31 Temmuz 2017 Pazartesi

BEYNİMİZ KENDİ KENDİSİNİ YEMESİN

Kısa bir süre önce beynimizin sinaptik budama yaparak; gereksiz bilgi ve birikimleri yok ettiğini yazmıştım. Amacı sadece yeni bilgilere yer açmaktı. Ve bunun en faydalı haliyle gerçekleştiği zaman aralığı uykumuz sırasındaydı.

Beynimizin güçlenmesine yardımcı olan glial hücrelerimiz, uyku seanslarımızı dört gözle bekliyor olmalılar. İşlerini doğru dürüst yapabilmek ve bize daha sağlıklı alanlar açmak için elbette.

Peki ya bizler yeterince uykumuza özen göstermiyorsak?

Yaşam kalitemizle birebir alakalı olan uyku düzenimizi hep aksatıyor, keyfi davranıp, kapanmaya yüz tutan göz kapaklarımızı bir kibrit çöpüyle açık bırakmaya zorluyorsak?

Hızlı yaşam temposu ve yetmeyen zaman aralıkları; zorlu iş süreçleri maalesef uykumuzla savaş halinde adeta.

Kendimizi, yıpranan bedenimizi, yorgun düşen ruhumuzu dinginliğe davet ettiğimiz o yegane anları ertelemek; süresini kısaltmak, bunun için kendimizi zorlamak hep yaptıklarımız arasında. Öyle değil mi?

Hani hiç uyku gereksinimi duymadan günlerce çalışabilsek; bir an bile düşünmeden 
hepimiz buna evet diyeceğiz.

Peki neden?

O zaman işler bitecek, o zaman koşu duracak, tempo yavaşlayacak mı sizce?

Tam tersine bence daha da hızlanacak. Tıpkı yokuş aşağı yuvarlanan bir tekerlek misali önümüze büyük bir engel çıkana kadar durmadan koşacağız.

Madem ki bunun sonu yok. O halde düzene ayak uydurmak gerek.

Sabahı adam gibi karşılayabilmek, gün doğumunun keyfine varabilmek ve gün boyu zinde kalabilmek için uyumamız şart. Hem de bedenimiz ne kadar istiyorsa. Bedenen yenilenmemiz, zihnen ışıldamamız buna bağlı. Bırakalım o minik hücreler keyifle işlerini yapsınlar. Bize güçlü bir beyin hazırlasınlar.

Ama ya uyumayanlar?

Gece vardiyasında çalışanları, nöbetçi olanları ayrı tutuyorum bu anlamda. Çünkü işleri bunu gerektiriyor. Böyle bir yaşamı tercih etmeseler de yapmak  durumundalar.

Benim sözüm keyfi davrananlara. Uykuyu hiçe sayanlara. Kendilerini önemsemeyenlere. Günlük dert ve sıkıntılara sıkıca yapışıp, bırakmayanlara. Yatağa huzurla girmek yerine, öfke ve içsel kavgalarını sahiplenenlere. 

İşte böylesi anlarda beynimiz kendi kendisini yemeye başlıyor.

O şirin glial hücreleri gereksiz bilgileri yok ederken, pek çok elzem bilgiyi de arasına katıp parçalıyor. Halbuki belki de onları öğrenmek için yıllarımızı verdik. Belki de sevdiklerimizin hayatından çaldık. Zamanla yarıştık.

Tüm bu didinme bir çırpıda unutmak için miydi?

Elbette değil. Kendimize karşı bu kadar acımasız olamayız. Olmamalıyız. 

Her 12 saatte bir enerji seviyemiz yenileniyor. Sabaha dinç, sağlıklı, umut dolu, pozitif ve tebessümle uyanmak için; uykumuza özen göstermemiz şart. Bunun hafife alınacak bir yanı yok.

Kronik uykusuzluk çekenler, gece yaşayanlar, gece çalışmak zorunda olanlar bu tehlike ile karşı karşıya ne yazık ki. Hep uyanık kaldığımızda, eski ve yıpranmış hücreleri, gereksiz bilgileri budayan hücrelerimiz duramıyor. Tıpkı bizler gibi aşırıya kaçıyor. Faydalı, gerekli olanları da yok etmeye girişiyor.

