23 Kasım 2016 Çarşamba

BEN KİMİM? YA SEN?

Gerçekte kimiz?

Bizi biz yapan hangi özelliklerimiz?

Bu alanda sorulacak o kadar çok soru var ki.

Bu nedenle başlığımız da bir soruyla oldu. Felsefenin derinlerinde bulabilir miyiz bu cevapları bilemiyorum. Ama bu yazımda beraberce düşünelim istedim.

Yaşamımız boyunca her an değişiyoruz aslında.

Elbette hem fiziksel hem de ruhsal olarak.

Kısa sürelerde fark edilmeyen bu değişimler; aradan geçen yılların sayısı arttıkça belirginleşiyor. Seneler sonra gördüğümüz bir okul arkadaşımıza baktığımızda genellikle bu gerçekle yüzleşiyoruz.

Ruhumuz her dem genç kaldığı için mi, yoksa içimizdeki çocuk hep heyecanla yaşama tutunduğu için mi bilinmez; biz kendimizdeki o büyük değişimleri fark edemiyoruz. Öyle değil mi?

Henüz yeni doğduğunu duyduğumuz bir bebeğin; bir anda karşımıza okullu olarak çıkması; senelerin acımasızlığını yüzümüze çarpıyor belki de. Ve çoğu zaman geçen yıllarımıza hayıflanıyoruz.

Öyle ya da böyle. Açık olan bir şey var ki, o da evrendeki her şey gibi bizim de değişime uğramamız. Bu değişime ayak uyduranların başında da hücrelerimiz geliyor. Her biri çoğu durumda defalarca yenileniyor. Biz deneyimler kazanıp, tecrübemizi katlarken; hafızamıza kaydedilenler zamanla unutuluyor.

Sonuçta yaşam boyu taşıdığımız ismimizle ve hayat duruşumuzla hep AYNI KİŞİ olduğumuzu savunuyoruz. Kişisel kimliğimizi oluşturan ana etkenlere felsefi açıdan bakınca ise soru işaretleri de ardı ardına patlıyor.  

Mantık olarak doğrudan düşününce; bunca değişime karşın; yine de aynı kişi olduğumuzu bize düşündüren sebep nedir? İşte bunu bulmamız lazım.

Biliyorum benim gibi çoğumuz bunu belirleyen ana etkenin genler olduğunu düşünüyoruz. Bizi biz yapan her şeyimiz genlerimizde saklı. Ancak gelin görün ki; filozoflar bu varsayımı kabul etmiyor. Soruları ile kafamızı karıştırıyor.

İzlediğim bir videoda da bazı basit sorular vardı. İşte bir kaçı.

Örneğin; tüm saçlarını kaybeden birisi hala o kişi mi, değil mi?

Hepimizin cevabı. Elbette o kişi.

Peki o kişi bir parmağını kaybederse. Hala o kişi olarak kalır mı? Elbette.

Peki ya bacaklarını kaybederse. Hala kişiliğini korur mu? Evet korur.

Buraya kadar bir sorun yok. Aklımıza yatan, bizim de katıldığımız soru ve cevaplar hepsi.

Şimdi daha ilginç bir soruda sıra. O kişinin karşısına kötü kalpli birisi çıksa ve tüm parçalarını ondan istese; sadece tek bir parçasını onda bıraksa… Sizce o kişi hangi parçasını seçer?

Kolunu, bacağını, elini mi? Yoksa beynini mi?

Siz olsaydınız bu sorunun muhatabı; siz hangisini seçerdiniz?

Benim gönlüm de çoğumuz gibi beyinden yana. Ama şüphelerim de yok değil açıkçası.

Peki beynimizde hangi parçamız daha elzem? Hiç düşündünüz mü?

Örneğin başına darbe alan ve masa tenisi oynamasını unutan bir kişiyi düşünelim. 
Hala o kişi değil midir? Evet, o kişidir. Yine bir darbe ile çok iyi bildiği yabancı dilini unutsa. Yine aynı kişi olarak kalır mı? Evet.

