31 Aralık 2017 Pazar

HER ŞEYİN EN İYİSİNE ve EN GÜZELİNE

Bir yılı daha bitirdiğimiz şu günlerde ister istemez en popüler konumuz hızına ayak uydurmakta zorlandığımız ZAMAN.

Kendimizin bulduğu skalaya göre kocaman bir yılı daha noktalıyoruz.

Tam tamına 12 ay.

İçine acı, tatlı hatıralarımızı yüklediğimiz, birbirini adeta kovalayan 365 gün.

Çoğumuza göre göz açıp kapayıncaya kadar geçti.

Yapmak istediklerimizin bir kısmını gerçeğe dönüştürdük. Bir kısmının yakınından bile geçemedik.

Bir kısmımız hayatını tamamen değiştirdi. Hayallerini coşkuyla kucakladı. Kendisiyle gurur duydu.

Bir kısmımız ise yerinde saydı. Bir arpa boyu bile yol alamadı. Kendisine yatırım yapamadı. Hayallerine belki de hayata küstü.

Sonuçta hepimiz aynı zaman skalasında bir yılın daha üzerine bir çentik attık.

Peki tüketirken hor gördüğümüz, değerinin pek de farkına varamadığımız zaman nedir aslında?

Bilim dünyasının saygın isimlerinden İngiliz fizikçi, matematikçi, astronom, mucit, filozof Isaac Newton’un dediği gibi; evrende hiçbir şey bulunmasa dahi akıp giden bir olgu mu?

Yoksa günümüz dünyasında savunulduğu gibi; değişimin olduğu yerde hayat bulan, değişimin olmadığı yerde varlığından söz edilemeyen yanıltıcı bir algı mı?


Peki ya zamanın yönü ne tarafa doğru?

Geçmiş, gelecek ve şimdiki an arasında nasıl ilerliyor?

Evet, haklısınız geçmişimizi hatırlıyoruz, ancak geleceğimizi bilemiyoruz. Biliyorum kafamızı karıştıracak sorular bunlar; hepsi de tersinmez süreçler. 

Düşünmek gerek, enine boyuna tartmak belki de.

İlerleyen yıllarda bilim dünyası zamanı nasıl yorumlayacak hep beraber göreceğiz. Ancak o ana değin zaman, geçmişten geleceğe doğru hızla akıyor hayatımızdan. Ya da biz böyle kabul ediyoruz.

Bu hızlı akışın içinde yer yer kayıplarımız, yer yer kazançlarımız olduğu ise elle tutulur bir gerçek. Kendimizle yüzleştiğimiz, açıkça itiraf ettiğimizde gördüğümüz artılarımız ve eksilerimiz var. Hepsinden biz sorumluyuz. Zorlu süreçlerimiz kadar keyifli günlerimiz de oldu. Farkındalığımızla hepsine bir anlam kazandırdık. 

Üstelik her ne olursa olsun iki temel kazancımız hep bizimle beraber geldi, yine gelecek.

Onlar neler mi?

Gelin bunun cevabını hayata karşı duruşunu saygıyla takip ettiğim; dünyaca ünlü neyzenimiz ve aynı zamanda besteci, yapımcı Mercan Dede versin.

‘’Unutmayalım ki hayatımızda her ne durumda olursak olalım, her zaman ama her zaman hazine değerinde iki şeyimiz hep olacak.

1-        Her şeye rağmen ŞÜKÜR edecek çok şeyimiz olduğu gerçeği; çünkü bizden çok ama çok zor durumda olan çok insan var.
2-        Kalbimiz attığı sürece UMUDUMUZun olduğu gerçeği; çünkü yaşıyoruz.

Bir An evet vakti saati geldiğinde o ANDA, her şeyin en İYİSİ ve en GÜZELİ gelmek üzere.’’

İşte yeni senede ben de önce sizler, sonra da kendim ve tüm sevdiklerim için; her şeyin en iyisini, en güzelini, en özelini, en HAYIRLISInı diliyorum TÜM KALBİMle.

Yaşadığımız her ANA şükürler olsun.

Sevgi ve aşkla atan kalbimiz her anımızı zarafetle donatsın.

