşıyor. Sabırla. Durup dinlenmeden. Bu arada yeni doğan yavru doymak nedir bilmiyor. Yuvadaki diğer yumurtaları fark ettiğinde ise acı gerçeği anlıyor. Yeni kardeşleri geldiğinde yiyeceğini paylaşmak zorunda kalacak.

Ancak o da nesi?

Doğanın bu kuralına karşı çıkıyor minik yavrumuz.

Annesi yuvadan her ayrıldığında; inatla ve ısrarla; yumurtaları yuva dışına itmeye çalışıyor. Annesini görünce sessizliğini koruyor. O gider gitmez eyleminin peşine düşüyor. Ta ki ilk yumurtayı yuvadan atana değin.

Sürekli aç olan ve yaygara koparan yavruyu susturma ve doyurma telaşındaki anne kuş, ne yazık ki bu ilk olayı fark edemiyor. Belki de ediyor ama sineye çekiyor.

Yine böyle bir zamanda, yavru kuş yuvadaki son yumurtaya gözünü dikiyor. 

Neredeyse kendisi kadar ağır olan yumurtayı döndüre döndüre kenara taşıyor ve son bir hamleyle aşağıya yuvarlıyor. Oh… artık rahat. Annesi ve yuva tamamen ona kalıyor.

Yuvaya dönen anne bu son durumu da ister istemez kabulleniyor. Geride kalan tek yavrusu için didinip duruyor. Uzaklarda yiyecek aramadığı zamanlarda onun için güneşe karşı gölge oluyor. Varı yoğu yavruyu rahat ettirmek. Annelik işte,  bıkmak usanmak doğasında yok.


Böyle bir koşturmanın arasında üç hafta geçiveriyor. Diğer yuvadaki drongo yavru kuşları büyüyüp uçmaya hazırlanırken; bizim yavru hala yiyecek diye bağırıyor.

Ne yemesi ne büyümesi bitmiyor.

Anne perişan durumda.

Yorgun ama pes etmiyor. Annelik içgüdüleri ve yavrusuna olan sevgisiyle görevine devam ediyor.

Aslında besleyip büyüttüğü yavrunun kendi öz yavrusu değil de bir guguk kuşu olduğunu bilmeden.  Ta ki bir gün döndüğünde yuvasının yerle bir edildiğine şahit oluncaya değin. Çünkü uçma zamanı gelen yavru guguk kuşu, geride hiçbir şeyi sağlam bırakmıyor yuvadan ayrılırken.

İşte karşımızda doğanın bir garip hikayesi daha.

İki kuş cinsi.

İkisi de nesillerini devam ettirme çabasında.

Yapıları ve yaşam tarzları birbirinden farklı. Annelikleri de.

Ancak yumurtaları görüntü olarak birbirine çok benziyor. İşte hayatın döngüsünde, drongo ile guguk kuşunun yolları burada kesişiyor.

Gelin her iki türün özelliklerine yakından bakalım.

Drongo kuşlarının ağırlığı 70-125 gram arasında. Simsiyah tüylü. Kırmızı gözlü. Afrika’da yaşıyorlar. Çatal kuyruklu bu kuşların en önemli özelliği taklit yetenekleri.

Elliden fazla diğer kuş ve hayvan türünün sesini taklit ettikleri tespit edilmiş. Üstelik bunda hayli başarılılar. Hayvanların kendi sürülerini uyarmak ve yemek kaynağından ayrılmalarını teşvik etmek amacıyla çıkardığı bir nevi uyarı çığlığını taklit ederek bunu yapıyorlar.

Örneğin Kalahari Çölü'nde yapılan gözlemlerde, 688 yemek çalma girişimi takip edilmiş. Sonuçta kuşlar taklitlerinin dörtte birinden kesin başarı yakalamışlar.

Bilimsel olarak yapılan ve 847 saat süren bir başka gözlemde ise 64 drongo kuşu takip edilmiş. İçlerinden 51 tanesi diğer kuşların yanında, çakal, firavun faresi gibi hayvan seslerini de taklit etmiş.

Anne drongo kuşlarının çilesini öğrenince; bu yeteneklerinin aslında çok da önemli olduğunu daha iyi anlıyor insan.

Şimdi gelelim ikinci kuşa.

Gugukgillerden guguk kuşları ise bir göçmen. Yazları Avrupa’da kışları ise Afrika’da geçiriyorlar. Ağırlıkları 130 gram kadar. Renkleri beyaz çizgili, gri, kahve tonlarında. 
Kuyrukları düz ve renkli. Dolayısıyla tabiata iyi uyum sağlıyorlar.

En büyük özellikleri ise yumurta asalağı olmaları.

