30 Eylül 2015 Çarşamba

MEVSİMLER DİLE GELSİN

İlkbahar ve özellikle yaz mevsimi, benim için hep en sevilen mevsimler arasında ilk sırayı aldı. Sıcak havaları oldum olası sevdiğim, sıcaktan fazlaca rahatsız olmadığım için olsa gerek.

Özellikle çok soğuk aylar geldiğinde; kuş misali sıcak diyarlara göç edesim geliyor. 
Acelem, sadece sıcakla havalarla yeniden buluşmak adına.

Elbette her mevsimin doğadaki canlılar için önemli olduğunu biliyorum.

Elbette delice esen rüzgârı, rüzgarla dans eden yağmuru, kulaklarımızda patlayan gök gürültüsünü, fırtınayı, şimşeği, yüzümüzü bıçak gibi kesen havaları da yaşamamız gerektiğinin farkındayım.  

Her şeyden öte doğanın ve canlıların kendini toparlaması, dinlenmesi ve yenilenmesi için bu süreçlere ihtiyacı var. Böylece hayat denen o dişli çark muhteşem bir şekilde işliyor. Yaşam döngüsü sessizce devam ediyor.

Ama gelin görün ki; ‘Hep yaz mevsimi olsaydı ne güzel olurdu.’’ diye konuşur; içimdeki o yaramaz çocuk. Sevgiyle dinlerim ben de onu, zaman zaman avuturken.

Kimimiz sonbaharın altın renkli yapraklarına, çiseleyen yağmuruna, hafif puslu havasına vurgunuz.

Kimimiz lapa lapa yağan karın muhteşem görüntüsünü özlüyoruz. Kalın battaniye altında, elimizde kitabımız dünyanın farklı bir penceresinden bakarken hayata.

Kimimiz gri bulutlardan dökülen sicim gibi yağmura, karanlık gökyüzünden patlattığı flaşları ile fotoğrafımızı çeken şimşeklere aşığız.

Kimimiz turkuaz renkli denizde attığımız her kulaçta, her dibe dalışta tenimizi kadife misali saran tuzlu suyun tadına hasretiz.

Öyle değil mi?

Her birimiz için; bazı mevsimler, bazı aylar çok daha yaşanılası.

Belki de doğduğumuz aylarla ilgili bu durum. O mevsimlerde hayatı daha çok seviyoruz gibiyiz sanki.

Ama nedeni, her ne olursa olsun önemli değil.  Önemli olan mevsimler kapımızı her çalışında; onu sevgimizle kucaklamak.

Şimdi sonbaharın göz kırptığı zamanlardayız.

Yerlerde altın rengi yapraklar, havada hafif bir serinlik var. Güneş arada bir çıkıyor. 
Bazen yağmur damlalarıyla buluşuyor. Ve işte o anlarda; bir ressam edasıyla paletini en güzel renklerle dolduruyor. Gökyüzüne attığı muhteşem fırça darbeleri ile değme ressamlara taş çıkartıyor.

Şanslıyız hepimiz. Hem de çok şanslı.

Yepyeni bir mevsimi daha kucaklıyoruz. Kocaman tebessümler yüzümüze yerleşirken, şükürler dilimizden sessizce dökülsün.

Ve gelin bu sefer bir İLK olsun.

Bundan böyle girdiğimiz her mevsimin artılarını daha çok düşünelim. Hepsini sevgimizle kucaklayalım. Kapı aralığında kalmasınlar. İçeriye, gönlümüze buyursunlar. Sayısız rengiyle, bin bir çeşit kokusuyla tüm duyularımıza hitap etsinler. Farkında olalım. Aheste aheste hepsinin tadına varalım.

Sonbaharda yağmur altında yürümenin keyfini, kışın o kısacık kestane kokulu günlerini, ilkbaharın aşk tılsımı taşıyanı tomurcuklarını, yazın ışıltılı, masmavi gökyüzünün keyfini çıkaralım.