Varlığımız ve yapacaklarımız gelecek nesillerin yolunu aydınlatsın bu yeni senede de.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

28.12.2017



24 Aralık 2017 Pazar

İNANILIR GİBİ DEĞİL (2/2)

 Aldığı derin darbe yüzünden batacağı anlaşılınca; kadın ve çocuklar başta olmak üzere tüm yolcular filikalara alınır. İzdihamlar, kavgalar,  endişe ve korku dolu çığlıklar, itip kakmalar birbirini izler. Çünkü filikalar sayıca yetersiz kalır.

Sonuçta kurtulanlar buzulların arasında, soğukla yaşam mücadelesi verirken; gemiden çıkamayanlar maalesef gemiyle beraber; yaklaşık iki saat kırk dakika içinde; Kuzey Atlantik'in buzlu sularına gömülür

Kazadan tam 73 yıl sonra 1985’te, Robert Ballard tarafından izi sürülerek 3.657 metre derinlikte keşfedilir. Bugün dünyanın bu dev enkazı hala sular altında ve paslanmaya devam ediyor.

Kısa süre içinde ise sessizce yok olacak.

Nedeni ise minicik bakteriler. Evet yanlış okumadınız. Geminin paslarını yiyerek hayatta kalan ‘Halomonas Titanicae’ ismindeki bu minicik bakteriler, yakında gemiden geriye hiçbir şey bırakmayacak.

Dünyanın en zengin yolcularıyla masmavi okyanus sularına açıldığında bu muhteşem geminin batacağı kimsenin aklına dahi gelmemişti. Gemiyi yapanlar, kaptan ve tüm bilirkişiler aynı fikirdeydi. Bu amaçla gemiye isim verilirken; Yunan mitolojisinden, Altın çağda dünyayı yöneten 12 güçlü Tanrıdan esinlenilmişti.

Ancak gerçekler tahminleri tamamen alt üst etti. 1912 yılında buzullarla kaplı sulara gömülürken, o trajik kazadan geriye pek çok soru işareti kaldı.

Kazadan sonra yaşananların bir kısmı hala merak konusu olmakla beraber, bilinen bazı detaylar şimdi bile tüylerimizi diken diken edecek netlikte.

Örneğin, gemi batmaya ve yolcular çığlıklarla oradan oraya koşuşmaya başladıktan sonra; müzisyenler keman ve viyolonsellerini çalmaya devam etti. Ta ki bedenleri tamamen sular altında kalana değin.

Gemi batarken, yolcular aç kalmasın diye son ana değin ekmek yapan fırıncı başı ise; işini bitirdiğinde filikalarda yer bulamadı. Yine de sadece ucundan tutunabildiği hayata güçte olsa direndi. Sonunda sağ kalanlardan birisi oldu.

Gerçek gemi öyküsü ve yaşananlar böyle.

Şimdi gelelim kazadan 14 yıl önce yazılan romanın konusuna.

Öykü buram buram deniz kokar.

Dev yolcu gemisi Titan’daki bir aşktan ve kısa sürede batan gemi kazasından bahseder.

Titan ‘da dünyanın en dayanıklı gemisi olarak yapılmıştır. Güzergâhı gerçeğindeki gibi İngiltere üzerinden Amerika’yadır.

Aynen gerçeğindeki gibi Kuzey Atlantik üzerindeki bir buzula çarparak batar.

Gerçeğinden 2 tane fazla filikası olsa da 3000 kişiye yetersiz kalır. Tıpkı gerçeğindeki gibi yarıdan fazla yolcusu hayatını kaybeder.

Geminin boyu gerçeğinden sadece 4 metre azdır. Pervane sayıları eşittir. Çarpma anındaki hızları ise neredeyse aynıdır.

Romandaki kaza sırasında da orkestra ilahi çalmaya devam etmiştir. Dünyada büyük ses getiren; zengin ve ünlü müşterileri için batmaz olarak tanıtılan Titan gemisi de Nisan ayında; gerçeğinden sadece 14 gün önce; gece geç saatlerde sulara gömülmekten kurtulamamıştır.