Bu durumda, teknik yeterlilikler, beceriler; kişisel benliğimize yakın değerler değil.
Peki ya çocukluktan itibaren gelen, o hiç unutulmayan anılarımız. İlk aşkımız, ilk gezimiz, ilk hayvanımız. Bir şekilde hepsini unutsak, yine kendimiz olmaz mıyız?

Felsefik yaklaşımların bir kısmı, hala olabileceğimizi söylüyor. Biliyorum kafalar iyice karışıyor.

O halde bizi gerçekte biz yapan şey nedir? İşte cevabı.

KARAKTERİMİZ.

Olaylara verdiğimiz tepkiler, tavır ve davranışlarımız. Sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, korkularımız, eğlenceli bulduklarımız, Tüm bu özelliklerimiz değişmedikçe biz değişmiyoruz. Aynı kişi olarak kalıyoruz. Bir şekilde onları hatırlamıyor olsak da, çevremizdekilerin hatırlatması ve bilgilendirmesi ile benliğimizi koruyoruz. Çünkü karakterimiz değişmiyor.

İşte bu fikrin babası İngiliz düşünür John Locke.

Onun deyimiyle kişisel kimlik Bilincin AYNILIĞINdan oluşuyor. Benliğimizin özünü oluşturan değerlerimiz, huylarımız hep bizimle kalıyor. Üstelik hayattan ayrıldıktan sonra da kendi neslimiz üzerinden yaşamaya devam ediyor.

Varsayımlar,  düşünceler, felsefik yaklaşımlar…

Hepsi özümüzü irdelememizde birer vesile bana göre. Biraz düşünmek, kafa yormak ve hayata kaldığımız yerden devam ederken; daha geniş bir çerçeveden bakabiliyor olmak asıl olan.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

28.09.2016





13 Kasım 2016 Pazar

ATAMIZIN BİLİNMEYEN YÖNLERİ (4/4)

O yüce gönüllü, cesur Türk kadınlarının sayısı o kadar çok ki. Bir tanesini yazarken diğerini unutsak tarih sayfaları ağlayacak sanki.

İşte yine onlardan bir diğer örnek Zekiye hanım.

Çoğumuzun pek de tanımadığı bu güzel kadın; 10 Aralık 1919 yılında yaptığı bir mitingle (ki ismi Mutfak Projesi), tam 3000 kadını toplamayı başarmış. Bu anlamda dünyadaki İLK ve TEK kadın.

Hem de o zamanın zor şartlarında, iletişim araçlarından ve yollardan yoksun bir milletin bağrında gerçekleşmiş bu olay. Üstelik henüz kadının sokağa bile çıkma hakkı yokken.

Hayran olmamak, saygı duymamak elde mi? Müthiş bir zeka, şahane bir organizasyon kafası. Ama daha bitmedi. Şimdi sıkı durun lütfen.

1996 yılında İngiltere seçimlerinde meclisteki 23 kadın sayısını 123’e çıkaran ve tüm dünyanın bir anda dikkatini çeken Leslie Abdela; kimi örnek alıyor dersiniz? Elbette Atatürk’ü ve Mutfak projesi ile 3000 kadını mitinge toplayan Zekiye hanımı.

Bundan büyük gurur olabilir mi? Hem de aradan geçen tam tamına 77 yıl sonra bile etkisi bu kadar derin hissediliyorken.

Dünyada ilk rütbeli ve üniformalı kadın asker imajını yerleştirenler yine bizden. Kurtuluş savaşındaki o kahraman kadınlarımızdan çıkıyor.

Binbaşı Ayşe ALTUNTAÇ, Üsteğmen Emine VARDARLI, Üsteğmen Fatma ŞİMŞEK. Ve daha niceleri.

Üsteğmen Kara Fatma ( dünyadaki ilk müfreze reisesi kendisi) ve çok fakir olmasına rağmen bağışlanan üsteğmenlik maaşını Kızılay’a bağışlayacak kadar da zengin gönüllü.

Atamız; tüm mal varlığını milletine bağışlamasının nedenini bakar mısınız nasıl zarif anlatıyor?

