28 Haziran 2017 Çarşamba

TEPEMİZDEKİ KESKİN BALTA

Hepimiz bile isteye ucu keskin mi keskin bir balta taşıyoruz tepemizin üstünde. 

Kendimize ve etrafımıza ne kadar zararı dokunacağını bilmeden hem de.

Nedir mi bu baltanın anlamı?

Tahmin edebilmeniz için birkaç Kızılderili atasözünü paylaşmak istiyorum önce.

*Komşun hakkında hüküm vermeden önce, iki ay onun ayakkabıları ile yürü.

*Onun ayakkabıları ile bir mil yürümediğiniz sürece bir kişiyi asla eleştirmeyin.

*Bir başkasının kabahati hakkında konuşmadan önce, daima kendi çarığının içine bak.

*Biri yolunuzu yargıladığı zaman, ona ayakkabılarınızı ödünç verin.

Hepsi tek bir sözcüğü işaret ediyor değil mi?

Evet doğru tahmin. Bildiniz.

Tepemizdeki keskin balta… YARGI.

Hemen hepimiz yargılıyoruz. Kendimiz dahil gözümüze kestirdiğimiz herkesi hem de. Etrafımızdaki kişiler, hatta çok sevdiklerimiz tarafından da yargılanıyoruz.

Yani o keskin baltayı bırakın usulca kenara koymayı, gözlerden uzakta saklamayı; her gün keskinleştiriyoruz. Ve ne acıdır ki mutlaka canlarını acıtacak birini ya da birilerini buluyoruz.

Üstelik yargılandığımızda ne kadar içimizin acıdığını unutmuşçasına; karşımızdakileri yargılarken bir an olsun düşünmüyoruz.

Peki neden?

Yine her zaman olduğu gibi işin kolayına kaçıyoruz galiba. Düşünmeden, empati yapmadan, içinde bulundukları şart ve koşulları doğru dürüst anlamadan; balıklama atılıyoruz konunun içine.

Oysaki kendimize yapılmasını istemediğimiz bir davranışı başkasına yapmamız ne büyük yanılsamadır. Öyle değil mi?

Önce yargılandığımız durumda ne yapabiliriz onu düşünelim mi?

İçimiz acıyacak orası kesin. Ancak uzmanlar, önce derin bir nefes alıp biraz geri çekilmeyi öneriyor. Ardından söylenen her ne ise; kendi üzerimize elbise gibi giymeye çalışmamamız gerektiğini. Yani kişisel algılamamaya çalışacağız. Gerçeğin er geç ortaya çıkacağına inanacağız.

Hepsi bu kadar.

Evet kolay değil. Evet içimizi kemiren kurt rahat durmayacak. Ama olsun. Deneyerek neler başarılmaz ki?

Şimdi gelelim işin en zor tarafına.

Kendimize.

Biz tepemizdeki o keskin baltayı kendimize ya da sağa sola savurmaktan, kendimizin ya da insanların canlarını acıtmaktan ne zaman vazgeçeceğiz?

İşte bu noktada Kızılderili sözlerini hatırlamak gerek.

O başkalarına ait olan ayakkabılar var ya, onları düşünmek bile yeterli bence.

Yani kendimizi o yolda yürüyen kişinin yerine koyacağız. Her şeyiyle. Tüm o şartları fark ederek. Yol tozlu belki, göz gözü görmüyor. Ya da balçık içinde hep ayakları kaydırıyor. Ya da öyle derin çukurlar var ki her adımda ayakları kanatıyor. Hele bir de ayakkabılarımız o şartlara uygun değilse. Vay bizim halimize.

Gözünüzün önünde canlandırın istedim böylesi bir tabloyu. İşte empati yapmak böyle bir şey. Kendimizi karşımızdakinin yerine koyarken, içinde bulunduğu her durumu ve şartı gözlemlemek gerekiyor. Gerekiyor ki gerçeğin hakkını verelim. Minicik bir ayrıntı bile gerçekleri farklı algılamamıza neden olabiliyor çünkü.