Bunun için fareler üzerinde deney yapan araştırmacılar bakın nelerle karşılaşmış.

Önce fareler 4 gruba ayrılmış. İlk grup, iyi dinlenmiş halde uyutulmuş. İkinci grup, kendiliğinden uyuyup uyanmış. Üçüncü gruptakiler, ekstra 8 saat uyanık tutulmuş. Dördüncü gruptakiler ise tam 5 gün boyunca uykusuz bırakılmış.

Deney sonrası, her birinin beyin ve hücre yapıları tek tek incelenmiş. İyi dinlenen, uykusunu tamamen alanlardaki sinaptik budama; yani temizleme işlemi; oranı yüzde 5.7 olmuş. Kendiliğinden uyuyup uyananlarda bu oran yüzde 7.3 olarak belirlenmiş. 
Ekstra uyanık tutulan üçüncü grup üyeleri için oran yüzde 8.4 olmuş. Tam 5 gün uyanık kalanlarda ise yüzde 13.5 gibi oldukça yüksek bir oranla karşılaşılmış.

Kısaca son iki grupta yer alan ve uykusunu alamayanlarda; artan oranlar sağlam hücrelerin de yok olduğunu göstermiş. Üstelik dördüncü gruptaki farelerde oranın yüksek olmasının yanında, bu budama işleminde kontrolsüzlük ve aşırı hız tespit edilmiş.

Bu durum maalesef Alzheimer başta olmak üzere pek çok beyin hastalığının da önünü açan bir gerçek. Hele hele son yıllarda bu tarz hastalıkların yarı yarıya arttığını hatırlayacak olursak.

Sonuç mu?

Ne yapıp edip iyi uyuyacağız.

Şartlarımızı iyi uyumak adına zorlayacağız.

Kendimize değer vereceğiz.

İçimizdeki o çocuğun uykusu geldiğinde her şeyden vaz geçip uykunun o yumuşacık kollarına bırakacağız kendimizi.

Deliksiz uykunun keyfine varmak, stresle baş etmek, mutlu uyanmak için yolumuz uyku yoluysa ‘eyvallah’ diyeceğiz.

Bırakalım gecenin o lacivert ışıkları biz uykudayken üzerimizde dans etsin.

Bırakalım gecenin hüznü bizden uzakta kalsın.

Varsın gece tüm ihtişamı ile şaşası ile içinde biz olmadan yaşansın.

Kaliteli uykuyu alışkanlık haline getirip; günü dolu dolu yaşamak; içimizdeki çocuğu şımartıp hayata kocaman gülümsemek var ya; o her şeye değer bence.

Araştırma sonuçlarına göre¸ insanların neredeyse %80 gibi büyük bir çoğunluğu; ortalama 7-8 saatlik uykuya ihtiyaç duyuyor.

Geri kalanlar ise ya 4 saatten az uyuyor ya da 10 saat uyusa da uykuya doyamıyor.

Bir de yatağa yatış saatine göre yapılan değerlendirmeler var ki; burada karşımıza 3 özellik çıkıyor.

Normal uyuyan ilk grup; genelde saat 23.00-24.00 arası yatıyor ve sabah 07.00-08.00 gibi kendiliğinden uyanıyor.

Tavuk olarak tanımlanan ikinci grup; gece daha erken yatmayı tercih ediyor ve sabah gün doğumu ile uyanıyor.

Baykuş olarak tanımlanan üçüncü grup ise; geceyi çok seviyor, bu nedenle yatış sürelerini olabildiğince geciktiriyor. Haliyle sabah çok geç uyanıyor.

Biraz da genetik mirasımızla alakalı olan bu duruma göre; ben sabahın ilk saatlerini, gün doğumunu, güneşi tebessümle karşılamayı sevenlerdenim. Her sabah içimdeki çocukla beraber bu kutlamayı yapıyoruz. Peki ya sizler?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

31.05.2017



24 Temmuz 2017 Pazartesi

EL DEYİP GEÇMEMEK GEREK

Hepimiz bize bahşedilen bedeni ve aklı maharetle kullanmaya çalışıyoruz. Doğuştan bize armağan olan özelliklerimizle tanışmamız zaman alsa da; bedenimizin her bir parçasını sağlıklı tutmak, korumak ve geliştirmek için özen gösteriyoruz.

