26 Mart 2017 Pazar

EN GÜÇLÜ SAYI

Matematik sevdalılarının mihenk taşıdır kendisi.

Bir yanda yokluğu, bir yanda başlangıcı temsil eder.

Kendi başına hiçbir değeri yoktur. Belki de bu yüzden içi boş bir halka ile temsil edilir.

Kendisi ne pozitif ne de negatiftir. Tamamen nötrdür.

Mühendisliğin ve fen bilgisinin temel sayısıdır.

Geleceği tahmin etmemize vesiledir.

Romen rakamlarında gösterilemeyen tek rakamdır.

Evet, tahminleriniz doğru.

İşte karşınızda matematiğin en güçlü sayısı SIFIR.

Diğer sayılar tarih boyunca şekilsel olarak değişikliğe uğrasa da; sıfır ilk bulunduğu şekliyle kalmış.

Rakamlar arasında en son bulunmuş olsa da; normal bir sayı olarak kabul edilmesi için tam iki bin yıllık yol kat etmiş.

Peki 2000 yıl öncesine kadar böyle bir sayıya gerek duymama nedeni ne olabilir dersiniz?

Sıfırın temsil ettiği anlam ve hiçlik, yokluk kavramının birbirinden oldukça ince bir çizgiyle ayrılması olmasın?

Bir dönem şeytanın rakamı diye kullanılması bile yasaklanmış.

Matematiksel işlemler sırasında çarpımda yutup yok ederken; toplamada tamamen sessiz ve etkisiz kalan şahane bir sayı kendisi.

Tüm matematiksel işlemler onun bulunması ile daha bir kolaylaşmış.

Babil tabletlerinden, Maya uygarlığına; Hindistan’dan Mezopotamya’ya; oradan Ortadoğu ve Avrupa’ya kadar uzun bir yok kat etmiş. Tarihsel ve dönemsel bu geçişler sırasında; ‘’zero, şunya, gagana, bindu, ling, aş-şifr, şsifr, zephyrum, zefiro, cifra, zeuero, cifre ve chiffre’’ şeklinde pek çok isimle adlandırılmış.

İlk defa matematik, gökbilim ve coğrafya alanlarında çalışmış Farslı bilim adamı El-Harezmi tarafından kullanıldığını yazıyor tarih sayfaları.

Ancak matematiksel boyutuyla normal bir sayı olarak kabul edilmesinin ilk tohumları Hindistan’da atılmış.

Neden mi Hindistan?

Çünkü, tüm endişe ve arzularımızdan arındığımız hal olan HİÇLİK hali, yani NİRVANA bu topraklarda kök salmış. İşte hiçliği ifade eden bir sembol arayışı da bu rakamın doğumuna vesile olmuş. Üstelik şekilsel yuvarlaklığı bir ölümsüzlük kıvrımı olarak yorumlanmış.

Yıllar sonra Orta Doğu'daki İslam alimleri tarafından kabul görüp, kendi sayı sistemlerine eklenmiş. Ancak Avrupa yollarına açıldığında zorluklarla karşılaşmış. Negatif sayılara geçit vermesi, dokuz rakamına kolayca dönüştürülüp hileye yol açması gibi nedenlerle yasaklanmış.

Özellikle her rakamın belli bir değeri olduğuna inanan eski Yunanlılar, hiçliği temsil eden sıfır rakamına başlarda hiç sıcak bakmamış. Onlar, 1 rakamının mantığı, 2 rakamının genel düşünceyi, 3 rakamının genel uyumu ve 4 rakamının da cezayı simgelediğine inanmış. Dolayısıyla felsefik yaklaşımlarını bozacağı endişesi ile yepyeni bir rakam olan sıfıra kapılarını kapatmak istemiş.

Bu ve benzeri nedenlerle aradan geçen uzun yıllar içinde sıfır hep tartışmalara konu olmuş.

Hatta tarihin tozlu sayfaları arasında kalan bir bilgiye göre, bir ara lanetlenmiş.