Hal böyle olunca inanın bana hiç birimiz yargılama yapamayız. Haksız mıyım?

İşte başardık bile.

Peki ya kendi kendimize yaptıklarımız?

Öncelikle her ne durumda olursak olalım o keskin baltayı kendimize çevirmemek gerekiyor. Bunun tek yolu ise kendimizi sevmekten, ne kadar değerli olduğumuzu bir an önce anlamaktan geçiyor.

Konu ile ilgilenen yetkililer; bazı kişilerin yargılamaya daha istekli olduklarını söylüyor. Yani onlar o keskin baltayı her gün bıkmadan usanmadan bilemekle meşguller.

Peki onlar kimler dersiniz?

Öz güven eksikliği hisseden kişiler ilk baştaki sırada. Kendi eksikliklerini, hatalarını başkalarına yükleyerek; kendilerini daha üstte tutmaya çalışıyorlar. Çünkü tek başlarına bunu yapacak kadar cesaretleri, güvenleri yok kendilerinde.

İkinci sırada empati yapamayanlar var ki, bence bunlar büyük bir çoğunlukta. Kendi güçlerinin farkında değiller üstelik.

Yaşadıkları acı deneyimlerden ders alıp, yollarına devam edecekken; acılarını içlerindeki kin ve öfke ile besleyenler üçüncü sırada. Ancak karşısındaki de acı çektiğinde acısını unutacaklarını sananlar bunlar.

İşte tepemizdeki keskin balta.

Yargılar.

Yargılarımız.

Yaşattıkları ve bizim yaşadıklarımız.

Seçim her zaman ki gibi sadece bize ait.

Ben o keskin baltamı bilemekten epey zaman önce vazgeçtim. Usulca kaldırıp, gözlerden uzakta tutmayı seçiyorum şimdilerde.

Ya sizler? Hala biliyor musunuz yoksa?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.05.2017





14 Haziran 2017 Çarşamba

DUYGUSAL AÇLIĞIMIZ (2/2)

Oysa kabullenseydik, duvarlarımızın ardına saklanmak yerine acı gerçekle yüzleşip bir an için de olsa sakince düşünebilseydik; o zorlu sınavdan aldığımız derslerle kurtulabilirdik.

Başka insanların hayatlarına tabi olmak, önceliği onlara vermek, kendi hayatını görmezden gelmek kendimize yapacağımız en büyük kötülüklerden. Kendimizi neredeyse hiçe sayarken, aslında duygusal açlığımızı bastırmaya çalıştığımızı fark edemiyoruz. Sadece kendimizi kandırıyoruz o kadar.

Peki mutlu muyuz? Değiliz elbette.

Yapılan araştırmalar Amerika’da her 10 insansan 4’ünde insan bağımlılığı olduğunu ortaya çıkarmış. Bu oran gelenek ve göreneklerine bağlı ülkemiz için ise çok daha yüksek.

Bizler sevgiyi ilk önce kendi içimizde yeşertmemiz gerektiğini bilmiyoruz. Başkaları bizi sevsin, takdir etsin diye çabalıyoruz. Bu nedenle asla kendimiz gibi olamıyoruz. Yalnız kalacağız diye ödümüz kopuyor. Hep başkalarının fikirleri ile hareket ettiğimiz için korkumuz katlanarak artıyor.

Bilmiyoruz ama depresyonun sınırındaki o incecik ipte sallanıyoruz. Üstelik tercih hakkını başkalarına verdiğimiz için; o kısır döngüden kurtulmamız da zamanla daha zorlaşıyor.

Hele hele bağımlısı olduğumuz insanı bir şekilde kaybedersek o ipin koparak bizi gerçek acının içine sürükleyeceğinden habersiziz. İşte bu nedenle pek çok insan; şartları ne kadar zor ve kötü olursa olsun, bağımlısı olduğu insandan vazgeçemiyor. 

Her türlü davranışına katlanıyor. Sessizce kabulleniyor. Yalnız kalmamak adına acı çukurunda yaşamayı seçiyor.