”Mal ve mülk bana ağırlık yapıyor, onları asıl sahibi olan milletime bağışlamaktan ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar, asıl zenginlik insanın manevi şahsiyetinde olmalıdır.“

Ciddi, vakur, zarif ama bir o kadar da esprilidir Atamız. Her davranışından, her sözünden asalet akar. Zarafetini nakış gibi işler sözcüklerle. Ve söz konusu milleti olduğunda, duyduğu sevginin sınırları yoktur.

İzmir’in düşmandan kurtulması akabinde Ankara’ya trenle giderken; gece kompartmanında kolunu yastık yaparak uyur. Sabah ise kalkar kalkmaz ilk işi kravatını lavaboda yıkamak olur. Bu kadar mütevazidir o. Ertesi sabah kapısını açan yaveri onun hiç uyumadığını anlayıp, sebebini sorduğunda ise; cevaben şöyle der;

“Ya çocuk, kompartımanıma yastıkla battaniye koymayı unutmuşunuz. Kolumu yastık yaptım ağrıdı. Setremi yastık yaptım üşüdüm. Bende uyumadım kalktım. Geç fark ettim. Üstelik hepiniz en az benim kadar yorgundunuz. Hiçbirinize KIYAMADIM. Önemli olan benim uyumam değil MİLLETİMİN rahat uyuması”.

Bir başka anısı yine takdire şayan.  

İstanbul Üniversitesi’nin açılış töreni yapılacak. Çok mütevazı bir salondayız. Oturmak için sadece tahta iskemleler var. Ancak o da nesi? Tam ortaya ATATÜRK’ün oturması için kırmızı renkte süslü muhteşem bir koltuk konmuş. Profesörlerle birlikte geliyor Atamız. Kırmızı koltuğu gösterdiklerinde ise ağzından peş peşe şu sözcükler dökülüyor. “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk sadece sizlere layıktır.” En kıdemli profesörü o koltuğa oturtuyor ve kendisi tahta iskemlede programı sonuna kadar izliyor.

Sevgisini saygıyla harmanlayan ve bunu bizzat yaşatan bir liderdir o.

Günlerden bir gün meclise, İstanbul ve Ankara illerinden birisine ‘ATATÜRK’ isminin verilmesi için bir kanun önergesi veriliyor. Durumdan haberdar olunca Atamızın 
tepkisi ne mi oluyor? Yine kendisine yakışanı yapıyor.

İşte sözleri; “Bir ismin dillerde kalması için şehrin temellerine sığınmasına gerek yoktur. Bakın bu şehrin ismi İstanbul, ama Fatih Sultan Mehmet’i hemen hatırlıyoruz. Eğer ben bir şey yapabildiysem bunu binaların tepelerine, şehrin temellerine ismimi yazarak değil; MİLLETİMİN KALBİNE yazarak anılmak isterim.”

Mustafa Kemal ATATÜRK’ü anlatmak için zaman nedir ki?

Yazdıkça yazası gelir insanın. İster ki o derin gurur paylaşılsın ve kocaman olsun gönüllerde; yine ve yeniden.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.11.2016

NOT: Her birimizi gururlandıran ve Mustafa Kemal Atatürk’ü çok daha yakından tanımamıza vesile olan tüm bu özel notlar ve emekleri için Sn. İlknur Göktürkün Kalıpçı’ya sonsuz teşekkürlerim ve saygımla.

ATAMIZIN BİLİNMEYEN YÖNLERİ (3/4)

Dünya liderlerini eleştirileri ile terleten bir eleştirmende şimdi sıra.

Mustafa Kemal’in eleştirecek hiçbir yönünün olmadığını fark ettiğinde, hayatında ilk kez bir itirafta bulunur.

“Liderler içerisinde eleştiri acizliği yaşadığım tek lider Mustafa Kemal’dir. Çünkü bütün Rönesans, bütün reform, bütün aydınlanma çağı etkinlikleri bir adamın kafasında toplanmış, bir çağa sığan etkinlikler on yılda başarılmış, bu büyük bir mucizedir. En büyük radikal Mustafa Kemal’dir”.