Ancak ekonomide ve ticarette yaşanan zorluklar artınca; kabul görmüş. Sıfırın kabulüne, rakamların pozisyon sisteminin bulunması da eklenince; bilimsel ve teknoloji alanındaki tüm gelişmelerin önü hızla açılmış.

Rakam deyip geçmemek gerek.

Şu anda farkında olmadan kullandığımız her şeyin bir hayat hikayesi, bir var olma mücadelesi var. Buna vesile olanlara, bize sağlam basamak hazırlayanlara sonsuz şükran duymak ve teşekkür etmek ise bize düşen minicik bir adım sadece.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ




19 Mart 2017 Pazar

GÜNDÜZÜ GECEYİ NEŞEYLE SELAMLA

‘’Eğer gündüzü ve geceyi neşeyle selamlıyorsan, HAYAT çiçekler ve hoş kokulu tüm bitkiler gibi güzel kokular saçıyorsa, daha esnek, yıldızlı ve ölümsüzse; işte o zaman BAŞARdın demektir. Günlük yaşantının gerçek ürünü, gündüzün ve akşamın çizgileri gibi tarif edilmez. Elle tutulup görülmez. Unutma ki, en büyük kazançlar ve değerler en az takdir edilenlerdir.’’

Amerikalı ünlü yazar Henry David Thoreau’ ya ait bu satırlar.

Eserleri arasında bir başyapıt olarak kabul edilen ‘Walden’ adlı romanından kopup bizlere misafir oldular. Romanını; ünlü dostu, düşünür ve yazar Emerson’un; Concord şehri dışındaki arazisinde, Walden Gölü kıyısında geçirdiği iki yıl içinde kaleme aldı.

Doğayla iç içe yaşarken onunla adeta bütünleşti. Onun sunduklarını sevgiyle ona geri vermenin erdemini sözcüklerine yükledi.

Doğanın ana yasası olan birbiri için yaşamanın tadını fark etmemize vesile oldu. Böylece basit bir farkındalıkla, hayatın gerçek tatlarını nasıl yudum yudum içeceğimizi açık bir şekilde öğrendik.

Peki uyguladık mı?
Maalesef hayır.

Doğa bize cömertçe sundukça biz sadece aldık.
Yok ettik.
Geriye koymayı, itina ile kullanmayı unuttuk.
Hor gördük.
Dipsiz bir kuyu misali sonsuz sandık.
Kirlettik.
Son damlasına kadar tükettik.

Tüm bunlarla beraber BİZ olmayı unuttuk.

Şimdi ise elimizde fenerler, karanlığın içinde bir damla mutluluğu arıyoruz.

Peki bulabilecek miyiz dersiniz?

Ben kötümser değilim, her zamanki gibi umudum yüksek.

Neden mi?

Cevabını kısa zaman önce kaybettiğimiz Polonyalı ünlü sosyolog ve filozof Zygmunt Bauman’a bırakıyorum.

Postmodern felsefenin yorumcusu mutluluğu; edebiyatçı, politikacı, ressam ve aynı zamanda bir doğa bilimci olan Goethe üzerinden anlatıyor.

Kendi sesinden izleme şansını bulduğum mini yorumunda bakın mutluluk üzerine neler demiş?

Günlerden bir gün, büyük Alman şair Johann Wolfgang Von Goethe’ye mutlu bir hayat yaşayıp yaşamadığını sormuşlar.

Goethe’nin cevabı ‘evet’ olmuş. Çok çok mutlu bir hayat yaşadığını söylemiş. Ve ardından eklemiş. ‘Ama TEK bir mutlu hafta hatırlamıyorum.’

Bugünün felsefesine karşı olan bu yanıtın adeta bir uyarı niteliğinde olduğunun altını çizer Z. Bauman.

Neden mi? Çünkü bugünkü tanıtımla, reklamla sürekli yeni, cazip, çekici modalarla; mutluluğu hep daha iyi, çok daha iyi, kesintisiz bir dizi memnuniyetler bütünü olarak düşünmeye itiliyoruz.