Bunlardan bir tanesi de ellerimiz. El deyip geçmemek gerek. İki elimiz var. Ama bir tanesini daha ağırlıklı olarak kullanıyoruz.

Peki neden dersiniz?

Çünkü uzmanlar genetik olarak ve doğuştan itibaren beynimizin; belli bir elimizi kullanacak şekilde özelleştiğini belirtiyor.

Yumulu ellerimizi açık tutmaya başladığımız 3.aydan itibaren başlayan keşfimizde; 5.ayla beraber ellerimizi kullanmaya başlıyoruz. Geçen zaman içinde de farkında olmadan bir elimizi daha çok kullanıyoruz.

Kimimiz sağ elini kimimiz ise sol elini kullanırken çok daha rahat. Görevleri yerine getirirken gereken hızı ve düzeni onunla sağlıyor.

Dünya genelinde elde edilen verilere göre; insanların yaklaşık yüzde70 gibi büyük bir kısmı sağlak. Yani sağ elini kullanıyor.

Yaklaşık yüzde 10’nu solak. Yani tercihlerini sol elden yana yapmışlar. Ama hepsi bu kadarla sınırlı değil.

Hem sağ hem de sol elini karışık olarak kullanan, yani bizler gibi zorlanma yaşamadan değiştiren insanların durumuna ‘Karışık ellilik’ deniyor. Sayıları solaklardan daha fazla. Neredeyse yüzde 20 civarında. Farkındalıkla ve biraz da sabır ve denemeyle öğrenilebilir bir durum olsa da; bir elin kullanımı yine de diğerinden daha ön planda.

Bunun tam tersi, iki elini beraber kullanırken kafa karışıklığı yaşayan, süratli ve düzenli olamayan küçük bir grup var. Onlara ‘Ambilevöz’ deniyor.  

Konumun ana kaynağı ise son grupta. Onlar doğuştan itibaren her iki elini de AYNI ANDA, aynı başarı ve hızlılıkta kullanan kişiler. ‘Çift elli - Ambidekster’ olarak anılıyor. Sayıları oldukça az olan bu kişiler becerilerini sonradan öğrenmedikleri için, her işte başarılı oluyor. Çoğu da dahi sınıfında zaten.

Peki hiç gözlemlediniz mi evcil hayvanlar, kedi ve köpekler nasıl davranıyor acaba? 
Ya da diğer canlılar? Onların da bir tercihleri oluyor mu?

Yapılan bilimsel araştırmalar; her canlının bir elini kullanmaya meyilli olduğunu göstermiş. Ancak oranlar biz insanlar gibi dengesiz değil. Neredeyse yarı yarıya.

Şimdi gelelim elimizi yönlendiren ve el kaslarımıza hareket emrini veren beynimize.

Biliyoruz ki; iki yarı küreden oluşan beynimizde bazı özellikler sağ, bazı özellikler sol yarı kürede özelleşiyor. Yani bir anlamda aralarında iş bölümü yapılıyor. Bununla alakalı olarak; beynimizin sol yarımküresi bedenimizin sağ yanını, sağ yarımküresi ise sol yanını kontrol ediyor.

Beyin üzerinde yapılan sayısız araştırma, pek çok teoriyi de gün yüzüne çıkarmış. Bu teoriler dil ile el tercihi arasında belirli bir ilişki bulunduğunda hemfikir. Ancak nedeni konusunda henüz kesin bir sonuca ulaşılabilmiş değil. Ve bu amaçla incelemelere devam ediliyor. Beynin evrim araştırmaları sonuçlandığında daha net bilgilere kavuşacağımız ise kesin. Ben her zaman ki gibi merakla bekliyor olacağım.

Elimizde tam kesin veriler olmamakla beraber; zeka konusunda solakların, sağlaklardan 1 puan önde olduğu belirtiliyor.