Harf öğreten Mustafa Kemal’de bizim, arkeolojik kazılara katılan da. Tek bir ağaç için ağlayan da o. Tren raylarının genleşme hesabını yapan da. Çocuklarla oyun oynayan da o, milletinden ayrı kaldığında üzülen ve hemen onların arasına karışan da. 
Duygulanıp şiir yazan da o. Gazete çıkarıp, tiyatro oyunu yazan da. Geometri kitabı çıkarıp, bizlere matematiği sevdiren de o. Ülke ve millet sevgisini ruhumuza aşılayan da.

Çocukluk dönemlerinde eline geçen her iki kuruştan biriyle kitap alan ve kitapları adeta içer gibi okuyan bir Mustafa Kemal’imiz var bizim.

35 yaşında general.
40 yaşında başkomutan.
42 yaşında cumhurbaşkanı.
46 yaşında dile dokunabilen tek reformist.

Savaş meydanlarındaki dinlenme ve uyku molalarından çalarak okuduğunu hepimiz biliyoruz artık. Ve zihnini öyle genişletti ki; savaştan sonrasını, yapacaklarını daha o zamanlarda beyninde şekillendirdi.

1914 Anafartalar savaşı sırasında; dilimizi değiştirmeyi kafasına koydu.

1916 Bitlis cephe komutanıyken, Türk kadınına erkeği ile eşit hakları sağlamayı, özgürlüğünü vermeyi düşündü.

Kucağındaki bebeği yerine top mermilerinin üstünü örten Ayşe(Tayyibe) Hatun’ların;

Eksi 30 derecede üzerindeki tek pazen giysisine inat, elindeki yorganı ve battaniyeyi cephanenin üstüne örten 80 yaşındaki Kütahya’lı ninenin;

Pişirdiği sıcacık ekmekleri askerlere yetiştirmek için giderken, düşmana yakalanıp; askerlerin yerini söylemediği için kendi ekmek fırınında yakılan Nazife Kadın’ın;

Sadece 8 yaşında Tuğgeneral rütbesi verilen, yüreği büyük kendisi küçük Nezahat’in torunlarıyız bizler.

Ne mutlu bizlere.

Ne mutlu Türk kadınlarına. (devamı 4/4’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.11.2016




ATAMIZIN BİLİNMEYEN YÖNLERİ (2/4)

Yıllardan 1996. Bizden hayli uzak ülkelerden bir tanesindeyiz. Haiti’de.  
Haiti Cumhurbaşkanı o sene dünyaya veda eder. Ölümünün ardından da bir vasiyet bırakır. Bugün mezar taşında yazılı olan hitabe işte o vasiyettir.

“Bütün ömrüm boyunca, Türkiye’nin lideri Mustafa Kemal ATATÜRK’ü anlamış ve uygulamış olmaktan dolayı MUTLU öldüm.”

Sevginin, saygının, hayranlığın mesafelerle ve geçen zamanla nasıl da inatlaştığını gösteriyor bu belge. Öyle değil mi?

Kalbinde derin ülke sevdasıyla Mustafa Kemal’i ağlarken tespit eden pek olmamış. 
Çanakkale’de topçu atışımızın başladığı anda döktüğü gözyaşından tarih sayfaları bahsediyor. Diğerinde ise onun insani yönüyle kucaklaşıyoruz. Çankaya’da meclise giderken selam verdiği iğde ağacının kesilmesinin ardından çocuklar gibi gözyaşı döküyor. Çünkü o memleketinin taşına, toprağına, yetişen her türlü ağacına, hayvanına, kısacası doğasına ve milletine aşık bir liderdir.

Yalova köşkündeki tarihi çınar ağacının kesilmemesi için; o zamanın zor şartlarında, sadece tramvay rayları üzerinden; köşkü tam 4 metre 80 santim öteye kaydırmayı başarır. Ve bu muhteşem çözümü bilen ne yazık ki çok az kişidir. Oysaki dünya böylesi bir güzel girişimi herkese duyurmak için neler yapmaz ki.

Bir başka örnek yine Ankara yakınlarından geliyor. Üzerinde tam 80 söğüt ağacı olan yerde dinlenmesi için bir kulübe yapılacak. Ancak o 80 ağaç önemli Atatürk için. Kesilmesini bırakın, taşınmasına bile gönülsüz. Her şeyi bırakıyor. O 80 ağacı kendi elleriyle söktürüyor. Belirlenen noktalar kendi elleriyle diktiriyor. Ardından bekliyor. Ağaçların yeni yerlerini sevdiğine, iyice tuttuğuna kanaat getirince kulübenin yapımına izin veriyor.