Biliyor musunuz bir yandan tuşlara vururken, bir yandan da içimdeki o yaramaz çocukla konuştum ben de. Bana söz verdi. Bizlere ‘Merhaba’ diyen hangi mevsim olursa olsun, çok sevecekmiş. Bilirim verdiği sözü her daim tutar.

Fark ettiğimiz her mevsimin her bir detayı; içimizdeki çocuğa vereceğimiz eşsiz  bir hediye aslında. Bunu hiç unutmayalım olmaz mı?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

29.09.2015

19 Eylül 2015 Cumartesi

VARLIĞINIZA VARLIĞIMIZA ŞÜKÜRLER OLSUN

Çok anlamlı bir öykü var, sizlerle bu yazım aracılığıyla paylaşmak istediğim. Sonunda hep beraber sevgiyle tebessüm edeceğiz. Ve benden size, sizlerden bana harika bir sevgi akışı olacak. Özellikle bu aralar en çok ihtiyacımız olan duygu değil mi sevgi?

Kazanılan tek bir yürek dahi olsa değer diye düşünüyorum. Gelin beraberce satır aralarında buluşalım.

‘’Öykümüz bir manastırdaki kesişler arasında geçiyor. Uyumun, sevginin ve huzurun hissedildiği özel bir yer burası. Bunu hissetmek isteyenler tarafından da sıkça ziyaret ediliyor.

Ancak günlerden bir gün; manastıra bu huzuru yayan, düzeni ve uyumu koruyan üst düzey yetkili dünyaya veda eder. Geride kalan kesişler eski alıştıkları düzende yaşamaya devam ederler. Ancak bu huzurlu ortam bir süre sonra bozulur. Eski ışıltı, düzen, bakım yok olur. Haliyle bir gelen bir daha gelmez olur.

Eskiden uyumla yaşayan keşişler sürekli tartışmaya, birbirlerini suçlamaya başlar. 

Giderek artan negatif enerji herkesi etkiler. Bu duruma daha fazla dayanamayan en kıdemli keşiş bir çare aramaya başlar. Sonunda ormanda tek başına yaşayan bir kişinin varlığından haberdar olur. Vakit geçirmeden bu bilgeyi ziyarete gider.

Manastırda yaşadıklarını anlatır. Ondan tavsiyede bulunmasını ister. Aldığı yanıt son derece basittir. Aslında aralarında özel bir kişi yaşamaktadır. Ancak gerekli saygıyı ve sevgiyi göremediği için kimliğini açıklamamaktadır. Özledikleri düzene ve uyuma kavuşmaları onu bulmalarına bağlıdır.

Manastıra heyecanla dönen keşiş bu bilgiyi diğerleriyle paylaşır. Herkes merak içindedir. Bu özel kişinin kim olabileceğini düşünmeye başlarlar. Artık birbirlerine karşı çok daha dikkatlidirler. Fakat akıllarına gelen herkeste bir kusur bulunca; bu işin hiç de kolay olmadığını anlarlar. Çünkü kimi tembel, kimi aksi, kimi düzensizdir. Oysaki o özel kişi her kimse mutlaka mükemmel olmalıdır. Öyle ya çünkü onda Yaradanın izleri vardır ve Yaradan tartışmasız mükemmeldir.

Tartışmalar yeniden alevlenir. Bununla bir yere varamayacaklarını anlarlar. Ve birbirlerine karşı daha nazik ve daha sevgi dolu olmaya karar verirler. Böylece o özel kişi artık kimliğini saklamaya gerek duymayacaktır.  

Aradan belirli bir süre geçer. Fark etmeden birbirlerine karşı olan sevgileri artar. Sadece birbirlerinde değil, herkeste ve her şeyde Yaradanın izlerini görmeye başlarlar.

Manastır yeniden eski uyumuna ve ışıltısına kavuşur. Yaydığı sevgi dolu enerjiyle; ziyaretçi sayısı katlanarak artar.

Bir süre sonra kıdemli keşiş kendisine bu sırrı veren bilgeyi ziyaret edip teşekkür etmek ister. Aradıkları kişiyi bulup bulamadıklarını sorusuna; gönül rahatlığıyla ‘Evet’ der. Çünkü başardıklarını ve içlerindeki Yaradanı sonunda keşfettiklerini bilir.’’

