26 Ocak 2017 Perşembe

DÜŞÜNCEM DÜŞÜNCEN OLACAK DİKKAT! (2/2)

Zor işlemle uğraşanların yüz ifadelerindeki çaresizlik; yakınlarındaki katılımcıları etkilemeye başlıyor. Önlerindeki iş kolay olmasına rağmen ilk deneydeki gibi başarılı olamıyorlar. Üstelik bu başarısızlık sonunda tüm salona yayılıyor. Ve katılımcıların yüzde doksanı düşünemez hale geliyor.

Peki ne oldu da, deneyin ilk aşamasında başarılı olanlar dahi; bu defasında hiç performans gösteremiyor?

Çünkü, yalnızken başarılı olan katılımcılar, zorlanan katılımcılardan etkilenip, o anda düşünmeyi bırakıyor. Yani çaresizlik, yapamama psikolojisi bir süre sonra herkesi çemberi içine alıyor.

Aynı deney bir kez daha, bu sefer tersine tekrarlanıyor.

Katılımcıların hepsine oldukça zor sorular veriliyor. Arada perdeler var ve kimse birbirini görmüyor. Sonuç orta karar. Evet, belirli bir başarı var ama sonuç tatminkar değil.

İkinci deneyin ikinci aşamasında; aralarından birkaç tanesinin önünde kolaylaştırılmış sorular veriliyor. Ve aradaki perdeler kaldırılarak herkesin birbirini görmesi sağlanıyor; tıpkı birinci deneydeki gibi.

Görevleri kolay olanların kendine güvenli, mutlu yüz ifadeleri; önce yakınlarına sonra herkese yayılmaya başlıyor. Bu sefer kendi başlarına yaparken zorlandıkları sorularda bile, tüm katılımcılar olağanüstü bir performans gösteriyor. Sonuçta salonun başarısı yüzde yüze çıkıyor.

İşte burada da olumlu enerjinin, düşünce azmiyle kol kola dansını görmek mümkün.

O halde olumlu, başarılı, üretken, yaratıcı ve enerjisi yüksek bir düşünce ortamında bulunmak gerek. Bireysel açlığımızı böylesi ortamları tercih ederek doyurmamız, düşünce bicimimizi daha da geliştirmemiz adına oldukça önemli. Mühim olan araya negatif ve düşük enerjileri sokmamaya çalışmak. Yapılabiliyorsa o ortam ve kişilerden uzak durmak.

Düşüncelerimiz birbirini etkilediğine göre; bize düşen, her şeye rağmen, her şart altında; içsel enerjimizi korumak ve olumlu anlamda gelişmesi için dikkatli olmak.

Yaratıcı, yeniliklere açık, geniş düşünmeyi ve değişimi seven, kalbindeki sevgiyi tebessümleriyle paylaşan bireyler artıkça ve bizler onlardan güç alacak kadar şanslıysak; önümüzde hiçbir engel duramaz. Ben buna inanıyorum.

Aslında her şey bizde bitiyor.

Biz yeterince güçlüysek; negatif enerjinin bulaştığı zamanları fark ettiğimiz andan itibaren; kendimizi koruyabiliriz. Yöntemleri yine kendimiz belirleyerek elbette. O ortamı terk etmek, terk edemiyorsak farklı bakış açıları yaratmak, yaşananları değişik çerçevelerden irdelemek belki de. Çünkü her biri bizde yeni düşünceler yaratacak, aralarından bazıları da bizi o ortamdan mutlaka koruyacak.

‘’Bazen gökyüzünde siyah bulutlar olur; gökyüzü bu siyah bulutlar yüzünden değişmez. Ve bazen beyaz bulutlar da olur ve gökyüzü bu beyaz bulutlar yüzünden de değişmez. Bulutlar gelirler ve giderler. Gökyüzü baki kalır. Sen gökyüzüsün ve düşünceler de bulutlardır.’’ diyor OSHO.