Çünkü kendi değerini bilmiyor. Küçük görüyor. Kendisini nasıl ifade edeceğini öğrenmemiş. Her zaman başkaları tarafından korunup kollanmış. En basit kararlarda dahi onay bekliyor. Sorumluluk almaktan kaçınıyor. Eleştiriye açık olamıyor. Hemen kırılıyor ve savaş kalkanlarını çıkarıyor. Karamsarlık bulutunu hep başının üstünde taşıdığı için güneşe hasret. Kendi kendisine yetemeyeceğini düşünüyor. Sadece bir gün bile yalnız kalsa hemen mutsuz oluyor, kendisini çaresiz hissediyor.

Bulunduğu ortamda kendi düşüncelerini açıklamaktan kaçınıyor. Başkalarının fikirlerine yorum getirmekten de. Susuyor ve dinler görünüyor. Çünkü insanların desteğini kaybetmek korkuyor.

Halbuki zaman zaman yalnız olmak, yalnız kalmak güzeldir.

Özgürce düşünmek, kendi kararlarını kendi istediği gibi vermek, hayal ettiği her şey için çabalamak özeldir. Ve tüm bunlar bizim kendimize karşı olan sorumluluklarımız bence.

Kendi kendimize yeten olmayı da bileceğiz, bir topluluk içine girdiğimizde zarafetle bir yer edinmeyi de.

Zarafetimizle, hayata bakış açımız ve yaşamı kucaklama şeklimizle başkalarının örnek aldığı bireyler olmak hepimizin elinde. İçimizde o potansiyel var.

Yeter ki farkında olalım.

Sevgimizle besleyip büyütelim.

Unutmayalım ki hiç kimsenin korumasına, kollamasına, onayına muhtaç değiliz.

Önceliğimiz kendimizle.

Kendimizi sevgi ile kendi hayatımıza adarsak yalnızlığı da sevebiliriz.

Son söz olarak ben diyorum ki; mutlu olmak için kendine yeten olmayı bilmek gerek.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

06.05. 2017





DUYGUSAL AÇLIĞIMIZ (1/2)


Duygularımız bizim en hassas yanımızın dile gelen sesleri. Onları bastırdığımızda, içimizden geldiği gibi açıklayamadığımızda içimizde birikmeye başlıyor. Ve her biri dış dünyamıza kurduğumuz duvarın harçları ya da tuğlaları olarak görev yapıyor.


Stres, öfke, üzüntü, sıkıntı, yalnızlık gibi olumsuz duygu grubunun ruhumuz üzerindeki en büyük etkisi bizi duygusal anlamdaki açlığımızı tetiklemesi.

Bu öyle bir açlık ki, ruhumuzu yaralamak için eline geçen her fırsatı kullanıyor.

Henüz çocukken aile içinde başlıyor ilk sinyaller. Sevgiden yoksun, aralarında iletişimsizlik sorunu olan, baskı ve dayatma gibi yolları tercih eden, birbirini duymayan, dinlemeyen, anlamayı yük sayan ailelerde yetişmek duygusal açlığımıza zemin hazırlıyor maalesef.

Kendisini yeterince sevmeyen, her davranışında bir kusur arayan, cesaret yerine güvensizliğin davul seslerini duyan bireyler oluyoruz.

Hal böyle olunca; bir sebeple iş değiştirdiğimizde, işten atıldığımızda, maddi anlamda zorluk çektiğimizde, ilişki sorunları yaşadığımızda, terk edildiğimizde, aşk acısı çektiğimizde ya da aşırı stres ve yorgunluktan tükenmişlik sendromuna yakalandığımızda kapımızı daha kuvvetli çalabiliyor.

Problemli ailemizin yarattığı o kaygan zeminde; sağlam ve emin adımlarla yaşama koşmak bizi diğerlerinden daha fazla zorluyor. Giderek artan iletişimsizlik bizi içimizde tutsak hale getirirken, duygusal açlığımız artıyor. Ruhumuzu doyuramaz hale geliyoruz zamanla.