Öykümüz burada bitiyor. Kıssadan hisse hesabı hepimiz değerliyiz ve hepimizde kendimizin bile farkın da olmadığı pek çok ışıltı var. Bunlar Yaradanın bize hediyeleri.

O halde karşımızdaki her kim olursa olsun; hep değerli olduklarını hissettirerek yaklaşmamız gerekli. Öyle değil mi?

Mevki, statü, mal, mülk, para, zenginlik bunların bir kıymeti var mı?
Hepsi o denli gelip geçici ki.

Kendimizle, hayatımızla ve etrafımızdakilerle ne kadar uyum içinde olursak; özsaygımız o denli artacak. Uzmanlar böyle söylüyor. Gerçekten de yaşam kalitemizi ışıltılarla süsleyen en önemli şey değil mi özsaygımız? Üstelik huzurumuzun en şık anahtarı. Ama durduk yerde kazanılmıyor. Hele hele negatif düşünceler ve davranışlar içindeyken bizden köşe bucak kaçıyor.

Asıl olan kalp ve ruh güzelliği ki, derinlerde hepimizde var bu özel tınılar. Yeter ki bakmasını, bakarken görmesini bilelim. Ve yaşamın hakkını verirken özsaygımızı hep sevgiyle  besleyelim.

İşe önce düşüncelerimizden başlamak gerek diye düşünüyorum ben. Önce düşüncelerimizi sevgiyle yoğuralım bir güzel. Böylece daha uyumlu ve olumlu olacağız yaşama karşı. Derken bu güzel enerji davranışlarımıza ve sözcüklerimize yansıyacak. Bizden etrafımıza. Onlardan diğerlerine. İşte özsaygımız kuvvetlendi bile. 

Artık insanlara karşı daha anlayışlıyız. Sık öfkelenmiyoruz. Karşımızdaki her kim olursa olsun değer veriyoruz. Gülümsetiyoruz, yaşamını kolaylaştırıyoruz.

Can taşıyan her şeyi sevmek gibisi var mı? Bence de yok. Hepsinde hepimizde Yaradanın izleri var çünkü. Her zaman yineliyorum. Dünyanın en değerli hazinesi kalbimizdeki sevgimiz.  

O halde son söz olarak, hepimize yazımın başlığıyla seslenmeme izin verin lütfen.

‘Varlığınıza varlığımıza şükürler olsun.’

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

21.07.2015






14 Eylül 2015 Pazartesi

MUHTEŞEM ADAPTASYON GÜCÜMÜZ

Hepimiz de var bu güç. Beynimizin ön lob bölgesinde gerçekleşiyor. Gerçek hayatta yaşamadan, kafamızda tecrübe edebiliyoruz bazı şeyleri. Bir tür hile yapıyoruz. Beynimizi kandırıyoruz.

Ve şimdi sıkı durun. Bunu yaparken; psikolojimizin bağışıklık sistemini güçlendiriyoruz. En az beden sağlığımız kadar, hatta çok daha önemli bir durum bu. Öyle değil mi?

Bu muhteşem güç bizi mutluluğa taşıyor çünkü.

Amerikalı yazar Profesör Daniel Gilbert; gerek sunumlarında, gerekse "Stumbling on Happiness" 
(Mutluluğa Takılmak) kitabında; MUTLUluğu derinine irdelemiş. Yaptığı sayısız deneyi bizlerle paylaşmış. Verdiği örnekler hayli ilginç. Okurken şaşıracağınıza eminim.

Diyelim ki önümüzde 2 farklı gelecek var.

Bir tanesi piyangodan çıkan hayli yüklü bir miktarda paraya sahibi olmak.
Diğeri ise bir şekilde bedensel aktiviteleri yapamaz hale gelmek.

Her iki durumun da üzerinden 1 yıl geçtiğinde; hangi şart insanı daha mutlu yapıyor dersiniz?