Oysa Goethe’nin öne sürdüğü mutluluk; üzüntülerin, sorunların üstesinden gelmek demek. Ünlü şair şiirlerinden birinde der ki;

’Asıl kâbus ardı arkası kesilmeyen güneşli günlerdir.
Bunun alternatifi mutluluk değil can sıkıntısıdır.
Heyecandan yoksun olmaktır.
Peşinden gidebileceğin, uğruna kavga edebileceğin bir amaçtan yoksun olmaktır.’

Bu sözcüklerin özellikle gençler için önemli bir uyarı olduğunu tekrar belirtir  Zygmunt Bauman. Hayatı, sınırsız haz veren maddelerle dolu bir kaptan seçilen hediyeler yığını olarak düşünmenin; ne kadar yanlış bir algı olduğunu söyler.

Hayatı uzun bir mücadele olarak düşünmenin önemini açıklarken de şöyle der.

‘‘Bu uzun mücadelede bir problemi çözerseniz bir diğeri ile karşılarsınız. Ve yan etkiler çoğu zaman can sıkıcıdır. Ve evet beni KISA dönemde KARAMSAR, UZUN dönemde ise İYİMSER yapan işte budur.’’

Bir yazarla başladık yazımıza; bir gölden, doğaya oradan da yaşamın gerçeği mutluluğa uzandık. Yolumuza bir düşünür ve bir şair eşlik ederken, hayatımız üzerinde yeniden düşündük. Artık son bir temenni ile bu yazıyı da bitirme vaktidir.

Önümüze çıkan engeller ne olursa olsun, BEN değil BİZ diyebildiğimiz müddetçe; elimizde fenerlerle attığımız her adım bizim mutluluğumuz olsun. Yaşam amacımızı hiç unutmamamız dileğimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

04.02.2017



13 Mart 2017 Pazartesi

HAYAT BÖYLE

Bazen çırpınışlar, gösterilen aşırı gayretler hiçbir işe yaramaz.

Hedefimize, arzumuza ya da hayallimize ulaşmamıza sadece son bir adım kalmışken; hep bir engel çıkar.

Kurallar, prensipler, duygular ve düşünceler yerle bir olurken; BİR AN sadece BİR AN için dururuz.

Pes etmeden önceki o incecik çizgide titrek soluklanırken; umudumuzun bizi çoktan terk ettiğini düşünürüz.

O soluklanma anımız bazen kısacık bir süreyi bazen de yılları kapsar. Ama bir gün gelir ki, tam da istediğimiz o şey; her ne ise; oluverir.

Kendiliğinden.

Hayatın rutin akışı arasında, sürgün vermiş ve çiçeğini bize göstermiştir.

İşte tam O AN.

Hayatın BÖYLESİLİĞİ kucaklamıştır bizi. Yani kendiliğinden, doğal bir şekilde karşımıza çıkmıştır. Hiçbir baskı, zorlama olmadan bize ‘Hayat böyle bir şey.’ dedirtmiştir.

Peki nasıl olur da onca gayret, zorlama ve çaba ile hiçbir şey yapamazken; her şeyi bıraktığımız o ANda oluverir arzumuz?

Bunun cevabı bizde saklı.

İçimizde.

Kalp sesimizde ve tavrımızda.

Sadece içimize bakarak, farkındalıkla; hayatın akışına kalben ve derinden inandığımızda; o engeller tek tek yok oluyor çünkü.

İngilizce ‘Suchness of life’ bunun tam karşılığı. Yani ‘Hayat böyle bir şey’ dediğimiz zaman aralığını yakalama hali.

Osho’nun ‘Yaşama ve Ölme Sanatı’ isimli kitabını okuyanlar hatırlayacaklar.

Osho burada yaşamı sevgiyle ve bütünüyle kucaklarken; kabullenmenin mucizesinden söz eder.

Budizm Zen felsefesinin temel noktasıdır bir yerde bu ruh hali.