İnsanın bu hoş davranışlar karşısında bir değil iki kere düşünmesi gerekiyor bence.

Yine doğadayız. Bu kez sadece bataklık var önümüzde. Sivrisinekler cirit atıyor, üstelik hayvan leşleri nedeniyle kokudan durulmuyor. İşte Mustafa Kemal oraya tüm masrafını kendi cebinden olmak kaydıyla; bir orman çiftliği yaptırmak istiyor. Etrafının, ziraat mühendislerinin tüm karşı çıkmalarına rağmen kafasına koyduğunu yapıyor. Ve bu işin çok zor olduğunu söyleyenlere cevabı şöyle oluyor; ”Ben en zor olanı yapayım da siz arkamdan kolayları nasıl olsa yaparsınız.” Bu güzel işte direkt köylülerden yardım almaktan da büyük keyif duyuyor. ‘’Burada hiçbir şey yetişmez.’’ diyenleri değil, bizzat köylünün sözünü dinliyor. Sonunda ağaçlarıyla, dinlenme yerleri, oyun parklarıyla şahane bir dinlenme alanı yapılanıyor.

Sözün özü mü?

Onun için bir karış dahi olsa vatan toprağını kaderine terk etmek olmuyor.

Dünya da ‘Gazi Atatürk’ ismiyle üretilen ve satılan tek çiçek bizim de bildiğimiz kırmızı yapraklı Atatürk çiçeği. Ve dünya genelinde bir çiçeğe ismi verilen başka bir lider yok.

Bunlar küçük gibi duran, aslında bünyesinde kocaman bir yüreği saklayan bilgiler.

Şimdi diğerlerini duymaya hazır mısınız?

Yine dünya tarihinin verdiği bir sıfat var önümüzde. Başka hiçbir lider bu sıfata layık görülmemişken üstelik.

KÜLTÜR ANTROPOLOĞU.

Bünyesinde her şeyi barındırıyor bu sıfat.

Zekası ve çalışkanlığı ile eline aldığı her işten başarıyla sıyrılmasını bilen bir liderdi kendisi.

Bütün arkeoloji kazılarını başlatan, müzelerin açılmasını sağlayan kendisi. 
Düşünsenize o zor şartlarda her yere yetişmiş. Her yerde zekasının ışıltısıyla problemleri çözmüş.

Yaptığı ölçümler, hesaplar ve geceler boyu süren çalışmaları ile yılların arkeologlarına parmak ısırtmış. İlk itirazlar hep onun haklı çözümleri ile kabule dönüşmüş ve her seferinde haklı olduğu kanıtlanmış. (devamı 3/4’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.11.2016


ATAMIZIN BİLİNMEYEN YÖNLERİ (1/4)

Araştırmacı yazar Prof. Dr. İlknur Güntürkün Kalıpçı’nın videolarını ilk izlediğimde; Atamız hakkında bilmediğimiz pek çok detay olduğunu gördüm. 

Okullardaki kalıplaşmış anlatımların dışına çıkarak, detaya yer veren harika sunumlardı.

Duygulanarak, gurur duyarak, bazen gülümseyerek, bazen gözyaşları içinde geçti o uzun dakikalar.

İstedim ki bu şahane bilgilerin paylaşımında benimde minicik bir katkım olsun, tuz misali. Elimdeki tüm verileri yazıya aktarmaktan onur duyarım ama; çok uzun yazıların genellikle okunmadığını, başlansa da yarı yolda bırakıldığını bildiğim için; kısa notlarla geçiyorum.

Yazarımızın o güzel anlatımını, sözcüklere verdiği biçimi sizlerin de hissederek izlemeniz içinse, elimdeki verileri kaynaklar bölümüne ekledim.    

Bir kişiye ulaşabilsem, o bir kişi ailesiyle, hele hele çocukları ile paylaşsa ne kadar güzel olurdu. İşte bu hayalle başladım yazmaya.