Ama aramızda çok daha özel olanlar var.  Zeki, yaratıcı, çalışkan, sabırlı, disiplinli olan bu kişiler birer deha. Üstelik hepsi AMBİDEKSTER.

Yaptıklarıyla, bıraktıkları eserlerle, yaşadıkları dönem içinde verdikleri mücadele ve çalışmalarla hep hatırlanıyorlar.

Onlar kim mi?

İtalyan Leonardo Da Vinci ilk sırada. Rönesans döneminin bu önemli filozofu, astronomu, mimarı, mühendisi, mucidi, matematikçisi, anatomisti, müzisyeni, heykeltıraşı, botanisti, jeoloğu, hazerfanı tam bir ambidekster.

Aynı anda her iki eli ile hızlı bir şekilde yazı yazabiliyor. Veya bir eli ile teknik çizimler yaparken, diğer eli ile resim üstünde gerekli yerlere yazı yazabiliyor.

Sağ eli ile yazdıkları, aynı anda kullandığı sol eli ile yazılmış metnin aynadaki bir yansıması. Dolayısıyla bir metni ve tersini yazma ve okuma yeteneğine ‘Da Vinci’ ismi verilmiş.

Diğer bir ambidekster 20. yüzyıl yaşamını icatlarıyla renklendiren Amerikalı mucit ve iş adamı Thomas Alva Edison.

Bir başka ünlü deha ve ambidekster, eserleriyle 20. yüzyıla damgasını vuran İspanyol ressam ve heykeltıraş Pablo Picasso.

19. yüzyılın en büyük bilim adamlarından bir tanesi olan İngiliz fizikçi ve kimyacı Michael Faraday’ı unutmak olmaz elbette.

Son olarak Rusya’da Leonardo da Vinci’nin yeteneklerine benzer özellikleri olan Viktor Tkaçenko’dan söz etmek isterim. Halen Sibirya’da yaşayan 57 yaşındaki Tkaçenko, aynı anda her iki eliyle da yazabiliyor. Son derece hızlı yazmasına rağmen yazısı düzenli ve anlaşılır. Buradaki ilginç nokta ise bu yeteneğinden ancak yıllar sonra; Da Vinci’nin benzersiz yetenekleriyle ilgili bir yazıyı okuyunca fark etmiş olması.

Kim bilir belki bizim aramızda da böylesi güzel yeteneklere sahip kişiler vardır. Beyin kıvrımlarını sonuna kadar zorlayan, yeteneklerinin farkında olan, onları geliştirmek için çabalayan herkese selam olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

28.06.2017




17 Temmuz 2017 Pazartesi

ZİHİN KARATESİ mi? (2/2)

Biz ne kadar güçlü olursak içimizde ne kadar çok sevgi tohumu yeşertirsek; dışarıda olanlardan o denli az etkileniriz.

Unutmayalım zihnimizin direksiyonu bizim elimizde.

Sadece bizim.

Kendimizin.

Başka bir kişinin ya da kişilerin o direksiyonu ele almalarına izin verip vermemek yine bize kalmış.

Bize kızan, öfke duyan, kavga etmenin yollarını arayan, ön yargılarıyla içimizi acıtmaya çalışan insanlara vereceğimiz her olumsuz tavır; onları ödüllendirmek sadece.

Bir anlamda, hayat direksiyonumuzu ellerine vermek. Bizi üzmeleri için yardım etmek.

Peki bunu neden yapıyoruz ki?

Daha çok mutsuz olmak için mi?

Hayatımızı karartan kişileri; kendimizden daha değerli bulduğumuz için mi?

Kötü duygularının, olumsuz görüşlerinin muhatabı olarak; kendimizi daha da kötü hissetmek için mi?

Elbette hiç biri değil.

Kendimize bunca haksızlığı yapıyor olmamız ne kadar büyük yanılsama.

Lütfen duralım hemen şu anda.

Duralım ve düşünelim.

Gerçekleri. Çarpıtmadan, atlamadan yüzleşelim yaşadıklarımızla. Ve bir karar verelim ivedilikle.