Şimdi ben de düşüncelerime sevgiyi ve tebessümü ekledim bugün.

Tuşlara vururken oluşan sözcüklerde her biri.

Okudukça sinsin içinize. Sinsin ki; en azından bu yazımdan sonra; sizin içsel enerjiniz de bendeki gibi olumlu ve enerji dolu olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

06.12.2016



DÜŞÜNCEM DÜŞÜNCEN OLACAK DİKKAT! (1/2)

Düşüncem düşüncen olacak, dikkat.

Ya da tam tersi.

Düşüncen düşüncem olacak, aman dikkat.

Aynı hayatı paylaşıyoruz.

Aynı dünyayı.

Kısa ya da uzun; herhangi bir sebeple insanlarla bir araya geldiğimizde  düşüncelerimiz birbirine bulaşmaya başlıyor. Tıpkı duygularımız gibi.

Eğer pozitif enerjili ve olumlu düşünceler çoğunluktaysa ne mutlu bizlere. Ama gelin görün ki, yaşadığımız düşük enerjili, negatif kaos ortamında bunu bulmak o kadar zor ki.

Sabahları kendi çabamızla yarattığımız içsel enerjimizle dış hayata adım attığımız andan itibaren, etkilenmeler hızla kendini gösteriyor. Öyle değil mi?

Henüz daha iş yerine, okula ya da ulaşmak istediğimiz yere varamadan; hayata olan olumlu bakışımız çoktan zedelenmiş oluyor.

O yepyeni gün henüz sabahın ilk saatlerinde bulanıklaşıyor.

Gergin sinirler, öfkeli bakışlar, ters cevaplarla giderek de dozunu artırıyor.

Sonra gelsin huzursuz bir gece ve uykusuz geçen saatler.

Nerede kaldı yaratıcığımız?

Sorunları çözme kapasitemizden ne kadar uzaklaştık farkında mısınız?

Düşünüyoruz elbette. Ama çoğu zaman geliyor ki, ne düşündüğümüzün farkına dahi varamıyoruz.

Gerginliğimizden.

Endişeli ruh halimizden nefes alamıyoruz çoğu zamanlarda.

İşte tüm bunlardan daha çabuk sıyrılmak için; yaratıcı, enerjisi yüksek, pozitif yanı ağır basan düşüncelerin yanında yer almamız lazım.

Böylelikle yeni yaratıcı fikirlerimiz gelişirken, odaklanma sorunlarımız kendiliğinden çözülmeye başlayacak çünkü.

Beynimiz berraklaşacak.

Endişe ve tedirginlik, belki de bezginlik yerini ışıltıya bırakacak. Yeni güzel düşüncelerin ışıltısına.

Peki bu nasıl olacak?

Sadece olumlu düşünen insanların yanında yer almakla bunu başarabilecek miyiz dersiniz?

Bu sorunun cevabı, Belçika’da bilim insanlarının yaptığı basit deneylerde saklı.
Bu deneyler bizlere düşüncenin insanlar arasında nasıl bulaştığını öyle güzel göstermiş ki, paylaşmadan duramadım.

İlk deneyde; katılımcıların her biri önlerindeki bilgisayarda kendilerine verilen işlemi yapmakla görevli. Bunun için minimal bir dikkat yeterli.  

Önce denekler bu işlemi, yanlarındaki ya da karşılarındaki herhangi bir başka katılımcıyı görmeden, yalnız başlarına gerçekleştiriyor.

Sonuç oldukça tatminkar. Çoğu başarılı.

Deneyin ikinci aşamasında, katılımcılarla aradaki perdeler kalkıyor. Yani oradaki herkes artık birbirini görüyor. Bu arada bazı katılımcıların soruları birazcık zorlaştırılıyor.

O da nesi? (devamı deney sonuçları ile 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

06.12.2016


18 Ocak 2017 Çarşamba

HANGİSİ DOĞRU? (2/2)

Belki de aradığımız mutluluk değildi.