Söz konusu kişi ATATÜRK ise; onu anlatmaya en uygun kelimeler sıraya dizilse yine de yetersiz kalacak biliyorum.

Kendisinin de sevdiği üzere; basit ve sade bir dille tuşlara dokunuyorum.

Kalbimdeki o büyük heyecanla. Okurken bu heyecanıma ortak olacağınız ümidiyle ve coşkuyla.

Dünyada tarihten bu yana gelmiş geçmiş tüm liderler arasında; öldükten sonra canlı kalan ve kocaman bir sevgi yumağı olup; milletinin kalbinde yaşayan TEK LİDER kendisi.

Ve bizler onun gururlu çocuklarıyız.

Ne mutlu bizlere.

İçinde bulunduğumuz yüzyıla geçebilen TEK lider bizim Atamız.

Dünyadaki ülkelerin tanıdığı, saygı ve sevgi ile hatırladığı, kendi ülkelerinde ismini kullanmaktan, heykelini dikmekten, resmini asmaktan mutluluk ve onur duyduğu bir şahsiyet. Ve hepimiz biliyoruz ki herkesin hayranlığını kazanmak; düşmanların dahi nefretle değil, saygıyla sevgiyle andığı bir karakter olmak; hiç kolay değil.

İşte örneği. 1938 yılında içinde bulunduğu zorlu ve problemli dönemle mücadele ederken; General McArthur’un toplantıdaki yüzlerce kişiye karşı söylediği söz;  buna en güzel örnek değil de nedir?

“Şu anda hiçbirinizi değil, büyük istidadı ile Mustafa Kemal’i görmek için neler vermezdim.”

1976 yılında 152 üye ülkesiyle Unesco’dayız şimdi.

Halihazırda üzerinde çalıştıkları tüm projelerin isim babası Mustafa Kemal olduğu için;  doğumunun yüzüncü yılında, tüm üye ülkelerinin kutlama yapması önerilir. Bu öneriye genç İsveç delegesi itiraz eder. İşte o anda ayağa kalkıp, masaya yumruğunu vuran Rus delegesinin sözleri ise şimşek gibi adeta beyinlerde çakar.

Bakar mısınız sözlerin güzelliğine; ”Genç delege arkadaşım; hatırlatmak isterim ki ATATÜRK öyle dünyadaki herhangi bir lider değildir. Bırakın onu bir yıl anmayı, her ülke her problemimizde, çare olarak aramalıyız.”

Masada fırtına gibi esen bu sözlerden sonra 152 üyenin ortak kararı ile öneri kabul edilir (ki bu durum da Unesco tarihinde ilk defa olur.) Önerinin kabul edildiği imza gününde ise İsveç delegesi özür diler. İlk imzayı atan kişi de kendisi olur.

Şimdi gururla söz konusu metni okuyalım mı?

“ATATÜRK kimdir?

ATATÜRK uluslararası anlayış, işbirliği, barış yolunda çaba göstermiş ÜSTÜN KİŞİ.

Olağanüstü devrimler gerçekleştirmiş bir İNKİLAPÇI.

Sömürgecilik ve yayılmacılığa karşı savaşan İLK ÖNDER.

İnsan haklarına saygılı, dünya barışının ÖNCÜSÜ.

Bütün yaşamı boyunca insanlar arasında renk, dil, din, ırk ayırımı göstermeyen EŞİ OLMAYAN DEVLET ADAMI.

TÜRKİYE CUMHURİYETİNİN Kurucusu.”

(devamı 2/4’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.11.2016

10 Kasım 2016 Perşembe

ATAMIZI ÖYKÜLERLE ANMANIN GÜZELLİĞİ


Bugün hepimiz için özel bir gün. Gururlu, başı dik, vicdanı hür, özgür bireyler olarak Atamızı anarken; pek dillendirilmeyen üç öykü bizlere eşlik etsin istedim.

Kalbimizin o nedensiz burukluğuna belli belirsiz tebessümlerimiz yansısın şimdi. 
Çünkü öyküleri okuduğumuzda, gururumuz alıp başını gidecek enginlere doğru.

İlk öykümüzde İstanbul’dayız.