Hepiniz gibi ben de birinci şıkkı seçtim elbette. Hem de hiç düşünmeden. Ama tam 1 yıl sonraki mutluluk durumlarına bakıldığında,  mutluluk dereceleri EŞİT çıkıyormuş. İnsan inanmakta zorluk çekiyor değil mi?

Uzmanlar; hayati öneme sahip travmaların üzerinden üç ay geçmesinin; büyük oranda; mutluluğa etki etmediğini savunuyor.  

Piyango konusu da benzer aslında. Çok büyük ikramiyelerin yarattığı mutluluğun sadece üç ayla sınırlı kaldığı savunuluyor. Üstelik yüksek miktarda parayla, zaman içinde depresyona uğrama riski de söz konusu. Pennsylvania Üniversitesi’nden Profesör Martin Seligman ile Warwick Üniversitesi’nden Andrew Oswald bu konuda hemfikirler.

Yapılan sayısız deneyle benzer sonuçlar elde edilmiş.

Peki nasıl oluyor da bu tamamen birbirinin zıttı iki durum eşitleniyor dersiniz?
Bunun nedeni, hepimizin fark etmeden mutluluğu sentezliyor olmamız.

Daha kalıcı olması adına yaşamdan gerçek örneklere bakalım.  

Önümüzde üç gerçek yaşam hikayesi var.

Söz konusu kişilerden bir tanesi; güç ve kudret sahibi zengin bir adamken, bir anda yoksullukla burun buruna gelmiş. Tüm servetini, itibarı kaybetmiş.

Diğeri; bir yanlışlığa kurban olup, suçsuz yere hayatının uzun bir dönemini hapiste geçirmiş. En verimli zamanları ne yazı ki heba olmuş. Çıktığında yaşlı ve beş parasızmış.

Sonuncusu ise; şahane fikrini cesaretle uygulamak yerine, başkalarıyla paylaşmış. Sonuçta fikir sahibi olduğu halde, kendisini değil başkalarını zengin etmiş. Parasını idareli kullanmaktan bir türlü kurtulamamış.

Kısacası, her üçü de hayatla farklı şekillerde tanışmış. Farklı zorluklar yaşamış. Mücadele etmiş. Ancak hepsinin kendi hayatları üzerindeki yorumları aynı noktada birleşmiş.

Ne mi yapmışlar? Zorluklarla karşılaştıkları ve onlarla yüzleştikleri zaman beyinlerini kandırmışlar. Yani mutluluğu sentezlemişler. Hayatın kıymetini daha çok bilerek, aldıkları dersin farkında olarak; en zor dönemeçlerden cesaretle sıyrılmışlar.

Elbette insanın yapısıyla alakalı bir durum bu. Kimimiz zorluklar karşısında hemen yelkenleri indirip, hayata küseriz. Kimimiz ise daha bir cesaretle ve inatla yaşama tutunuruz. Yelkenlerimizi umutla şişirip yola devam etmenin yollarını ararız.

Sözlerimi destekleyen satırlar; Zülfü Livaneli’nin Konstantiniyye Oteli’nden. Şöyle diyor ünlü yazar;

‘’Çekilen acılar bazı insanları çileden çıkararak her şeye düşman ederken, ender olarak bazılarını da bilgeliğe kavuşturur.’’

İşte o ender insanlardan olabilmek lazım. Kolay olmadığını, fazlasıyla zorlanacağımızı hepimiz biliyoruz. Ancak mutluluğu yaratmak adına yapılabilecek her ne varsa yapmak gerekli diye düşünenlerdenim. İşte okuduklarımızı, öğrendiklerimizi kendi hayatımızda uygulamaya geçirmemiz bu nedenle önemli. Her birimiz kendi yaşamımıza ışıltı kattığımız sürece bunu başaracağız.  Çok daha güçlü ve özgüvenli olacağız.

Hiç düşündünüz mü en çok ne zaman mutlusunuz?

Amerika Chicago Üniversitesi Psikoloji bölümü kurucusu Mihaly Csikszentmihalyi;   ‘’FLOW yani AKIŞ’’ anında bunu yaşadığımızı belirtiyor.