Öfkeye sakinlikle, negatifliğe pozitiflikle, ön yargıya yargısızca empatiyle, nefrete sevgiyle, kabalığa nezaketle karşılık vermeye çalışalım. Buna uzmanlar zıtlar kanunu diyor.

Direksiyonumuza sahip çıkmak adına zıtlar kanununda belirtilenleri önemsememiz lazım.

Bunun için her şeyden öte, bizim anlayışlı olmamız gerekiyor.

Kabul edemeyeceğimiz düşünceleri bile sakince dinlemek ne büyük erdem. Anlamaya çalışmak demiyorum henüz. Çünkü bizler daha sakince dinlemeyi öğrenemedik ki. 
Hemen tepki veriyoruz. Dayanamıyoruz.

Peki neden?

Kendimize güvenmediğimiz için. Eğer öz güvenimiz tamamsa, karşımızdaki kişiyi sakince dinleyebilir; hak vermesek de direksiyonu elimizden almasına izin vermeden; kendi yolumuza yeniden huzurla devam edebiliriz.

Bunu yavaş yavaş yaptığımız andan itibaren; direksiyonun gerçek hakimi bizler olacağız.

Denemekten, sabırla tekrar etmekten korkmayalım olmaz mı?

Biz yolu da biliyoruz. Yaşam yollundaki süreçte hayatımızı nasıl yönlendireceğimizi de.

Yalnız mıyız bu yolda?

Varsın olsun. Kalbimiz yanımızda ya. O bize yeter de artar her şey için.
Sakin, sessiz ve huzur dolu bir yolu elbet bulacağız.

Böylece hem kendimizi daha iyi hissedeceğiz. Hem sevgi tohumlarımızı çoğaltacağız. 
Hem de yolumuzdan ayrılmamış olacağız. Artıları ve getirileri ne kadar da güzel bakar mısınız?

İşte zihin karatesini öğrendik bile. Artık ne istediğimizi biliyoruz. Zarafetimizin asil koruma kalkanı elimizde, yaşam koşumuza güvenle devam etme zamanıdır artık.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.05.2017

Kaynak: https://aklinizikesfedin.com; Bernabé Tierno imzalı Karate Mental.





ZİHİN KARATESİ mi? (1/2)

Sadece ismi bile konuyu merak etmemize yetiyor. Öyle değil mi?

Zihnimiz bedenimizin direksiyonunda.

Tüm yaşam döngümüzü yönetiyor.

Ona iyi bakmak işte bu yüzden önemli.

Belki de bu yüzden; daha güçlü olabilmek adına; karate yapabilen bir zihnimizin olması hiç de fena bir fikir değil.

Bilgi sahibi olmak adına kelimeler arasında sörf yapmaya var mısınız?

Zihin Karatesi  (Karate Mental) aslında bir kitap ismi.

Yazarı İspanyol asıllı; eğitimci ve psikolog Bernabé Tierno.

Dünya çapında bilinen altmıştan fazla kitabı ile de hayatın zorlu süreçlerine ışık olmuş bir yazar aynı zamanda.

Bu kitap, eline alan herkesin hayatına ışık tutuyor az ya da çok. Çünkü insanların zihnini, duygu ve davranışlarını nasıl kontrol edeceğini gösteriyor. İçinde bolca sevgi ve olumlu bakış açısı var ayrıca. Bu bile kitabı sevmemiz için öyle önemli ki.

Her şey bugüne değin söylenen, yazılan, paylaşılan pek çok yazıda olduğu gibi. 
Değişik bir şey değil biliyorum. 

Duygu ve davranışlarımızın farkında olmak; onları kendi kontrolümüzde tutmak.

Her şeyin temelinde bu var.

Kilit noktada.

Ama gelin görün ki bir türlü yapamıyoruz. En küçük bir terslikte dahi ne duygularımıza ne de davranışlarımıza sözümüz geçmiyor.

O Anlarda direksiyondaki zihnimiz basıyor gaza. Öyle hızla gidiyor ki biz bile neler yaptığımızı; olay bitip ardından tekrar düşününce anlayabiliyoruz.