Ve işte o noktada bu açlığı bastırmak, toplumda yeniden var olmak için kendimizden vazgeçip, bir başkasına ya da başkalarına bel bağlıyoruz. Geçen süre içinde fark etmeden o insanın ya da insanların bağımlısı haline geliyoruz.

Asıl tehlikenin o zaman başlayacağından, giderek mutsuzluğun dibine vuracağımızdan habersiz, mutluluk oyununa kendimizi kaptırıyoruz. Artık karar veremeyen, her adımında bir destek bekleyen, cesaretsiz, özgüvenden yoksun bireyler oluyoruz.

Kendi hayatımızı değil bağımlı olduğumuz insanın hayatını yaşadığımızı, her şeyi sadece onun isteği doğrultusunda yapmaya izinli olduğumuzu ne yazık ki başlarda fark edemiyoruz. Fark ettiğimiz noktada ise iş işten geçmiş oluyor.

Gerçeklerin tadı acıdır. Boğazımızı yakar da geçer. Ve bakın Stefan Zweig İskoçya kraliçesi Mary Stuart biyografisinde bunu nasıl tarif eder;

‘’ Ama gerçek ne zaman güç kullanarak bastırılmak istense; kendisini savunmasını bilir. Gündüzün aydınlığında susturulsa, gecenin sessizliğinde konuşur. ‘’

Gerçekten de terk edildiğimizde, kayıplar yaşadığımızda hayatın acı gerçekleri hiç susmuyor. Sudan çıkmış balık misali çaresiz, güçsüz bir hisle hayatın çarkları arasında sıkışıp kalıyoruz. Uzmanlar madde bağımlılığı ne kadar tehlikeli ise insana bağımlı yaşamanın da bir o kadar tehlikeli olduğunu savunuyor.

Kendimizi yapayalnız, çaresiz hissetme halinde içimizde adeta bir yerlerimiz kanıyor. İşte o anda hissettiğimiz acıyla her şeyden hatta yaşamdan bile kopma noktasına geliyoruz. Gözümüzde hiçbir şeyin kıymeti kalmıyor. Kendimizi korumak adına sığınağımıza, o kalın duvarlarımızın ardına saklanıyoruz. Saklanırken acılarımızı hafifletmek adına ya yemeklerden alıyoruz hırsımızı ya keyif verici zararlı maddelerden.

Peki içinde bulunduğumuz durumu kabullenmemiz kolay oluyor mu?
Maalesef hayır.

İçimizde gittikçe kabaran öfke ve kinle suçlayacak birilerini arıyoruz ivedilikle. Suçu onların üstüne atıp nefes almak istiyoruz. Kendi içimize dönüp, ağlayan çocuğun gözyaşlarını silmeden; intikam planları yapmaya başlıyoruz. Aklımız fikrimiz suçlu bulduğumuz kişilere söyleyeceğimiz sözlerde ya da yaptırımlarda; dalgalarda debelenip duruyoruz.

Sonuçta debelenmemiz bitmiyor ve içinde bulunduğumuz o durumdan bir türlü kurtulamıyoruz. Kendimize verdiğimiz zararlar da cabası. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

06.05.2017

5 Haziran 2017 Pazartesi

DÜNYANIN EN MUTLUSU (3/3)

Peki bizler de onun gibi çok mutlu olmayı becerebilir miyiz dersiniz?

Bunun için öncelikle dünyanın bu en mutlu insanının tavsiyelerine kulak vermeliyiz bence.

İçsel kontrol. Yani dış dünyayı kontrol etmekten vazgeçip, özümüze dönmek ve onu kontrol etmek ilk adım.

Hayallerimizi sımsıkı kucaklamak. Yani arzu ve isteklerimiz için çaba göstermemiz, üzerinde çalışmamız gerekiyor.

Öfke kontrolü. Öfkemizin farkına varıp, uzun süreli bizi ele geçirmesine mani olmak ve yapacağımız alıştırmalarla zaman içinde sesini minimuma indirmek önemli.

Mutluluk yolunda ilerlerken elde ettiğimiz keyfin bizi yorup tüketmesine, hatta dağıtmasına izin vermemek de var sırada.