O ANda tam bir uyum var. Duygu, düşünce ve istekler olarak. Şimdiyi yaşıyoruz yani. Ne geçmişte ne gelecekteyiz. Zamana takılmıyoruz. Kendimize de. Yaşamın akışındayız. Bilincimiz kalbimizle ortak salınımda. Her ne yapıyorsak derin bir zevk alıyoruz. Yoğunlaşıyoruz.

Bir anlamda kendimizi kaybediyoruz. Çaba harcamamıza gerek kalmıyor. Kendimize olan güvenimiz tam. Güçlüyüz. Dikkatliyiz. Bitmesini istemiyoruz. Böylelikle yaşantımızdan tat alıyoruz. Farkında değiliz ama, gülümsüyoruz. Şahane bir ANdayız, kısacası mutluyuz.

Yapılan sayısız deneyden elde edilen sonuçlar böyle. Bu durum da kişiden kişiye değişiyor elbette. Genelde; sevdiği işle çalışırken, hobisiyle uğraşırken, spor yaparken, sosyal ortamlardayken, yemek yerken, sohbet ederken insanların çok daha mutlu oldukları gözlemlenmiş.

Ancak önemli olan bunun farkında olmak. Elimizdeki değerlere şükretmek. Çoğalması adına adımlar atmak. O muhteşem Anları kaçırmamak. Çünkü mutluluk adeta bir sabun köpüğü gibi. gelip geçiyor. O anda fark edersek ve o anı kucaklarsak ne mutlu bize. Böylece bir sonraki farkındalığımıza da kocaman bir adım atmış oluyoruz.

Bunun yerine, şükür etmeyi unutur; her daim bir şeylerin düzelmesini beklersek elimize kalan kocaman bir sıfır. Diyelim ki her şeyimiz tamamlandı. Tam da istediğimiz şartlar sağlandı. O anda mutlu olacağımızın garantisi var mı? Elbette yok.  

Yazılarımda sıkça dile getirdiğim gibi; sağlıkla nefes aldığımız her yeni gün; mutlu olmak için bir sebep. Fark edenlerden olduğumuzda ve zenginleştiğimizde ise, işte mutluluk bizimle. Yaşasın şanslıyız. Şansıyız ki fark edenlerdeniz.

Tek bir hamle kaldı yapacağımız. O da mutluluğu ve pozitif enerjiyi yaymak. Paylaştığımız ölçüde bize geri dönüşleri katlanacak çünkü.

BİRden BÜTÜNe beraberce. Elele, kalp kalbe, sevgiyle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

18.06.2015



8 Eylül 2015 Salı

BİR NİYETİM VAR EVRENE


Kalpten inanmanın, niyet etmenin gücü muhteşem. Daha önceki yazılarımda zaman zaman işledim bu konuyu. Çünkü önemsiyorum. Yeniden hatırlamakta, şöyle bir durup düşünmekte fayda var diye düşünüyorum.

Önce harika bir öykü var paylaşacağım. Gerçek bir yaşanmışlık öyküsü. Alacağımız ders öyle güzel ki.  Ve ben bu yazımla, dünyada böyle insanların çoğalması niyetimi evrene bırakıyorum.

Yolumuz Japonya’ya düşüyor bu sefer. Felsefesi barış olan ve savunma amaçlı öğretilen Aikido sporunda ustalaşmış Amerikalı Teryy Dobson’a ait.

‘’Tokyo’da bulunduğu günlerden birinde, Teryy oldukça tenha bir trene biner. Bulunduğu vagonda birkaç çift ve bebekli bir kadın dışında kimseler yoktur.

Ancak istasyonların birinden son derece sarhoş, üstü başı perişan bir adam biner. Daha biner binmez; önüne çıkan ve kucağında bebeğini taşıyan bir kadına yumruk atar. 

Bir yandan da ağza alınmayacak kadar kötü küfürler eder. Dengesini kaybeden kadın bebeği ile savrulur. Oturmakta olan bir çiftin kucağına düşer.