Aramızda var mı tersini yapabilen?

Direksiyonun hakimiyetini zihninin elinden alıp; yaşamına, anlarına kendi istediği gibi yön veren?

Var elbette. Kötümser olmamak gerek.

Ama sayıları öyle az ki. Üstelik yapabilenlerin bu güzel döngüsü süreklilik arz ediyor mu? Orası da meçhul bence.

Kelimelerin gücünü artık biliyoruz. Ağzımızdan çıktığı andan vardığı noktaya kadar yaptığı eylemleri de.

Sevgi ve zarafet yüklü iseler; olumlu enerjilerle sarılmışlarsa, merhem gibi sarar yüreklerimizi.

Acı, öfke, kin, yargı ve nefret yüklenmişlerse tıpkı zehirli bir ilaç gibi acıtır ve yaralar içimizi.

Sadece kendimizin dikkat etmesi yeterli mi peki?

Etrafımızda pek çok olumsuz tavır, davranış varken; hakaret dolu sözler havada uçuşurken kolay mı sakin kalmak?

Her şeyin KENDİMİZde olduğunu anladığımızda; bu soruya verecek cevabımız kocaman bir EVET olacak. Tüm gayretimiz de sadece bunun için aslında.

Çünkü herkes kendi hayatını yaşıyor. (devamı 2/2’ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

20.05.2017

7 Temmuz 2017 Cuma

SEVGİYLE YOĞRULMAK (2/2)

Peki ya kalbimizde sevgi olmasaydı?

Ona rağmen dönüşmeye çalışsaydık ne olurdu?

O karanlık tünelden çıkamazdık büyük ihtimalle.

Egonun şişirdiği, kalın duvarlar ardından yaşama korkuyla bakan insanlar olurduk. 

Yaşamı anlayamadığımız ve farkındalıktan uzakta kaldığımız için de; mutlu olmayı boşuna bekler dururduk.

Öyle değil mi?

Peki sevgiyi nasıl bulacağız?

Gelin bunun için eski bir Zen öyküsünden yardım alalım. En basit dokunuşlarda bile sevginin etkisini içimizde hissedelim.

Uzak diyarların birinde yaşayan yaşlı bir Zen rahip varmış. Hayatının son demlerine vardığını anlamış. Çevresindekilere artık son gününün gelip çattığını söylemiş. Onu sevenler, öğrencileri, yakınları, dostları, arkadaşları uzak yakın demeden; yanına gelmeye başlamış.

Yalnızca içlerinden bir tanesi, rahibin acı haberini duyunca hemen pazara koşmuş. Niyeti ustasının çok sevdiği pastayı almak ve onu son kez mutlu etmekmiş.

Rahibin evine elindeki pastayla ulaştığında endişeli bir kalabalık sarmış dört bir yanını. Meğerse ustası onu bekliyormuş. İçeriye henüz adımını attığında bilmiş gibi; elindeki pastayı sormuş. Öğrencisi duyduğu sorudan memnun, aldığı pastayı ustasına uzatmış.

Etrafındakiler şaşkın vaziyette onları izlerken; ustası o en sevdiği pastayı özenle eline almış. Elleri titremeden, sakin ve huzurlu bir şekilde kocaman ısırmış.
Etrafındakiler ustalarının ağzından çıkacak son sözlere kulak kesilirken; kulaklarında şu cümleler yankılanmış.

‘’Ölüme gidiyorum. Ama korkmuyorum. Bedenim yaşlanmış olabilir ama ben hâlâ gencim ve bedenim geride kaldıktan sonra bile genç olarak kalacağım. Bu arada bu pasta hala çok lezzetli."

Öykümüz bu sözlerle bitiyor.

İşte ANda kalmanın gücü.

İşte paylaşılan sevgi.

Değişime giderken bile hayata tutkuyla ve sevgiyle bakmanın asaleti.

Yaşamın en son anına bile hak ettiği değeri vermenin önemi.

Sözün kısası yaşamak ve yaşatmanın güzelliği.

Her nefesimizde, her hareketimizde kalbimizin ve ruhumuzun tatmin olup, mutluluğu hissettiği ANların mucizesi bu değil mi?