Farkında değiliz ama, hepimiz gerçek kimliğimizi arıyoruz. Onu bulamadığımız için sağa sola yalpalıyoruz. Hiç istemediğimiz tercihlerle, keşke’lerimizi artırıyoruz.

Oysaki kendimizi sevip tanıdıkça, şükürlerimiz çoğalacak. Bunun ilk adımı ise sevgiyle gelecek.

Aynada kendimize sevgiyle bakıp, güzel sözler fısıldamak öyle hoş ki. Ben bunu yıllardır yapıyorum.

Bedenimiz bize bahşedilen en kıymetli hediyemiz. Her bir parçamız tartışmasız önemli. Ve inanın bana; hepsi ama hepsi; sevgi ile davranmamızı bekliyor bizden. 
Eğer hala beğenmediğimiz, bize kusur gibi gelen kısımlar varsa, önce onlarla barışalım. Sonra da saçımızdan, ayaklarımıza kadar hepsini sevelim. İtinayla yaklaşalım. Özenelim. Sevgi dolu sözcüklerle dokunalım.

Peki hiç kendinizi kucakladınız mı?

Hayır mı? Peki neden?

Bu satırları okurken gülümsediğinizi biliyorum. Hatta belki de saçma geliyor size. 
Ama değil. Denemesi bedava. İki kolunuzla sımsıkı kucaklaşın kendi bedeninizle. Ne kaybedersiniz ki?

Ben bunu da yapıyorum. Ve kalbimdeki mutluluk artıyor, hissediyorum.

Bu yazdıklarım narsizm değil. O bambaşka bir alan. Burada bahsettiğim saf, masum 
bir içsel sevgi. Özgüven duygusuyla beraber içimizi sıcacık yapıyor çünkü.

Üstelik, değme ilaçlardan daha etkin bir ruh hali yakalamamız da cabası. Yine konunun uzmanları, kucaklaşmanın; ölüm korkusunu azalttığını, kalp ritmini sakinleştirdiğini, stresi yok ettiğini ve bağışıklık sistemini güçlendirdiğini belirtiyor.

Bedenimizi kucaklarken, anlatmak istediklerine de kulak verelim. Önemseyelim. Tıpkı sevdiklerimizi önemsediğimiz gibi. Vakit ayıralım. İşte o zaman ruhumuz bedenimizle dans etmeye başlayacak. Hayatın o muhteşem şarkısını duymaktan keyif alacak.

Bedenimiz sahiplenildiğini ve sevildiğini anlayacak. Bunu ruhumuzla hissetmek ise enerjimizi artıracak. Yaşama gülen gözlerle bakmamızı kolaylaştıracak.

Sonuç mu?

MUTLULUK.

Eğer bu şekilde mutluysak; ulaşamadığımız yerleri, ünvanları, gidemediğimiz ülkeleri içimiz acıyarak hatırlamayız. Tam tersine çaba gösterecek kadar enerjimiz olduğunu bilir ve pes etmeden daha çok gayret ederiz. Bu arada elimizdeki kısıtlı olsa da her şarta şükürler ederiz. Çünkü duygularımız bizimle barışık, ruhumuz dingindir. Böylece düşüncelerimiz hep pozitife odaklanır. Bu da daha çok olumluyu kendisine çeker.

Herkesin korkuyla söz ettiği bilinçaltımızla imzaladığımız mutluluk senedi hep baki kalır bu yolla. Çünkü kontrol bizim elimizdedir. Sevgiyle baktığımız bedenimizde, dingin ruhumuzda ve kalbimizdedir.

Uzmanlar, duygu ve düşüncelerimize özen gösterdiğimizde; biliçaltımızın bizi korumak için ürettiği çözümlerin, verdiği sinyallerin hep bizden yana olacağını belirtiyor. Tıpkı toprağa atılan tohumlar gibi, duygu ve düşünceler.