Maddiyattaki zevklerin aldatıcı ve geçici mutluluk yaratmasına set çekmek ise diğer bir önemli adım.

Sonuçta; basit, son derece sade ama kaliteli yaşamda yakalayacağımız HUZUR ve TAMAMLANMA hissi bizi mutluluğa taşıyacak. Bu sözler M. Ricard’a ait.

Duygularımıza hakim olmak için bilinçli olmayı öğrenmemiz şart. Çünkü ancak o zaman duyguların gelip geçici olduğunu; zihnimizin kontrolünü elimize aldığımızda, hepsinin üstünde KENDİ ÖZÜMÜZ olduğunu anlayacağız.

Sağlıklı beyin bize huzurlu bir zihin sunacak.

Bunun için de dingin kalmaya çalışmamız çok önemli. Hem de her türlü olumsuz şarta rağmen.

Huzur dolu yerlerde çokça vakit geçirmek, bizi gülümseten insanların yanımızda olmasına izin vermek, farkındalıkla duygu ve düşünce akış dümenine sahip çıkmak gerek.

Oysa bizler, mutluluğu aradığımız halde ona sırt çeviriyoruz. Acı çekmek istemediğimiz halde inatla ona doğru yürüyoruz.

Peki neden?

Acaba bazı duyguları birbirine mi karıştırıyoruz dersiniz?

Zevk ile mutluluk farklı şeyler diyor M. Ricard. Zevk zamana, nesneye ve yere bağlı. 
Mutluluk ise huzur ve tamamlanma hissine.

Unutmayalım ki, her şeye sahip olmak, dış koşullara bağlı olmak demek.

Yani mutluluğumuzu böyle sağlamışsak, o koşullardan sadece bir tanesi bile değişse mutsuzluk kapımızı gümbür gümbür çalacak demek.

Koşullar zorlasa da; iç huzur, iç kuvvet, iç özgürlük ve öz güveni korumamız elimizdeki yaşam anahtarımız adeta.

Bunun için bu değerli koşulları beslememiz lazım.

Zihnimize iyi bakmalıyız. Onu ihtimamla tüm olumsuz duygulardan korumalı, duygu kontrolümüzü elimizde tutmalıyız.

Öfke, kin, nefret gibi bizi perişan eden duyguların bizi yönetmesine izin vermemeliyiz.

Son olarak toparlarsak; eğer kuvvetli bir bilince sahip olursak, zihnimizi dönüştürmemiz, olumsuz duyguların yerine olumluları koymamız mümkün.

Saf bilinç, saf farkındalık o kadar özel ki.

Tamamen doğal onlar.

Hiçbir şeyden etkilenmiyorlar. Ve hepimizde var. Özümüzde tohum halinde saklılar. Yeter ki aşkla çatlatalım. Sevgiyle büyütelim. Özenle geliştirelim. Merhametle, sabırla ve içtenlikle sunmasını bilelim.

ÖZÜMÜZE ve onun güzel değerlerine saygımla. İyi ki hala varlar.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.04.2017






DÜNYANIN EN MUTLUSU (2/3)

Matthieu Ricard, 1946 yılında Fransa’nın doğusundaki Savoie’da doğmuş.

Babası bir filozof.

Kendisi ise Pasteur Enstitüsü’nde moleküler biyoloji alanında doktora çalışması yapmış.

Bugün Nepal manastırında yaşayan Budist rahiplerden birisi sadece.

Genetik biliminden rahipliğe uzanan yolun ilk adımını henüz 21 yaşındayken 
Hindistan’a yaptığı bir seyahatte atmış. Orada tanıştığı Tibetli Budist rahiplerden bir hayli etkilenmiş. Doktora çalışmasını bitirince; Tibet Budizmi'ni öğrenmek için Himalayalar’a yerleşmeye karar vermiş.


Hayalini kurduğu dünyasında mal, mülk, para, ev, araba, lüks yaşam gibi maddiyata dayalı hiçbir şeye yer vermemiş.

Sadeliği ve mütevaziliği yeğlemiş.

Basit yaşamın güzelliğini keşfetmiş.