Bir anda korkup, panikleyen yaşlıca bir başka kadın ise tam uzaklaşmak isterken; sarhoş adamın tekmesiyle ileriye savrulur. Herkes korkudan büyümüş gözlerle adamı izlemeye başlar.

İşte tam bu sırada dövüş sanatının ustası Teryy yerinden kalkar. Adamın yaptıklarına son veremeye en uygun kişi sıfatıyla gözlerini adama diker.

Öyle ya, hem iri yarı hem de usta bir dövüşçüdür. Tek bir hamlede adama hak ettiği cezayı verecektir. Gerçi Aikido bir barış sanatıdır; ama yeri geldiğinde uygulanmalı ve hak edene gerekli ceza da verilmelidir diye düşünür.

Kendinden hayli emin bir şekilde adamın kendisini fark etmesini bekler. Ve o beklenen an gelir. Küfürlerle kendisine yaklaşmakta olan adama tam haddini bildireceği sırada; vagonun arkalarından hayli güçlü ve neşeli bir ses duyulur. Sesin sahibi yetmiş yaşlarında, tertemiz giyimli, küçük ihtiyar bir bilgedir. Ve gülümseyen gözleriyle sarhoş adamın gözlerinin içine bakarken; onu yanına çağırmaktadır.

Bu beklenmedik davet karşısında; sarhoş adam pek şaşırır. Ardından yaşlı adama olmadık hakaretler yağdırır. Ancak bilgemiz sanki bu ağır sözler kendisine hiç söylenmemiş gibi; gülümsemesine devam eder. Adama ne içtiğini sorar. 

Yanıt Japonların meşhur içkisi sakidir. Bilge adam bu cevabı coşkuyla karşılar. Kendisinin de eşiyle beraber her gece bahçesinde saki içerek gün batımını izlediğini ve bu içkiyi sevdiğini belirtir.

Sesindeki yumuşaklık, gözlerindeki anlayış ve hoşgörü sarhoş adamı bir kez daha sarhoş eder. O sert yüzü yumuşamaya başlar. Artık sesinde eski öfkesinden eser yoktur.

Bilge adam onunla konuşmaya devam eder. Ailesini, eşini sorar. Hayatta hiçbir şeye sahip olmadığını, evsiz, parasız ve hatta ailesiz olduğunu öğrenir. Hep sokaklarda kalmak zorunda olduğunu belirten sarhoş adam; bir anda ağlamaya başlamıştır. Öyle ki onun bu hıçkırıkları tüm vagonu hüzne boğar.  

Bilge adam, onu yanına oturtur. Anlattıklarını anlayışla dinler. Bir süre sonra ineceği durağa gelen Teryy; kendinden ve adam hakkındaki düşüncelerinden hayli utanç duyarak trenden ayrılır.

Arkasını dönüp baktığında; sarhoş adamı kucağına yatıran bilgenin; adamın kir pas içindeki başını sevgiyle okşadığını görür. Gözlerindeki şefkat, anlayış, sevecenlik hayata küskün bir adamın yardımına koşmuştur.

Saldırganlığın, kabalığın, küfürlü konuşmanın karşılığında hiç kimsenin yapamadığını yapmış; bir canlıyı yaşama bağlamıştır.’’

İşte bakış açısının, işte algılamanın gücü.

Evrene bakışımız sevgi dolu niyetler taşıyorsa; karşısında hiçbir şey duramaz diyoruz ya hep.

İşte en çarpıcı örneği.

Her zaman dediğimiz gibi; karşımıza çıkan insanlar bizim aynamız. Biz nasıl davranırsak, karşılığını öyle alacağız.

O halde savaşa, düşmanlığa, kalp kırmaya, can yakmaya, aşağılamaya, küçümsemeye ne gerek var ki?

Sevmek, anlayışla karşılamak, anlamaya çalışmak daha güzel değil mi?

Üstelik; Zülfü Livaneli’nin Konstantaniyye Oteli romanında belirttiği gibi; her insanı kendi koşulları içinde düşünmek gerek. Öyle değil mi?