Sevgi dolu tohumlar yeşerip, filizlendiğinde bizi mutlu edecek pek çok meyve yolda demek değil mi sizce de?

Ben yeşerttiğimiz o ağacın dallarından sarkan kıpkırmızı elmaları görüyorum. Tıpkı masallardaki mutlu sonlar gibi. Eteğimize düşen elmaların her biri mutluluğumuz bizim. Elimizle ikram ettiğimizde de çevremizdeki herkesin.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.11.2016




HANGİSİ DOĞRU? (1/2)

Üzerinde biraz düşünelim istediğim bir sorum var.  

Başarı, sağlık ve iyi insan ilişkileri mi aradığımız MUTLULUğu getirir?

Yoksa MUTLULUK mu başarı, sağlık ve iyi insan ilişkilerinin yolunu açar?

Her iki sorunun da birbiri içinde harmanlandığının farkındayım. Keskin çizgilerle ayırmak zor biliyorum. Ama yine de hepimizin cevabı diğerinden farklı.

Çoğumuz mutluluğun tam tanımını bilmediğimiz için belki de; önceliği sağlığa, başarıya ve ilişkilere veriyoruz.  Bunların tamam olması halinde mutluluk kapımızı çalacak sanıyoruz. Yani mutluluk için bekliyoruz. Hem de bazen yıllarca.

Bir yere kadar doğru olsa da, ben tam tersini düşünenlerdenim. Diğer taraftan bakıyorum. Hatta tüm bunların öncesine SEVGİyi koyuyorum.

Önce kendimizi sevmemizle başlıyor ilk adım bana göre. Kendisini seven, hem kendi iç dünyasına hem de dışarıya sevgi dolu gözlerle, yüreğiyle bakan kişi; mutluluğu daha çabuk yakalar diyorum. Ve o mutluluk kendi bedeninde ve ruhunda sağlık olarak ışıldar. Başarısını ve ilişkilerini hayalleri ölçüsünde şekillendirir.

Bir başka deyişle; sevgisiyle mutluluğu yakalayan bir kişinin daha başarılı, sağlıklı ve iyi ilişkiler içinde olduğuna inanıyorum.

Üstelik sadece kendisine değildir içsel mutluluğunun getirileri.

Etrafındaki herkese etki eder.

Tıpkı suda oluşan hareler gibi.

Bakın Amerikalı yazar ve motivasyon uzmanı Esther Hicks ne diyor; mutlulukla ilgili;

‘‘Bir başkasına vereceğin en güzel hediye KENDİ mutluluğundur.’’

Eğer mutluluğumuzu; başarı, sağlık ve iyi ilişkilerin bir devamı olarak belirlersek; o yolda ilerlerken MUHTEŞEM ANLARI kaybedeceğiz. Daha doğrusu farkında dahi olmadan bir gayretle didinip duracağız.

Çoğumuz bunu yapıyoruz, hadi itiraf edelim. Mutluluğun; yoldaki minicik anlarda olduğunu göremeden; belki de üstüne basıp ezerek ötelere bakıyoruz. Diyelim ki bir şekilde başarıyı yakaladık. İstediğimiz statüyü elde ettik. İlişkilerimiz de fena sayılmaz. Bu arada sosyal ortamdan uzaklaştık ama olsun. Sağlığımız da idare eder.
‘Her şey tamam. Artık mutluluğu yakaladık.’ diyebiliyor muyuz?

Maalesef hayır.

İç sesimiz eksiklerimizi gözümüze gözümüze sokuyor.

‘Neden evimiz küçük ki?’ demeye başlıyoruz birden. Ya da sağlam mobilyalarımızdan sıkılıyor ve değiştirmek istiyoruz aniden. Gün geliyor o rutin, tıkır tıkır işleyen hayat bizi sıkmaya başlıyor. Çevremizden uzaklaşmak kaçmak istiyoruz.