İşte karşımızda GERÇEK bir trajik YAŞANMIŞLIK öyküsü ve ondan SENELER ÖNCE yazılan romanın satır araları. Benzerliklerin hayli kafa karıştırıcı olduğunu biliyorum. 
Bundan sonrası ise olasılıklar üzerinde biraz detaylıca düşünmek ve kendimizce yorumlarda bulunmak olmalı ki; bu da işin en keyifli yanı bence.  

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.10.2018







İNANILIR GİBİ DEĞİL (1/2)

Bazı gerçekler var ki öğrendiğimiz anda bizi şaşkınlığa sürüklüyor. Beynimize onlarca sorunun üşüşmesine sebep oluyor. Bir yanımız inanmayı reddederken diğer yanımız olabilirliği üzerinde düşünmeden yapamıyor.

İşte hepimizin bildiği Titanik gemisinin öyküsü de bunlardan bir tanesi.

Çekilen birçok belgesel, film yanında; yazılan makaleler, kitaplar; yapılan araştırmalar sayesinde hep gündemde kalan trajik bir gemi kazası.

Bu elim olay; film tarihine damgasını vuran ve klasikler listesine giren Hollywood tarzı filmi ile de pek çok kişinin kalbine işledi. Kazadan sağ kurtulanlar sayesinde edindiğimiz gerçek bilgiler de cabası.

Ancak Titanik gemisinin öyküsü bunlarla sınırlı değil. Çünkü kazadan yıllar yılar sonra; tüm yaşananların bu kazadan 14 yıl ÖNCE bir romanda kaleme alındığı fark edilir.

İşte insana ‘İnanılır gibi değil.’ dedirten o gerçekler…

Edebiyat dünyasına başarısız bir yazar olarak geçen Amerikalı yazar Morgan Robertson, 1898 yılında bir roman yazar.

Kendisi eski bir denizcidir. O yıllarda pek de ses getirmeyen romanında; bir deniz kazasından ve dünyanın en büyük yolcu gemisinin bir buz dağına çarparak batışından söz eder.

Ve şimdi sıkı durun. Romanın ismi  “Futility or the Wreck of the Titan’’ yani “Titan’ın Enkazı’’ dır.

Bu romanda anlatılan öykü, geminin isminden ve şeklinden tutun da; izlediği rotaya, çarpışma hızlarına ve hatta taşıdığı yolcu sayısına kadar; minicik ayrıntı farklılıkları dışında; GERÇEK ile neredeyse BİREBİR AYNIdır.

Oysaki roman bu gemi kazasından 14 yıl ÖNCE yazılmıştır.

Peki nasıl olur da yazar, en ince detayına kadar gerçekleri tahmin edebilmiştir?
İşte insanın inanma sınırlarının zorlandığı nokta tam da burası. İnanılır gibi değil gerçekten de.

Romanda anlatılan ayrıntılar ile gerçek Titanik gemisinin detayları ve yaşanan olaylar birbirine o kadar benziyor ki. Satırları okurken zihninizde filmin kareleri birebir canlanıyormuş gibi olacak, inanın bana.

White Star Line şirketi tarafından, Belfast İrlanda tersanelerinde 26 ayda yapılan dünyanın bu en büyük buharlı yolcu gemisindeyiz şimdi. Tarihler 2 Nisan 1912 yılını gösterdiğinde denize indirilir. İleri teknolojik üstünlükleri, kompartımanlar arasına yerleştirilen su geçirmez levhaları nedeniyle; dünyaya batmaz gemi olarak tanıtılır.

269 metre uzunluğunda, 28.2 metre genişliğinde ve 66.000 gros ton ağırlındadır. 

Toplam yolcu sayısı çalışan ekiple beraber 3547 kişidir.

O zamana değin yapılan en lüks ve en sağlam gemidir. İçi zengin müşterilerini memnun edecek her türlü konforlu detayla donatılmıştır. 3 pervanesi, 4 bacası ve toplam 20 filikası vardır.