Yaşamı derinden hissedip; her anın farkına varırken ‘BÖYLESİ’ kalabilme hali. Herhangi bir mücadele olmaksızın, şikayet etmede; kendi özüne, içine dönme hali.
Hayatta bazı şeylerin istediğimiz yönde gidemeyeceğini bilme ve kabullenme durumu.

Böyle yaptığımızda o olayın bir adım ötesine geçiyoruz aslında. Onunla sürekli didiştiğimizde ise aynı paralelde kaldığımız için giderek yıpranıyoruz. Beden de bundan nasibini alıyor haliyle.

Oysaki o bir adım ötede engel yok. Dert, sıkıntı, duygu ve düşüncelerimizdeki o arsız haykırışların son bulduğu nokta orası. Kendi ruhumuzla beraber her şeyin iyileştiği, ışıltı kazandığı, güzelleştiği yer.

Elbette o bir adım ötede olma halini yakalamak kolay değil.

Tamamen, tüm benliğimizle kabul etmek önemli. Sıradan, laf olsun diye, hiç istek göstermeden yapıldığında; o bir adım BİN adım olur da atılmaz.

Ama kalben kabul ve teslimiyet halinde, yaşam içimizde yeniden şekillenir. Yaşamı tebessümle izlerken, coşkuyla ona ayak uydurmanın keyfini tam anlamıyla alırız. Ruhen olgunlaştığımızı hissederiz, sevgimiz çağlayan olup akarken.

Tıpkı post modern yaşamın en önemli yorumcularından bir tanesi olan Zygmunt Bauman’ın dediği gibi; içimizdeki ötekiliği, ruhumuzu sevmeyi öğrendiğimiz zamanı yakalarız.

Dileğim o ki, bu ruh halini yakalayanlardan olalım ve hepimiz sevgi çağlayanımızda ıslanalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

29.01.2017

Kaynak: Osho- Yaşama ve Ölme Sanatı.

5 Mart 2017 Pazar

ÇOCUK YANIMIZ AĞLAMASIN (2/2)

Hayat hep seçimlerle şekilleniyor önümüzde.

Bizler için belirlenen, görünürde doğru gibi görünen yoldan mı; yoksa kalp sesimizin gösterdiği yoldan mı gideceğiz?

Hangisi bizi gerçekten mutlu edecek?

Hangi yol bizi hayallerimize kavuşturacak?

Cevaplarını filmin konusunda bulacağız. Hadi gelin film kareleri aksın gözlerimizin önümüzden.

Bir baba elindeki okul çantasını ders kitaplarıyla dolduruyor. Bir iki, üç, beş derken bir dolu kitap minicik çantaya giriyor. Bu arada arka planda mutlu bir erkek çocuğu koşturuyor. Derken çanta hazırlanıyor ve babası çocuğun sırtına takıyor. O ağırlık altında hızla yere düşen çocuk, bir süre sonra dengesini buluyor ve ayağa kalkıyor.

Hala mutlu. Hala tebessüm dolu.

Babası kahvesinden son bir yudum alıyor. Sonra evrak çantası elinde, oğluyla beraber yola koyuluyorlar. Belli ki baba işe, çocuk da okula gidecek.

İşte film böyle başlıyor.

Şimdi modern dünyanın hızla işleyen çarkları arasına karışmaya hazır ikisi de.

Yollar bir yerlere yetişmek için telaş eden arabalarla dolu. Herkes başı önünde, sırtları adeta kamburlaşmış bir şekilde ağır ağır yürüyor. Hiç kimse tebessüm etmiyor, edemiyor. Belli ki beyinler binbir düşünce yumağıyla dolmuş, taşmış adeta. Arabadakilerde aynı, yürüyenler de.

Gri şehrin beton blokları arasında bir damla kalmış minicik bir çimlik alan gözümüze çarpıyor aniden. O kaos ortamında mücevher gibi parlıyor. Üzerinde bir ağaç ve iki bank var, o kadar. Arada sırada uğrayan bir kemancı ile daha da ışıldıyor, tabii fark edene.

Peki yanından gelip geçenler farkında mı?

Maalesef hayır. O enfes müziği bile duymuyor kulakları.