Peki ne oldu?

Nerde kaldı mutluluk? (devamı cevabıyla 2/2’ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.11.2016

9 Ocak 2017 Pazartesi

SADECE İNSAN OLMAK

Hepimiz sadece insanız.

Ve sadece insan olmak aslında en büyük NİMET.

Peki hangimiz bu en büyük nimete yeterince değer vererek yaklaşıyoruz?

Kendimiz için sevgi ve saygı beklerken; etrafımızdaki HERKESe gerekli sevgi ve saygıyı gösteriyoruz?

Ortak değerlerini paylaşan, üreten, gelişen, büyüyen ve hayatın zorluklarını yardımlaşarak aşmak için bir araya gelen insanlarız hepimiz. Bizleri bütünleyen, gücümüze güç katan en anlamlı değerimiz ise saygımız. Her türlü ilişki için olmazsa olmazımız. Ve bana göre sevginin ayrılmaz kardeşi.

Ama gelin görün ki SADECE İNSAN olduğumuzu o kadar çabuk unutuyoruz ki. Evet ilişkilerimizde sevgi kadar saygının da kullanılması gerektiğini biliyoruz. Biliyoruz da hayatımızdaki bu önemli mihenk taşını yeri geldiğinde görmezden geliyor; ayağımızla öteye itiyoruz.

Peki neden dersiniz?

İşte nedenlerden bir tanesi. Kendimizi geliştirmekten, olayları okuyup araştırmaktan, faydalı şeyler üretmekten hep uzak kalmamız. Zamanımızı ele avuca gelir şeylerle doldurmak yerine, sabun köpüğü heveslerle geçiriyor olmamız. Sonuçta da kendimize ait, paylaşacak doyurucu fikirlerimizin olmaması.

Evet, meraklıyız toplum olarak. Ancak meraklanma duygumuz, kişilerin özel hayatlarından öteye gitmiyor. Oysaki hayatı, yaşamın getirilerini, bilimi, yenilikleri merak edebiliriz. Böylelikle hem kendimizi geliştirir, hem de hayatın inişli çıkışlı yollarında; kendi düşünce yapımız ve olumlu davranışlarımızla; daha güvenle yol alabiliriz.

Peki yapıyor muyuz? Hayır.

Hal böyle olunca da, fikir geliştiremiyoruz. Olaylar karşısında duruma göre hareket ediyoruz. Suya sabuna dokunmadan içinde bulunduğumuz durum neyi gerektiriyorsa onu kabul ediyoruz. Kendi fikrimiz olmadığı için, başka fikirleri kabulleniyor; yeri geliyor dayatıyor ve kimseleri dinlemeden yargılayanlar arasına katılıyoruz.

İşte böylesi tutumların içinde saygıyı aramak boşuna kürek çekmek gibi oluyor.

Sadece bu kadarla kalsa iyi. Bir başka vahim durum ise; karşımızdaki kişinin durum ve statüsüne göre davranmamız. Karşımızdaki kişinin beden yapısından tutun da, giyimine, mesleğine, hatta kullandığı arabaya kadar pek çok etkenin davranışlarımızı etkilemesine izin vermemiz.

Bedenen daha güçlü, daha güzel, daha zengin, daha iyi giyimli, daha modern ve pahalı yaşam tarzını yansıtanlar en itibarlı kişilerden oluyor bir anda. Tüm kapılar önlerinde açılırken; diğerlerinin yüzüne tokat misali çarpıyor.

Peki neden? Hepimiz özünde insan değil miyiz?

Ve bir başka etken daha var ki, o çok daha önemli. Saygıda keyfe keder olmamız. 
Yani keyfimiz yerindeyse başka, moralimiz bozuksa başka türlü davranışlar sergilememiz. Bir başka deyişle, canımız isterse saygı gösterip, istemezse saygısızca davranabiliyor olmamız.