İşte benim evrene niyetim. Yaşlı bilge kadar olamazsak bile, bu yolda ilerliyor olmamız; hayatta kendimize vereceğimiz en muhteşem hediye.

Doğan Cücenoğlu bu öykünün yer aldığı ‘Savaşçı’ kitabında yaşam savaşını şöyle özetler.

‘’Arayışa başlamak, farkına varıp uyanmak, niyet etmek, gerçeği olduğu gibi kabullenmek, içimizdeki güce inanmak, yaşamın sorumluluğunu üstelenmek, şimdi ve anı yaşamak, farkına varmak, eksiklikler varsa mutlaka tamamlamak.’’

Kısacası hem kendi özümüzün hem de çevremizin farkında olarak yaşam yolunda ilerlemek.

Kaliteli yaşam için tüm gayretimiz. Bunu gerçekleştirmenin yolu ise anlamlı ve çoşkulu bir şekilde yaşamı hak etmekten geçiyor. Ne zaman kendi içimizdeki olumsuzlukları sevgiyle azaltırsak, o zaman dış dünyamız ve çevremiz sevgi enerjisiyle dolmaya başlayacak.

Ne diyelim, hepimize nasip olması dileğimle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.07.2015




3 Eylül 2015 Perşembe

HÜZNÜN KARMAŞIK YOLLARINDA

Hüznün nasıl bir duygu karmaşası olduğunun farkında mıyız dersiniz?

Hüzün yorumlanamayacak kadar naif belki de.

Her kederde açıklanması zor bir hüzün var elbette. Ama benim baktığım yön başka. Ben hüznün durduk yerde beliren; o çok mutlu andayken; aniden ortaya çıkıveren halinden bahsediyorum.

Kaygı mı, endişe mi bilemedim?
Yoksa teslimiyetten gelen o sessiz kabul edişin dışa yansıması mı?
İçinde hiç mi umut, hatta çoşku taşımıyor?

Paulo Coelho’ nun satırlarını okuyuncaya kadar hüzne hep tek taraftan baktığımı anladım.

Bakın yazar Aldatmak isimli romanında hüznü nasıl tariflemiş. Biraz uzun, ama içeriği derin.

‘’Hüzün mutsuz bir sözcük mü?  Özlem mi dolu? Hayatımızın, fikrimizi sormadan bizi yönelttiği yolu görmüyor numarası yaptığımızda; bütün isteğimizin kendimizi güvende hissetmek olmasına rağmen; bizi mutluluğa doğru yönelten kadere karşı geldiğimizde mi içimiz hüzün kaplıyor? ‘’

Bu satırlara belki katılırsınız, belki de tamamen karşı çıkarsınız. Yorum elbette sizlere ait.  
Ancak ben hüznün içinde bambaşka tınılar olduğunu düşünüyorum.  
Çünkü yoğun bir duygu karmaşası var hüzünde.

Bu öyle bir içsel duygu ki. İçinde olduğumuz o anı, o saati daha da ağırlaştırıyor. Çünkü içimizdeki hüzne bir sebep bulamıyoruz. Gerçekten de sorunun ne olduğunu bir bilsek, bir anlasak; belki telafi yoluyla rahatlayacağız. Ancak göremiyorken, hissediyor olmak içimizi ağırlaştırıyor. Tıpkı içinde bulunduğumuz zamanı ağırlaştırdığı gibi.

Hayatımızda her şey dört dörtlük yolunda giderken birden ortaya çıkıveriyor.  Yeri geliyor hepimiz bu garip ruh haline bürünüyoruz. Öyle değil mi?

Peki o anlarda ne yapıyoruz? Şöyle bir düşünelim mi?

Çoğumuz işin en kolayına kaçıyoruz. Önce birbiri ardına bahaneler üretiyoruz. Sonra da onlara gerçekmiş gibi inanıyoruz. Yalan mı sorarım size?

En çok da havaları suçluyoruz. Yağmur yağsa ayrı dert, yağmasa ayrı. Güneş gökyüzünü ışıltılarla bezese ayrı, bulutlarla köşe kapmaca oynasa ayrı. Rüzgar çıksa ayrı, çıkmayıp kendini özletse ayrı problem bizim için. Memnun olmamız  zor  vesselam.