Bizim kahramanlarımız tam oradan geçerken, babanın hali de tıpkı diğerleri gibi. 
Algısız. Tepkisiz. Ama ya çocuk? Tam önünde takılıp kalıyor o sesin. Kendisini ritme bırakıyor ve gözlerini hayranlıkla açarken, kocaman gülümsüyor.

ANI yakalamış. Mutlu.

Fakat birden babası ona gerçekleri hatırlatıyor. Okul çantasını gösteriyor. Yapması gerekenler var. Çantasını yeniden sırtına alıyor. Biraz neşesi kaçıyor haliyle. Derken okul uzaktan görünüyor ve babasına yine de tebessümle el sallayarak okul yoluna dönüyor. Artık o okulda, babası ise işinde çalışmaya hazırlar.

Gün, her günkü rutin günlerden bir tanesi aslında. Tıpkı bir robot gibi o çarkların arasında, baba oğul. Tıpkı diğerleri gibi.

Çocuk mutlulukla sırasının başına geçiyor. Babası da yoğun evrakların arasına gömülüyor. Babanın ilk anlardaki tebessümü giderek kaybolurken, kaşları çatılmaya başlıyor yavaş yavaş. Masasındaki işler çoğaldıkça rengi kaçıyor.

Çocuk ise ders sırasında sabah gördüğü o renkli ağacı çiziyor. Onu yakalayan öğretmenine mutlulukla bakıyor. Ama dersini yapması gerektiği hatırlatıldığında; iri gözlerindeki neşe bir anda kayboluyor. Tebessümün ise yerinde yeller esiyor.

Ancak çabuk toparlıyor. Çocuk ne de olsa. Kaçan neşesini harflerin arasına sığdırdığı resimlerle yeniden kazanıyor. Yine pür neşe. Yine çok sevimli. Yine anlarda ve mutlu.

Bu arada babası daktilonun başından kalkmadan işlerini bitirme çabasında. O dik duruşunu kaybetmiş, gözleri evraklarda. Hızla basıyor tuşlara bir biri ardına. Zamanla yarışıyor bir anlamda.

Derken baba işten, çocuk okuldan çıkıyor. Sabah ayrıldıkları yerde yeniden birleşiyorlar. Babasını gören çocuk onu sevgiyle kucaklıyor. Babası da enerjisini ve rengini yeniden kazanıyor.

İkisi de mutlu şimdi. Çocuk hemen çantasından sabah çizdiği resmi çıkarıyor. Babası resme bakarken, kaşları çatılıyor. İşte o ANda çocuk şaşkın. Nerede yanlış yaptığını anlayamıyor çünkü. Neden kendisini mutlu eden şeylerin hep yasaklandığını birisi ona söylese rahat edecek. Ama öyle bir şey yok ki. Bu bir düzen. Kurallar bütünü. 
Kalıplar. Eskiden gelen alışkanlıklar.

Uymamız gereken yığınlar arasındayız hepimiz. Hiç kimse nefes aldığının bile farkında değil üstelik.

Ertesi gün yine aynı rutinle başlıyor. Diğer günler de birbirine o kadar benziyor ki…
Tek fark, çocuğun kurallar arttıkça yavaş yavaş yok olan tebessümleri ve rengi. Evet, kurallara uyuyor. Evet, artık derslerini yapıyor. Öğrenmesi gerekenleri öğreniyor; ama ne yaşam enerjisi var ne de eski tebessümleri. Hal böyle olunca tüm gün evrakların arasında kaybolan baba da enerjisini yenileyemiyor.

O minicik çimli alan, renkli ağaç ve keman çalan adam; çocuğun tek eğlencesi artık.
Ama bir gün babası çocuğundaki mutsuzluğu fark ediyor. O sabah, okuldan önce ağacı ve adamı görmeye gidiyorlar. Ama maalesef keman çalan adamı göremiyorlar. Baba yine de pes etmiyor. Ağacın yanına geçiyor. Elinde bir keman varmış gibi çalmaya başlıyor. Tek amacı oğlunu yeniden gülümsetmek. Oradan geçenlerin tuhaf bakışlarına ise hiç mi hiç aldırmıyor.