Japon Prensi Takamutsu’nun Türkiye’yi ziyareti sırasında, Dolmabahçe Sarayı’ndaki bir ziyafet sofrasına konuk oluyoruz. Sofra ve sunulan yemekler kadar sohbette şahane.

Atamız, bir ara Japon tarihinden söz açıyor. Onlara ait bir meydan muhaberesini anlatıyor. Dinledikleri karşısında Japon Prensi şaşkın.

Sohbet sohbeti açıyor haliyle. Atamız bu sefer de Japon mitolojisinden örnekler veriyor. Ardından Japon edebiyatı, ünlü şairlerinden dizeler söz olup sohbetin tam ortasına düşerken; prensin şaşkınlığı daha da artıyor.

Atatürk’e olan saygısı; derin bilgi birikimine ve hafızasına olan hayranlığı ile buluşurken; ülkesine o güzel hislerle dönüyor. Oysa bilmiyor ki, Atamız hep böyle ilgili, böyle planlı ve zekidir. Ülkesini en üst düzeyde temsil etmek adına; günler öncesinden yaptırdığı tercümelerle her buluşmaya itinayla hazırlanır. Böylece ülkelerin gönlünde, hiçbir lidere nasip olmayan sevgisini, saygısını, hayranlığını bırakır.

İkinci öykümüzde Ankara’da, Çankaya civarında bir köy evindeyiz.

İhtiyar bir köylünün eşiyle beraber oturduğu minicik bir kulübe burası.

Atatürk, yaveri Salih Bozok ile beraber; kendilerine ikram edilen kahve eşliğinde; sohbet ediyor ak sakallı köylüyle. Atamız daha çok köylünün ağzından dökülenleri dinlemek istediği için; Salih beyden soru sormasını ister. O telaş içinde Salih beyin aklına ilk gelen soru ise ‘’Gazi’yi tanır mısın baba?’’ olur.

Ak sakallı adam, gayet yersiz bir soru olduğunu düşünerek soru sahibini baştan aşağı şöyle bir süzer. Sonra da ‘’Gazi’yi tanımayan mı var? Ben şahsen görmedim ama, her hafta Hacı Bayram Veli Camii'nde cuma namazı kılarmış. Ta göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi nurlu yüzlü, Peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış.'' der.

O cevabın karşısında gülmesini zor tutan Salih bey; Atatürk’ün sakalsız gencecik yüzüne bakarken; o kaşlarını kaldırarak kendisini tanıtmamasını emreder.

Sohbet bitip dışarıya çıktıklarında ise; gülerek şöyle der Atamız;  ''Varsın, o da öyle bilsin. Gerçeği öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar. Onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürüp, sevgisini kaybetmekte ne mana var? ''
Sırada son öykümüz var ki, tüyleriniz diken diken olacak son satırlarda.

Yıl 1938. Atatürk’ü kaybettiğimiz o elim gün.
10 Kasım.

Yer İstanbul Üniversitesi. Saat tam dokuzu beş geçe, meşum haber dalga dalga ülke genelinde yayılmaya başlar. Bir Alman profesörünün ise Hukuk Fakültesinde dersi vardır. Haberi duyunca üzülen, şaşıran profesör; derse girip girmeyeceğine bir türlü karar veremez. Öyle ya; ders verdiği ülke değerli bir adamını, canından çok sevdiği Atasını kaybetmiştir.

O sırada aklına rektöre gidip danışmak gelir. Hemen yanına gider ve üzgün olduğunu, ne yapacağını bilemediğini söyler. Rektörün cevabı hayli klasiktir. Kendi ülkesinde büyük devlet adamlarını kaybettikleri zaman ne yapıyorlarsa burada da aynısı yapabileceğini belirtir. Yani kararı tamamen profesöre bırakır.

İşte o zaman Alman profesör kollarını iki yana sarkıtır ve şöyle der;

''Bizde bu kadar BÜYÜK bir adam ölmedi ki.’’

Ne diyebilir ki insan böylesi bir cevap karşısında?

Seçtiğim öyküler bu kadardı. Atamızı anmanın güzelliğini ta içimizde hissettiğimize eminim ben. Dünyanın gelmiş geçmiş tartışmasız en büyük liderinin çocukları olmaktan dolayı ŞANSLIYIZ.