Ve bugün geldiği noktaya bakar mısınız?

Şu anda dünyanın en mutlu insanı olarak kabul ediliyor kendisi.

Onu daha yakından tanımaya ne dersiniz?

Matthieu Ricard, daha çok meditasyonun beyin üzerindeki etkilerini inceleyen bilimsel araştırmalarıyla tanınıyor.

En büyük hobisi fotoğraf çekmek.

1972’den beri Tibet’te. Şu anda Nepal’deki Şenşen Manastırı’nda yaşıyor.

Dünyadaki sayılı Budizm uzmanlarından bir tanesi. 

İşte karşımızda harika bir örnek duruyor.

Ve hepimiz onun gibi mutlu olmayı diliyoruz biliyorum.

Üstelik mutlu olmak hepimizin hakkı.

Ama ne garip bir döngüdür ki, elimizin altında olduğu halde mutluluğu hep başka yerlerde arıyoruz. Kendi içimize dönüp bakmadan, gözümüz dışarılarda, bilinmez zirvelerde gezinip duruyoruz. Kısacık anların içindeki o müthiş güzellikleri ve sıcacık mutluluğu görmüyoruz. Kıymetini bilmiyoruz.

Kim bilir belki nasıl mutlu olunacağını bilmiyoruz. Belki de mutlu olduğumuzun farkında değiliz ve onu dile getiremiyoruz.

O halde dünyanın bu en mutlu insanından alacağımız hayat dersleri olmalı. Öyle değil mi?

Matthieu Ricard; mutluluğunu ‘happiness’ kelimesi yerine; ‘well being’ yani ‘iyi olma’ hali olarak tanımlıyor. Böylece mutluluk kavramını oldukça geniş tutuyor.
Gerçekten çok mutlu. Ve bu ruh hali pek çok deneyle de kanıtlanmış.

Kendisi gibi meditasyona gönül veren deneklerle beraber Wisconsin Üniversite’nde bir dizi araştırmaya katılmış. Kafatasına bağlanan 256 elektrot yardımı ile MR görüntüleri alınmış.

Beynimizde özellikle olumlu duyguların yer aldığı ön bölge zarı çok önemli.

Çünkü beynimizin bu bölgesi; en üst düzeydeki davranışlarımızın bütün bileşenlerinin birbiri ile bağlantılarını yapıyor. Geri bildirimleri de toparlayıp hepsini bir araya getiriyor.

Bilimsel olarak değerlendirmek gerekirse; beynimizdeki tüm olumlu duygularımızı barındıran ön bölge zarındaki beyinsel aktiviteler; +0.3 ile -0.3 arasındaki değerlerle ifade ediliyor.

Ancak Ricard’ın test sonucu -0.45’in bile üzerinde çıkmış. Şimdiye kadar o seviyede bir veriye kimsede rastlanmadığını söylüyor uzmanlar. Ayrıca bilinç, dikkat ve hafızadan sorumlu bölgeleri de son derece aktif.

Dolayısıyla bu verilerle yüksek oranda mutlu olduğu kanıtlanıyor.

Neredeyse 40 yıldır meditasyon yapıyor kendisi. Beynin toksinlerden arınması için de hepimize günde en az yarım saat meditasyonu öneriyor.

Yaşamı sadece meditasyonla sınırlı değil elbette.

Son derece hareketli bir yaşamı var. Deyim yerindeyse hiç yerinde durmuyor.

Zamanının büyük bir bölümünde seyahat ediyor.

1989’dan beri Dalay Lama’nın sözcülüğünü yapıyor.

Mutluluk temalı rehber kitaplar yazıyor. ‘Mutluluğa Övgü’, ‘Keşiş ve Filozof’, ‘Kar Manastırı’ bu güzel insanın önemli kitapları arasında.

Birikimlerini paylaşmak amacıyla pek çok seminere konuşmacı olarak katılıyor.

Okul, yetimhane, hastane açılmasına yardım ediyor. Hayır işleri yapıyor.

Zihin ve Hayat Enstitüsü’nün ( Mind and Life Institute) yönetim kurulu üyesi aynı zamanda. Ve düzenli olarak blog yazıyor.