Hadi havalardan etkilenmiyoruz diyelim. Yine de içimizde bir boşluk hissi var ya. Onu ne yapacağız? İç sesimizi, belki de canhıraş yakarışlarını dinlemeyeli; kendimizi tamamen unutalı ne çok sene harcamışız meğer.  

İşimiz, sosyal çevremizle ilişkilerimiz, eşimiz, dostumuz, bolluğumuz, bereketimiz bizi fazlasıyla tatmin ediyordu hani? Daha yeni tatilden döndük oysa. Ya da o hayalini hep kurduğumuz evimizdeyiz işte.
Peki bu hüzün de neyin nesi?

İnsan yapısı ve beyni öyle ilginç ki. Rahatlık batıyor sanki bize.

Eğer elimizdekilerle yetinseydik; şükür etmenin o naif duygusundan uzaklaşmasaydık hüzünden kurtulabilir miydik?

Bilemiyorum. Bu durum hepimize göre değişiyor elbette.

Kendimizle ilgili, hayallerimizle ilgili, yaratıcılığımızla ilgili etkenler devrede oldukça zorlanıyoruz yıldan yıla. Ertelediğimiz, çoktan unuttuğumuz, yaş kemale erdikçe aklımıza getirmekten korktuğumuz; bizi gülümsetecek şeyler olmalı artık hayatımızda belki de. Ne dersiniz?

Sevdiğimiz bu minicik hamleleri; hayatımıza katmayı denememiz gerektiğini belirtiyor uzmanlar. 
Denemeye değer bence de. Çok daha geç olmadan. Her bir adımda hayata bakışımız, enerjimiz daha çoşkulu olsun artık.

Kim tutuyor ki bizi bunları yapmaktan? Kendimizden başka.

‘’İnsanın yaşamı süresince tattığı sevgiler, göğüs gerdiği acılar, katlandığı kayıplarla bütünleşir yaşam. Ve hakkıyla yaşandığı sürece anlam kazanır.’’

Demiyor mu Coelho; ‘’Akra’da Bulunan El Yazması’’ kitabında?

O halde bize düşen; hüzün duraklarında öncelikle şükretmek. Sonrasında da hüznün gelip geçici bir duygu olduğuna inanıp, hayallerimizin peşinden koşmaya devam etmek.

Bunun için öncelikle kendimize zaman ayırmak gerek. Heyecanımıza,  belki maceraya, hobilere, kendimizi iyi hissettirecek her ne varsa.

Şimdi yeniden kendimizle yüzleşelim ve soralım isterseniz.

Her yeni güne daha bir coşkuyla sarılırken; hüzün aklımıza gelir mi? Gelmez bence. Çünkü bir amacımız var. Onun için gerekli koşulları da hazırladık. Evet belki zorlandık. Belki çevremizden ve hatta sevdiklerimizden tepkiler de aldık. Ama olsun. Hayat bizim hayatımız. Öncelik bizde. Biz sevgi ve enerji dolu olacağız ki etrafımıza hayrımız olsun. Hayatımıza kattığımız yeni değerlerimizle yaşam enerjimiz gün be gün yükselecek.

Yaşama aşkla ve sevgiyle sarılmak için; mutlaka yer değiştirmek, eş değiştirmek, var olan şartları alt üst etmek de gerekmiyor üstelik. Asıl olan, gönül gözümüzle baktığımızda yakaladığımız ANLIK dinginlik. İşte o ANlar yaşamın en özel ve gerçek yanları. Üstelik hüznün gölgesi bile yok. Ben buna inanıyorum.  

'Düşünen, bilMEdiğinin farkında olan, keşfeden, öğrenen, bir son araMAyan, bir yere varma, bir şey olma motivasyonu ile düşünMEyen kişi YAŞAR. Ve bu yaşam GERÇEKtir.' demiş ünlü Hint asıllı düşünür Jiddu Krishnamurti.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.06.2015


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...