10 Nisan tarihinde 2340 kişiden oluşan ilk grup yolcusunu alıp İngiltere’den ayrılır. Rotası New York’tur. Ancak Fransız ve Birleşik Krallık limanlarında kendisini heyecanla bekleyen diğer yolcularını da almalıdır. Lüks yaşamın ihtişamına kendisini kaptıran yolcularına yenilerini eklemek amacıyla hızla yoluna devam eder.

Fakat o da nesi?

Tarihler 15 Nisan’ın son saatlerini gösterdiğinde; New Foundland'ın güneyinde; karşılarında birdenbire bir buzdağı belirir. Son anda rotasını çevirmesi bir işe yaramaz. Ve devasa gemi olanca şiddetiyle buzdağına çarpar. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ


23.10.2018

17 Aralık 2017 Pazar

KAPI ETKİSİ ya da GİRİŞ AMNEZİSİ

Hafızamız, yıllar içinde yaşanmışlıklarımızı sakladığımız en kıymetli hazinemiz. Anılarımız ona emanet. 

Anahtarı bazen duyduğumuz bir koku, bazen işittiğimiz bir müzik, bazen de okuduğumuz bir kitabın satır aralarına gizlenmiş özel kelimeler olabiliyor. Tam O ANda hazinemizin kilidi açılıyor ve anılar yumağı bizi kâh gülümsetiyor, kâh özletiyor, kâh kederlendiriyor.

Bu değerli hazineye bir şey olacağını, ileri yaşlarda kapağını hiç açamayacağımızı düşünerek endişeleniyoruz. Hele hele aşırı yoğunluk ve yorgunluktan dolayı bir odadan diğerine giderken ne yapacağımızı unuttuğumuz o anlarda; minik de olsa panik duygusu baş gösteriyor içimizde bir yerlerde.

Unuttuğumuz eşyalar, defalarca kontrol ettiğimiz ocaklar, altını tutturduğumuz yemekler bizi korkutmaya başlıyor. Çağımızın hastalığı Alzheimer’a yakalanma riski aklımızı sürekli kurcalayıp duruyor.

Oysaki bu anlık unutmalara ‘Doorway Effect yani Kapı Etkisi’ ya da ‘Giriş Amnezisi’ diyor konunun uzmanları.

Nasıl mı oluyor dersiniz?

Fiziksel ve zihinsel olarak ortam değiştirdiğimizde, o değişik yerde farklı şeyleri gördüğümüzde meydana geliyor anlık unutmalarımız.

Peki neden?

Çünkü beynimizin o yeni yere göre; uyum ve düşünme sürecini yeniden kalibre etmesi gerekiyor. Bunun için belirli bir süreye ihtiyaç duyuyor ki bu da anlık hafıza kaybına sebebiyet veriyor. O kısa sürede (biz neden unuttuğumuz için hayıflanırken) yeni yere odaklanıyor. Yeni bilgileri işleme alıyor. Bir öncekileri daha geri plana yerleştiriyor. Aslında makinamız tıkır tıkır işliyor.

Bu durum rutin olarak her gün yaptığımız işlerde geçerli değil. Onlara tüm dikkatimizi vermemiz gerekmediği için. Ancak rutin dışı yeni bir işte ona odaklanmamız lazım. İşte o anda beynimiz büyük eylemden çıkmak için devreye giriyor. Sanki bir önceki bilgiler kapı ardında kalmış ya da biz metaforik bir kapıdan geçmişiz gibi. Sonuç ANLIK unutmalarımız.  

Hepimizin gün içinde büyük eylemimize yardım edecek pek çok küçük eylemi var. Ve hepsinde beynimiz bu ileri geri gidişleri yaşıyor. Karmakarışık bir ortam içinde dahi; beynimiz, muhteşem geri dönüşlerle büyük eylemi gerçekleştirmemiz için yeterli zemini hazırlamış oluyor.

Üzerinde hala tartışılan ve fikir yürütülen çok taze bilgiler bunlar. Zaman ne gösterecek bilemiyoruz elbette; ama her bir adımda beynimizin o muhteşem çalışma tarzına daha bir adapte olduğumuz kesin.

Yine de 25 yaşından sonra katılaşmaya başlayan beynimizin esnekliğe ihtiyacı var. 