Böyle açık ve net yazınca; ‘Hiç olur mu böyle şey?’ demek geliyor insanın içinden. 
Farkındayım. Ama doğru tespitler bunlar. Kabul edelim ki, hepimiz az ya da çok yapıyoruz. Üstelik seçimin her zaman bize ait olduğunu unutuyor ve insani değerlerimizden uzaklaştığımızı görmezden geliyoruz.

İşte bu nedenle arada sırada içimize, özümüze dönüp; nasıl bu kadar duyarsız olduğumuzu sorgulamamız lazım. Çünkü tüm davranışlarımız bizi tanımlayan aynalarımız. Üzerimize giydiğimiz kıyafetlerden, kullandığımız eşyalardan çok daha değerli.

Güzellikten ve zarafetten uzak; menfi, karmaşık her davranışın yine bize geri döneceğini hangi ara unuttu ki?

Bu olumsuz ve saygıdan uzak davranışların bizi kapana kıstırdığını anladığımızda geç olacak.

Aman dikkat.

Sonra kimsenin saygı göstermediğinden hayıflanmak hiçbirimize fayda sağlamayacak. O mihenk taşını yok edenler arasına bizler de katılacağız.

O halde hemen duralım.

Soluklanıp düşünelim.

Özümüzdeki düşünceleri, davranışları zarafetle süsleyip, saygı tozuna buladığımızda; yani içimizde en iyiyi şekillendirdiğimizde; dışarda gördüklerimiz, dokunduklarımız da bundan nasibini alacak. Ben buna inanıyorum. İşte o zaman daha özgür, daha ılımlı, daha üretken, daha sevgi ve saygı dolu olacağız. Daha duyarlı olup, dinlemesini bileceğiz ve karşımızdaki kişinin hak ettiği değeri kucaklamasını keyifle seyredeceğiz.

Şimdi ünlü Profesör Üstün Dökmen’in o çok sevdiğim hatırlatmasını tekrarlama zamanı. Kim bilir belki bu kez bir mucize olur ve hiçbirimiz unutmayız.

‘’İnsanı dış görünüşüne göre yargılamadan; sadece İNSAN olduğu için; en büyük nimet gözüyle bakmak ne büyük bir erdem aslında.’’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.01.2017









4 Ocak 2017 Çarşamba

ANNEMDEN BANA, BENDEN KIZIMA KADİM MİRAS (2/2)

Uzun yıllar süren araştırmalar sonunda bilim adamlarının bu kadim miras hakkında ulaştığı şu anki sonuçları; sizleri sıkmadan kısaca paylaşmaya çalışacağım.

Hepimiz biliyoruz ki, anne rahmindeki yumurtaya ulaşmaya çalışan çok sayıda sperm hücresi yani spermatozoon var.

Bunlar yapısal olarak baş, boyun ve kuyruktan oluşuyor. Kalıtsal bilgilerle, mitokondrileri taşıyan baş ve boyun yumurtanın içine girerken; kuyruk işlevini tamamladığı için dışarda kalıyor. Buraya kadar her şey normal gibi görünse de; işler bu aşamadan sonra değişiyor.

Neden mi?

Çünkü tam bu esnada spermin yumurtaya girişini kolaylaştıran bazı enzimler salgılanıyor. Döllenme öncesi spermatozoonun içindeki sağlıklı mitokondriler, döllenme sonrası bu enzimler yüzünden ani bir değişime uğruyor.

Kendi içinde kümeleniyor.

Bu arada mitokondrinin içteki zarı dağılıyor. Söz kon usu enzim; iç kısma sızarak; babanın mitokondri DNAsını mutasyona uğratıyor. Yani işe yaramaz hale getiriyor.

Böylelikle babadan gelen genetik şifreler yok edilmiş oluyor.

Neden mi?

Tek bir amaç var. O da embriyonun sağlığını ve canlılığını korumak.