Dişi guguk kuşu yuva yapmıyor. Yumurtalarını drongo gibi böcekçil küçük kuşların yuvalarına bırakıyor. Ama bunun için önce yuvadaki yumurtalardan birini alıyor, hatta yiyor. Sonra yerine kendisininkini bırakıyor. Üstelik bu döngüyü her mevsim yumurtladığı 10-12 yumurtanın hepsi için yapıyor.


Guguk kuşu yumurtası genellikle ev sahibi kuşun yumurtasından önce çıkıyor. 

Diğer yavrulardan büyük olduğu için de yuvada hakimiyet kuruyor. Henüz yumurta halindeyken ya da minik civciv halindeyken yuvadaki diğer üvey kardeşlerini atması bu yüzden. Üvey annesinden daha iri hale gelince, yuvasını dağıtıyor ve oradan ayrılıyor. Hem de arkasına bile bakmadan.

Doğanın kanunu ve dengesi elbette.

Her şey bir düzene bağlı olarak işliyor. Ama bir anne olarak; ister istemez drongo kuşu için üzüldüğümü, guguk kuşuna ise hafiften kızdığımı itiraf etmeliyim.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.08.2017












8 Ekim 2017 Pazar

33 KEÇİBOYNUZU ÇEKİRDEĞİ

Nam-ı diğer ‘İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK’

Yaklaşık 5000 yıldan beri bilinen bir meyve keçiboynuzu.

Sıra dışı.

Tatlımsı tadı ile özel.

Üstelik enerjisi oldukça yüksek.

Görüntüsünden dolayı keçiboynuzu ismini almakla beraber birçoğumuz tarafından ‘harnup’ olarak da biliniyor.

Uzun ömürlü ağaçların meyve vermesi tam 15 yılı buluyor. Çiçekleri ise oldukça kötü kokuyor.

Latince ismi ‘Ceratonia siliqua.’ 

Yakup peygamberin çölde ekmek yerine tükettiği bir meyve olduğu için; “Yakup Peygamberin Ekmeği” anlamına gelecek şekilde;

İngilizce ‘Carob, St.John’s Bread, Locust bean.’
Almanca ‘Johannisbrot’ şeklinde kullanılıyor.

Akdeniz ülkelerinin bu güzel bitkisinin kendisi kadar ÇEKİRDEKleri de sıra dışı ve özel.

Hele hele 33 tanesi bir araya geldi mi özelliği daha da artıyor. Yazımın başlığına konan 33 KEÇİBOYNUZUnun da öyküsü de böyle başlıyor.

Neden mi?

Çünkü keçiboynuzu çekirdekleri, doğada gerek ağırlık gerek hacim olarak herhangi bir değişime uğramıyor.

Bu oldukça sert çekirdeklerin her biri tam tamına 200 miligram (0,2 gram) geliyor.
Bu ölçü dünyanın her yerinde AYNI.

Yani 5 tane keçiboynuzu çekirdeği TAM 1 gram geliyor.

Çok eski yıllarda bulunan bu özellik; sarrafların değerli madenleri ve kıymetli taşları hassas olarak tartmasında keyifle ve güvenle kullanılmış.

Hepimizin bildiği ‘Karat’ sözcüğü ise keçiboynuzunun Latince ismi olan “Ceratonia” dan türetilmiş. Arapça ismi ‘karrat’. Günümüzde kıymetli taşlar için kullanılan bu ölçü sadece 0,2 gram ediyor ki; bu da bir keçiboynuzu çekirdeği kadar.

Söz eski ağırlık birimlerinden açılmışken sırada bir de ‘Dirhem’ var.

Osmanlı döneminin ağırlık birimlerinden biri olan dirhem sadece 3,2 gram geliyor. Yani 16 tane keçiboynuzu çekirdeği 1 dirhem yapıyor. Bu nedenle sarraflar dirhemden daha hassas ölçümler için keçiboynuzu çekirdeğini kullanmış.

Peki o zamanlar basılan değerli altın sikkeler yani günümüzün altın liraları ise ne kadar geliyormuş dersiniz?

Tam İKİ dirhem BİR çekirdek; yani 33 KEÇİBOYNUZU.

Şimdi daha iyi anlıyorum; kıyafetine özen gösteren albenili kişilerden söz edilirken; ‘’İki dirhem bir çekirdek giyinmiş." sözünün ne amaçla kullanıldığını.

İster küçük olsun, ister büyük edinilen her bilgi benim en değerli hazinem. Yazarak paylaşmak ise sonsuz mutluluğum.

Vesile olanlara sonsuz teşekkürlerimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16.08.2017





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...