Gururluyuz.

Sevgimiz ise sonsuzlukta onun kalbiyle bir arada.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.11.2016







7 Kasım 2016 Pazartesi

90 YIL SONRA BASILAN KİTAP ve ATATÜRK (3/3)

Clarence K.Streit, Anadolu’da olduğu sürede edindiği izlenimlerle; henüz zafere imza atmadığımız o yıllarda bunu gördüğünü belirtir satırlarında. Ve bakın son sözleri ne olur?

“Türklere karşı önyargıyla gelmiştim. Türkiye’yi onların bir DOSTU ve HAYRANı olarak terk ediyorum.”

Mustafa Kemal’in zevkine, Ankara’da tren garının hemen yanında kaldığı o minicik konaktaki odasına hayran kalır daha ilk gördüğünden itibaren.

Kalpaksız ve gözlüklü halini bir profesöre benzetir. Yaşam biçimi ve liderliğinde; gösteriş ve kendini beğenmişliğin izlerine bile rastlamadığını belirtir. ‘Düşlerini gerçekleştiren idealist’ ifadesi hafızasına adeta kazınır.

İşte bizzat onun sözcükleri ile Mustafa Kemal.

“Çok az insan beni bu Türk Washington’ın etkilediği gibi etkilemiştir. Hangi ülkede olursa olsun iz bırakırdı. Kendine çabucak güven aşılama yeteneği olan nadir insanlardan biri.

İNSANLARIN UĞRUNA ÖLMEK İSTEYECEĞİ BİR ADAM.

Fiziksel açıdan yakışıklı, yapılı. 40 yaşlarında. Ama daha genç gösteriyor. Bir entellektüelin sahip olabileceği yükseklikte alnı var. Eylem adamlarının ağız ve çenesine sahip, yani bir savaşçı. Çok güçlü bir karaktere sahip. Yüzünde, gözlerinde, idealistçe bir şey var; bir hayalpereste has ama hayallerini gerçekleştiren bir hayalpereste. Batı basınında, ‘asi, diktatör, demagog’ olarak adlandırılıyor. Asi olduğu şüphe götürmez. Fakat diğer iki yakıştırmaya gelince bu adamla karşılaşmak ve onu Ankara’daki gündelik hayatının içinde görmek bunun saçmalık olduğunu fark etmek için yeterlidir.’’

Mustafa Kemal ile röportajı yaklaşık iki saat sürer. Onun yavaş, ölçülü ses tonuna, mükemmel Fransızca’sına ve Türk konukseverliğine hayran kalır. Halkın sevdiği, güvendiği bir lider otoritesine sahip olduğunu ilk görüşte anlayan Streit; onu en demokratik insanlardan biri olarak niteler.’

Davranışlarından; milletine sonuna kadar inanan, onlarla konuşmaktan, sohbet etmekten, şakalaşmaktan hoşlanan bir lider olduğunun da altını çizer. Ve son sözleri şu olur;

’’Tarih, Mustafa Kemal Paşa’yı yeni Türk devletinin kurucusu olarak tanıyacak. Böyle insanlara çok az rastlanır. Kendine güvenen, idealist, kültürlü, doğuştan lider. Onunla konuştum ve halkının ona neden güvendiğini anladım.”


1923’te ve 1927’de iki kere TIME Dergisi’ne kapak olan Mustafa Kemal Atatürk’ün ardından; Amerikalı gazeteci Clarence Streit de, 1950’de TIME’ın kapağında yer aldı. Ve son buluşmaları da bu dergi yoluyla oldu.

Bu kitabı, içeriğini ve Mustafa Kemal ile ilgili övgü dolu sözleri ilk okuduğumda; duyduğum gurur sizlerle paylaşırken şu ANda da devam ediyor. O anki heyecanım gözlerime, tenime, kalbime öyle bir tını verdi ki; bu güzellik paylaştıkça artsın kocaman olsun istedim. Eminim ki bu son satırlarda sizler de benimle aynı hislerdesiniz.


İyi ki Mustafa Kemal ATATÜRK’ün evlatlarıyız, İYİ ki.


Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.11.2016






Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...