Üstelik biz izin verdiğimiz sürece daha az enerji harcayacağı yolu seçen beynimizi aktif tutmamız gerekiyor. Bunun için beynimizi çalıştırmamız, zihnimizi güzel bilgilerle beslememiz önemli.

Rutini kırmamız, yeni şeyler öğrenmeye hevesli olmamız, yapacağımız mini tekrarlar ve pratiklerle beraber; bedenimize iyi bakmamız yapacaklarımız arasında diye düşünüyorum.

Eğer bunu gerçeğe dönüştürebilirsek; unuttuğumuz anahtarlar, eşyalar, sözler, isimler, boş boş bakmalarımız daha da azalacak. Kendimize daha az kızacağız, daha az endişeleneceğiz.

Son olarak paylaşmak istediğim kısacık bir öykü var. Hayata bakışla, hayata değer vermekle alakalı.

Günlerden bir gün, bir kadın öğle tatilini yapan üç inşaat ustasının yanına gider. Hepsine tek tek ne iş yaptığını sorar. Birincisi tuğla üstüne tuğla koyduğunu; ikincisi duvar ördüğünü; üçüncüsü ise katedral inşa ettiğini söyler.

Aslında hepsinin yaptığı iş aynı. Ancak üçünün de hayata olan tutkusu, bakış açısı, düşünce yöntemi farklı.

İşte bizler de böyleyiz hayata karşı. Kimimiz geniş düşünüyoruz. Farklı algılıyor hatta kendimizi güzelce motive ediyoruz. Kimimiz ise fazla yorulmadan, en basitinden yolumuza devam etmeye çabalıyoruz.

Sonuç mu? Hepimiz aynı duvarı örüyor olsak da; katedral inşa ettiğimizi hissederek tuğlaları dizmek daha anlamlı değil mi?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.10.2017




11 Aralık 2017 Pazartesi

MUCİZE ‘HELA’ HÜCRELERİ (2/2)

Bu kadar güzel gelişime vesile olan hücrelerin sahibi Henrietta ne yazık ki tanı konulduktan birkaç ay sonra hayata veda ettiği için; hücrelerinin bu mucizevi gelişiminden haberdar olamaz.

Tüm bu gerçekleri kızı Deborah Lacks, annesinin ölümünden tam 25 sene sonra öğrenir. Uzun bir çalışmaya girişerek annesinin hücre yolculuğunun peşine düşer.

Bu muhteşem yolculuk Rebecca Skloot tarafından kaleme alınır.

Lise yıllarındayken mucize hücrelerden haberdar olan Skloot, üniversitedeki biyoloji eğitimini takiben cesaretle hücrelerin peşine düşer.

Yıllar süren araştırma azmi sonunda onu Henrietta’nın ailesine ulaştırır.

Hücre üzerine yazılan yüzlerce makaleyi incelemesi neredeyse on yıl sürer. Sonunda aileden aldığı izinle mucize hücrenin sıra dışı öyküsünü kaleme alır.

2010 yılında basılan ‘Henrietta Lacks’in Ölümsüz Hayatı’ isimli kitap dünya çapında ses getirir.

Ardından aynı isimli TV filmi çekilir.

Bu mucize hücreden bahsederken, bu işe vesile olan doktoru tek satırla geçiştirmek elbette olmaz.

Dr. George Gey, o yıllarda Johns Hopkins Hastanesi’nde laboratuar direktörü olarak çalışır.

En büyük amacı ise kansere çare bulmaktır.

Bu anlamda her gün yüzlerce hastadan aldığı doku örneklerinden elde ettiği hücreleri insan bedeni dışında yaşatmanın yollarını arar. İşte böylesi bir arayışın içindeyken, Henrietta’nın kanserli hücrelerine ulaşır.

İncelemeleri sonunda; 46 kromozomlu normal hücrelere karşın, eline geçen bu hücrelerin sürekli çoğaldıklarını gözlemler.

Bu müthiş sonucu neredeyse tüm dünya ile paylaşır. Hela hücreleri dünyanın dört bir yanındaki laboratuarlarda incelenip, çoğaltılmaya başlanır.

Her yeni inceleme, bir başka hastalığa derman olurken; tıp dünyasının adeta kaderi değişir.