Önce şaşıran ve babasının bu haline bir anlam veremeyen çocuk, ardından babasına sımsıkı sarılıyor. Her ikisinin de enerjisi ve renkleri yerine geliyor.
Film bu kucaklaşma anıyla kapanıyor.

‘’Hayatını eğlenerek yaşamak istiyorsan, kalbini hep çocuk tut.’’ diyor Osho.

Bu sözü tüm kalbimle destekliyorum ben de. Kalbimiz sevgiyle yoğrulurken, içimizdeki çocuk yanımız hep şen kalsın dileğimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.01. 2017

NOT: Bu güzel filmden haberdar olmamı sağlayan güzel kalpli arkadaşım Sevgili Sevgi Koşaner’e sonsuz teşekkürlerimle.






ÇOCUK YANIMIZ AĞLAMASIN (1/2)

İçimizdeki o yaramaz, ama bir o kadar da sevimli çocuk yanımızla yaşama sımsıkı tutunuyoruz.

Sabahları onun içimizde attığı sevinç çığlıkları ile yeni güne gülümsüyor ve taptaze bir enerjiyle, coşkuyla hayatın gerçeklerine göğüs geriyoruz.

Ancak gün geliyor ondan hiç ses çıkmıyor.

Kalbimizin en ücra köşesine saklanmış adeta.

Sadece bizi izliyor.

Üstelik o iri sevimli gözlerinden yaşlar süzülüyor.

Yine onu hatırlamadığımız, gülümsemesine izin vermediğimiz için olmasın sakın?

Üstelik biz bunu aklımız yetmeye başladığı andan itibaren yapıyoruz. Ailemizin ve yaşadığımız toplumun bastırdığı tüm kurallar, dayatmalar; içsel duygularımıza ket vuruyor. Ve bu davranış tarzı zamanla bir alışkanlığa dönüşüyor.

Ama o çocuk ağladıkça bizim mutlu olmamız, kalben gülümsememiz öyle zor ki. Şefkatle, ihtimamla dinlememiz gerekiyor o tatlı sesini. Çünkü bizim gücümüz onda gizli.

Şimdi gelin tüm bunları kısa bir animasyon filmi eşliğinde gözlerimizin önünde yeniden canlandıralım.

Filmin ismi ALIKE.

Bir çocuğun umutlarının nasıl günden güne renksizleştiğini anlatırken; modern dünyamızın bizleri getirdiği son noktaya parmak basıyor.

Çok sayıda festivale katılan ve toplam 64 ödül alan bu film, baba ile oğlunun gündelik yaşam mücadelesini basit bir dille anlatmış. Kuralların ve yapılması gerekenlerin ruhumuzu nasıl baskıladığını da gözler önüne sermiş.

Daniel Martínez Lara ve Rafa Cano Méndez imzalı.

2015 yapımı.

Sadece 8 dakika sürüyor. 

Yaşamdaki doğrular, kalıplaşmış bilgiler, zorunluluklar ve kaybolan tebessümler…

Bir anlamda hepimizin çocukluğu böyle gelişmedi mi?

Hepimiz, kaybettiğimiz o çocuk ruhumuzu ve enerjimizi yeniden kazanmanın yollarını: şimdilerde yine, yeniden aramıyor muyuz?

Üstelik çocuklarımızı yetiştirirken aynı yanlışları yapmaktan da geri durmuyoruz.

Peki neden?

O da ilerde kaybettiği çocukluğunu arasın diye mi bunca çabamız?

Yoksa kuralların kıskacından kendimizi bir türlü kurtaramadığımız için mi?

Bizim için doğru olan yol ya çocuklarımız için doğru değilse?

Kalp sesimizi susturarak robot gibi yaşamanın zorluklarını bizzat yaşadığımız halde; çocuklarımıza bu baskımız neden peki? (devamı filmin konusuyla 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.01. 2017
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...