Eğer babadan gelen ve spermle taşınan bu genetik kod yüklü mitokondriler yok edilmezse; döllenmiş yumurta ile artık bir embriyo haline gelen yavrunun  hayatı riske giriyor.

Kısacası babadan aktarılan mitokondrinin yok edilmesi; döllenmiş yumurtanın yaşamda kalması için faydalı gibi duruyor.

Yine de bu anlamda deney ve araştırmaların hızla devam ettiğini de belirtmem gerekli.

Tüm bu bilgileri harmanlarsak sonuçta basitçe şu oluyor. Bebeği oluşturan ilk hücre; yani sitoplazmanın içinde genetik kodları olan yumurta ile genetik kodları olmayan sperm var.  

Bu nedenle mitokondrilerdeki genetik kodlar sadece anneden, hem kız hem de erkek çocuğuna geçiyor.  Her ne kadar babalara benzerlikler olsa da annelerin genleri hep daha ağır basıyor.

Boşuna değil anneliğin kutsallığı. Her çocuğuna enerjisini, enerji üretme mekanizmasını veren anneler çünkü. Onlara da annelerinden miras kalan mitokondriler sayesinde.

İnsanlığın oluşumu, atalarımızın kimler olduğu uzun yıllar bilim adamlarının kafasını meşgul etti ve etmeye de devam ediyor. Bu hipoteze karşı geliştirilen varsayımların da olduğu bir gerçek elbette. Örneğin Havva hipotezi sonrası erkekler üzerine kafa yoran, araştırmalar yapan bazı bilim adamları da var. Maalesef kat ettikleri yolda pek de net sonuçlara ulaşamadıklarını kendileri bizzat açıklıyor.

Biyolojik gelişimdeki bu gizemler haliyle bilim adamlarını daha çok düşünmeye ve deneye yöneltiyor. Ancak sadece annesinden yavrusuna değişime uğramadan geçen mitokondriler hakkındaki çözülme bile; pek çok yolu açmış gibi görünüyor.

İnsanlık tarihi ile ilgili araştırmalarda erkeğin değil, kadının kökenine bakılıp araştırılması da bu yüzden.

Hepimiz annelerimizden gelen kadim mirasla, bitmek bilmeyen bir enerjiyle sarıldık. Anne olduğumuzda da bu güzelliği kendi çocuklarımızla paylaştık. Yavrularımızdan kız olanlar bu muhteşem enerjiyi dağıtmaya devam ediyor; şükürler olsun ki.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

28.11. 2016

NOT: Bu önemli konu üzerinde düşünmeme ve araştırma yapmama vesile olan Sn. Hande Özdinler’e sonsuz teşekkürlerim ve saygımla.



ANNEMDEN BANA, BENDEN KIZIMA KADİM MİRAS (1/2)

Kadın olmanın MUHTEŞEM döngüsüyle kucaklıyoruz her birimiz dünyayı; içindekilerle beraber.

Bir BÜTÜN olarak.

Hücrelerimizi oluşturan temel taşlardan bir tanesi olan; minicik mitokondri DNA’ mız bizlere annemizden miras kaldı. Kız çocuklarımıza da bizim en değerli mirasımız olarak aktarıldı. Ondan da kendi kızlarına geçecek ve bu kadim döngü yaşam devam ettikçe sürecek.

Ben bundan daha değerli bir miras düşünemiyorum. Çünkü sahip olduğumuz bu minicik parçacık; tıpkı değerli bir PIRLANTA gibi.

Hiçbir değişime uğramıyor.

Hiçbir şeyden etkilenmiyor.

Zamana yenik düşmeden, nesiller boyu taşınıyor.

Hâlbuki hücre çekirdeğimizdeki diğer DNA’lar her yeni nesille beraber farklılaşıyor. 

Çünkü erkekten gelen DNA’lar da devreye giriyor. Ama mitokondri DNA’mıza hiçbir etken dokunamıyor.