İşte şimdilerde bile yaşayan MUCİZE HELA hücrelerinin serüveni böyle.

Bu gerçek bir mucize değil de nedir?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.09.2017






MUCİZE ‘HELA’ HÜCRELERİ (1/2)

Ruhumuzda var olan bilgileri hayata geçirdiğimizde MUCİZElere imza atarız.

Bu imzalar bazen öyle büyük ve kalıcı olur ki, dünyadaki pek çok insanın yaralarına merhem olarak ulaşır.

İşte şimdi böyle bir mucizeye tanık olacağız beraberce.

Bu bir HÜCREnin MUCİZEsi.

Bu mucizeye vesile olan cesur doktor George Gey.

Ancak gerçek kahraman o hücrenin sahibi Henrietta Lacks.

Mucize hücrenin ismi ise HELA.

Öykü öyle güzel ki paylaşmamak olmazdı.

Benimle bu mucizenin tarih sayfaları arasında gezinmeye var mısınız?

Kahramanımız genç bir siyahi kadın.

Henrietta Lacks; 1920 senesinde, Amerika’nın Virginia eyaletinde dünyaya gelir. Sekiz kardeşi ile paylaşmak zorunda olduğu yoksul hayatı; küçük yaşlarında onu dedesinin çalıştığı çiftliğe sürükler. Çiftlikteki tütün tarlasında çalışmaya henüz 4 yaşındayken başlar. 14 yaşında ilk çocuğunu doğurur. Geçirdiği zor yaşam şartlarına rağmen evlenir. Tam beş çocuğu olur. Anneliği, ev sahipliği, titizliği, dışarda çalışması bir yana; küçük şeylerle mutlu olmayı bilen yapısı ile hayata tutunur.

Ancak beşinci çocuğunun doğumundan kısa bir süre sonra rahatsızlanır. Tedavi için gittiği Johns Hopkins Hastanesi’nde doktoru, rahminde tümör bulur.  Güçlü yapısı nedeniyle hastalığını eşinden bile saklar. O zamanlarda dahi iyimserliğini ve umudunu asla kaybetmez. Yoğun bir tedaviye başlar. Maalesef tedaviler sonuç vermez. Henüz 31 yaşındayken hayatına veda eder.

İşte esas mucize de ondan sonra başlar. Nasıl mı?

Tedavisini üstlenen hastanede kendisine haber verilmeden alınan doku örnekleri, laboratuvar ortamında incelendiğinde hücrelerin canlı olduğu tespit edilir.

O güne kadar hiçbir insan hücresi; beden dışında birkaç günden fazla dayanamazken; Henrietta’nın hücreleri çoğalmaya devam eder. Uzun süreli dondurulma işlemine dayanır.

Ve böylece yıllar 1951’i gösterdiğinde bilimde; kocaman bir adım değil; adeta sıçrama yaşanır. Elbette bu mucize tadındaki buluş, tıp tarihindeki pek çok hastalığın tedavisinde büyük bir ümit ışığı olur.

Sağlıklı insan hücrelerinin özelliklerini taşıyan, çoğalmaya devam eden, yani beden dışında da yaşayan bu güçlü hücreler sayesinde; tıp araştırmaları büyük bir ivme kazanır.

Hastalıklara karşı bulunan aşılar ile pek çok hastalık önceden önlenebilir hale gelir. Çocuk felci salgını, kızamık, kabakulak, tüm virütik hastalıklar ve rahim ağzı kanserinin aşıları geliştirilir. Tüp bebek tedavisinin önü açılır. Hücre gen  haritasının çıkarılmasında bile rol oynar.

Sonraki yıllarda bilim adamları Hela hücrelerini ellerinden gelen her ortamda denemeye kara verirler. Uzayda, nükleer radyasyon ortamında, çeşitli kimyasal çözeltilerde tek tek incelenir. Tüberküloz, salmonella, HIV gibi bulaşıcı hastalıkların tedavisinde; kanser ilaçlarının geliştirilmesinde umutları çoğaltan bu mucize hücreler; klonlanan ilk hücre olma özelliğini de kazanır. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.09.2017
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...