Tüm bu nedenle sevgiye gözümüz gibi bakmalıyız diyorum ben. Onu büyütmeliyiz içimizde. Etrafımızdakilere bulaştırmalıyız elimizden geldiğince.

Hepimizin en büyük yaşam görevi; saf ve beklentisiz sevgilerin tohumlarını çoğaltmak olmalı. Çünkü dünyayı ancak sevgiyle kurtarabiliriz tüm bu çirkinliklerden.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.05.2017

Kaynak: Osho- Aşkın en güzel çiçeği SEVGİ kitabı.

SEVGİYLE YOĞRULMAK (1/2)

Sevgi en kuvvetli şifa kaynağımız.

Sevgi zorluklara ve kötülüklere karşı en güvenilir koruma kalkanımız.

Sevgi kalbimizde hızla büyüyen en nadide çiçeğimiz.

Sevgi hayatımızı anlamlı kılan yol arkadaşımız.

Sevgi aşkla bakan gözlerimizin en parlak ışığı.

Sevgi olmazsa olmazımız.

Peki sevginin varlık nedeni nedir? Derinlemesine hiç düşündünüz mü?

Bu sorunun değişik cevapları var. Bunlardan bir tanesi de İsviçreli yazar ve ressam Herman Hesse’ e ait.

‘’Sevginin varlık nedeni, bizi mutlu kılmak değildir. Benim inancıma göre sevgi, acı çekmelerde, çilelere katlanmalarda ne kadar güçlü olduğumuzu bize göstermek için vardır.’’

Üzerinde düşünülesi bir cümle bana göre. Çünkü ilk okuyuşta düşünce kalıplarımızı biraz sarsıyor. Sevgiyi acıyla yan yana düşünmekte zorlanıyor insan.

Üstelik ünlü Hintli mistik guru Osho’nun sevgi tanımında da benzer dokunuşlar yer alıyor.

Sevginin acı verdiğini söylüyor. Sevginin bir dönüşüm olduğunu, her dönüşümün de insana acı vereceğini savunuyor.

Aslında sevgiyi bir dönüşüm olarak düşünmekle başlıyor her şey.

Her dönüşümde alışılan eski kalıplar yıkılıyor, yerine yenileri konuyor. Ve bu durum oldukça zorlayıcı geliyor bizlere. İçimizde sızılar bırakıyor. Zihnimiz yeniyi kullanamadığı, eskiye dönme eğiliminde olduğu için de; içimizde korkular başlıyor zamanla. Yenideki bilinmezliğin verdiği güvensizlik korkusu dozunu yavaş yavaş artırıyor.  Tam anlamıyla bir değişimin içinde buluyoruz kendimizi. Değişirken karanlık tünellerden geçiyoruz. Korkumuza endişe eşlik ederken sızılarımız artıyor. Ta ki ışığı bulana değin.

Ancak tüm bu zorlu süreçte kalbimizdeki sevginin bize eşlik etmesi şart.  

Sevgimiz önce acıyla harmanlanıyor. Sonra korku bulutuna sarılıyor. Ardından endişe yağmuru ile ıslanıyor. Ama öyle güçleniyor ki, hem bizi koruyor, hem de gücü artıyor.
Dolayısıyla tünelden çıktığımız anda; hem istediğimiz gibi değişmiş, hem zoru başarmış, hem de sevgimizi büyütmüş oluyoruz.

Kendimizi ararken yaptığımız yolculuklardan sadece bir tanesi olsa da başaracağımızı biliyoruz artık.

Kendimize olan güvenimiz tam.

Kendimiz de büyüyoruz o zor adımlarla.

Neler yapabileceğimizin farkındayız. Çünkü kendimizi daha iyi tanıyoruz artık.
Egomuzun sesini kıstık. Duvarlarımızı yıktık. Dışarıdan bakınca korunmasız gibi görünsek de içten içe güçlendik.

Tüm bunlar yaşamı daha iyi anlamak, hayata hak ettiği değeri vermek ve mutlu olmak için öyle önemli ki. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.05.2017
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...