Bir başka deyişle; annelerin mitokondri DNA'sı, çekirdek DNA'sı gibi babaların DNA'sına karışmıyor. Dolayısıyla bizler annelerimizden aldığımız bu kadim mirası; kendi çocuklarımıza, kızlarımıza ve oğullarımıza; miras olarak aktarıyoruz. Ancak bu olağanüstü aktarım sadece kız çocuklarında hiçbir kesintiye uğramadan yıllar boyu devam ediyor.

Hal böyle olunca bilim karşımıza yepyeni bir teori çıkarmış oluyor. 1987 yılında 
Amerika Antropoloji Enstitüsü'nde araştırmalar yapan Rebecca Cann’ın bulduğu bu hipotezin ismi ‘’Havva Hipotezi’’.

Bu hipotezi geliştirmek adına; Asya’dan Orta Doğuya, Afrika’dan Avrupa’ya kadar; dört ayrı kıta ve 700 kadının plasenta dokuları üzerinde araştırmalar yapıldı. Sonuçta tüm kadınların mitokondri DNA’larının AYNI olduğu fark edildi. Bir başka deyişle, eskilere gidildikçe tüm kadınların tek bir kadından gelme olasılığı ağır basmaya başladı.

Hipoteze bu yönüyle bakarsak, dünya üzerindeki tüm kadınların biyolojik kardeş olduğu gerçeği ile yüzleşiyoruz.

Bu şahane teoriyi daha iyi anlayabilmek adına gelin hücre yapımızı, onun temel taşlarından bir tanesi olan mitokondrileri hatırlayalım.

Önce hücrelerimiz.

Bizim en minik parçacıklarımız onlar. Her birinde karmaşık yapılarda organeller var. 
Organel, Fransızca kökenli bir kelime. Hücre içerisinde bulunan, kendi içinde özelleşmiş yapılar demek. Bedenimiz için organ ne ise, hücrelerimiz için de organeller aynı anlamda kullanılıyor.

İşte hücre içindeki bu organellerden bir tanesi de mitokondrilerimiz.

Mitokondri; kelime kökeni olarak Yunanca’dan geliyor. İplik tanesi demek.

Yapısı oldukça karmaşık ve ilginç.

Oval veya çubuk şeklinde olabiliyor. Bölünme ve çoğalma özelliği var.

Her bir özelliği ve parçacığı ise kendine has. Çalışma şekli, prensipleri, DNAsı, proteinleri ile diğer organellere pek benzemiyor.

İşlevleri tartışmasız çok önemli olan mitokondrilerimizin boyları 0,2-5 mikron arasında değişiyor.

Hücre içinde dolaşırken, bir yandan da enerji üretiyor ve nerede enerji ihtiyacı varsa oraya koşturuyor. Kısacası onlar bizim yaşam enerjimiz. Dışarıdan aldığımız besinler değişime uğrarken, hücrelerimiz için gereken enerjiyi açığa çıkartıyor. Yaşamsal olaylar için gerekli bu enerjinin neredeyse %95′ini sağlıyor.

Öte yandan genetik bilgilerimizi saklayan bir hazine kutusu kendileri.

Şimdi bu muhteşem organellerin genetik kodlarının, anne baba DNAları ile beraber izlediği yola bakalım mı?

Yeni bir canlının oluşumu sırasında; hem anne hem de babanın hücre çekirdeğinde taşıdıkları genetik malzemeler; çoğunlukla eşit miktarda yavrularına aktarılıyor.

Ancak mitokondriler hücre çekirdeğinin dışında yer aldıkları ve çift zarla çevrili oldukları için bu kurala pek uymuyor.

Bu nedenle de üreme sırasında yavru canlı için gerekli genetik DNAlar sadece anneden alınıyor. Babanın sperm hücresindeki genetik kodları ise yeni nesle aktarılmıyor.

Peki neden? ( devamı çarpıcı cevabı ile 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

28.11. 2016


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...