Sonuçta oturduğu yerde mutlu olmayı beklemiyor. Kendisini meşgul ederek, zamanını etrafındaki insanların mutluluğu için harcayarak mutlu oluyor. (devamı 3/3’te)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.04.2017


DÜNYANIN EN MUTLUSU (1/3)

Yaşamdan aldığımız keyif ne kadar çoksa o kadar mutluyuz.

Bu anlamda hepimizin asıl amacı mutluluğu bulmak ve onu sürekli hale getirmek.

Ama nasıl?

Kısacık anlara saklı mutluluğu bile doğru dürüst fark edemezken, bu anlamlı duyguyu kalıcı hale getirmemiz mümkün mü dersiniz?

Bu sorunun cevabı için; Harvard Üniversitesi’nde senelerdir olumlu psikoloji dersleri veren Psikolog Shawn Achor’a kulak verelim.

Bize göre mutlu ya da mutsuz olmamızın sebebi dış dünyada gerçekleşenler gibi görünür her zaman. Buna bağlı olarak da hep birilerini ya da etrafımızda oluşan olayları suçlar dururuz.

Oysaki Shawn Achor, uzun vadeli mutluluğun %90 gibi yüksek bir oranının dış dünya tarafından değil, beynimizin dünyaya bakış açısı tarafından belirlendiğini söylüyor.

Orana dikkatinizi çekerim.

Yüzde doksan!

Yani dışarıda ne olursa olsun, özümüzdeki iyimserlik ve tüm olumlu duygular her şeye bedel.

Üstelik bu durum sosyal hayatımıza, iş ve aile yaşantımıza, etrafımızdaki kişilere kadar her şeye mutlak bir şekilde yansıyor.

Tesadüf eseri bu yazımı yazarken, bir süredir keyifle okumakta olduğum Mary Stuart biyografisinde karşıma çıkan ve not aldığım iki cümlenin tam da yeri bana göre. Stefan Zweig şöyle diyor ünlü İskoçya kraliçesinin yaşamını anlatırken;

‘’Dış dünyanın rastlantısal olayları, insan yazgısına hiçbir zaman anlam ve biçim vermemiştir. İnsan hayatını biçimlendiren ya da mahveden şey, doğuştan beri içinde var olan, ona özgü yasalardır.’’

İşte bu satırlar da yukarıda paylaştığım ve bizi etkileyen yüzde doksanlık oranı kanıtlar gibi adeta. Öyle değil mi?

O halde dış dünyamızda yaşanan zorlayıcı koşulların, strese sebep olan olayların ruhumuzu etkilemesini önlemenin tek yolu; özümüze özen göstermekten geçiyor. 
Tabiri yerindeyse ona gözümüz gibi bakmalıyız.

Doğarken miras olarak aldığımız çocuk sevincini korumak bizi öfkeden de, kırgınlıklardan da, hayal kırıklıklarından da koruyacak tek güç çünkü. Bunun için sakin ve dingin kalmanın yollarını bulmalıyız. Ruhumuzu dinlendirdikçe, o çocuk sevincinin haykırışlarını daha kolay duyacağız buna emin olalım. Bu da bizi günlük yaşantımızda mutluluğa taşıyacak.

Beynimizdeki hormon değerlerine bağlı olarak yapılan ölçümlerle mutluluk değerini ölçüyor artık bilim adamları. Yapılan deneylerle bizlerin mutluluğu nasıl arttırabileceğimizin de yollarını araştırıyorlar bir yandan.

İşte bu deneylerden şaşırtıcı sonuçlarla çıkan çok özel birisi var bugün bu yazımda.

Tanıştırayım.

Matthieu Ricard.

Kendisi dünyanın EN MUTLU İNSANI.

Ne kadar güzel bir tanımlama değil mi?

Acaba ne yapmış, nasıl davranmış da bu payeyi hak etmiş?

Sizler de benim gibi merak ediyorsanız, gelin satır aralarında buluşalım. (devamı 2/3’ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.04.2017
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...