29 Ağustos 2015 Cumartesi

AMA O BİR ANNE…

Hepimiz biliyoruz ki; yaşantımızda karşımıza çıkan tüm canlıların tek bir amacı var.

Hayatta kalmak ve nesillerini devam ettirmek.

Bu anlamda bazen bizlere acımasız gelen şeylerde yapıyorlar. Çünkü doğanın onlara verdiği özellikleri kullanmak zorundalar.

Aralarında ismini daha önce hiç duymadıklarımız da. Varlıklarından haberdar olduğumuz halde hiç tanışmadıklarımız da. Bildiklerimiz ise bir şekilde hayatımızın içindeler.

İşte sivrisinekler de bunlardan sadece biri. Ancak yaz mevsimi gelince hatırladığımız, bazen gecelerimizi kabusa çeviren, uykumuzun en tatlı yerinde ‘’Ben burdayım.’’ diyen o incecik, narin yapılı uçan kanatlılar.

Dünya genelinde tam üç bin değişik türü var sivrisineklerin. Böcek sınıfından geliyorlar. Çoğu insanlara saldırmıyor, kendi halinde yaşayıp gidiyor.

Peki kanımızı emen, soktuğu yeri kaşındıranlar neyin nesi dersiniz?

Şimdi sıkı durun. Çünkü onlar birer ANNE.

Kendi yumurtalarını üretebilmeleri için proteine ihtiyaçları var. Ve bu amaçla sivrisineklerin sadece dişileri kan emiyor. Hem de o anda bulabildikleri her canlıdan. Bunlara kuşlar, sürüngenler ve hatta deniz yüzeyinde gezinen balıklar da dahil.

Dişiler böyle didinip dururken; erkekler ne yapıyor dersiniz?

Onların keyfi yerinde. Çiçek özleriyle besleniyorlar, tıpkı arılar gibi.

Dişiler anne olabilmek için; hem duyargalarını hem de 6 bacağında bulunan minicik alıcılarla etrafı tarıyor. Nemi, teri ve ısı özelliklerini tespit ediyor.

Sivrisineklerin duyargaları o denli hassas ki; 1santigradın binde biri kadar olan sıcaklık değişimini dahi anında algılıyor. Böylece hedefe kilitlenmesi an meselesi. Yapılan deneyler, kendilerini çeken kokuları, camın arkasından bile hissedebildiklerini göstermiş.

Ama dikkat ederseniz, aramızdan bazılarına daha çok yaklaşıyor. Bunun da bir nedeni varmış meğerse. Nefes verirken çıkardığımız karbondioksit bulutunun içine dalan dişiler ileri geri hareketle ölçümünü yapıyor. Değerler kendisi için cazip ve özendirici ise hemen harekete geçiyor. Yoksa yaklaşmıyor bile.

Uygun hedefi gözüne kestirince kendi uçuş tekniğini kullanıyor. Düz ya da direkt değil de kavisli bir uçuş hareketi yapıyor. Ve yaklaşık 5-30 saniye içinde hedefine konuyor. Artık emme işlemine hazır.

Hepimizin ‘iğne’ olarak bildiği hortumu, aslında çok karmaşık mükemmel bir beslenme cihazı. Her bir detayı tek tek dizayn edilmiş minicik bir makine parçası adeta.  

Kan emmek için; ağzının altındaki kesede yer alan 2 tüp ve 2 testere ağızlı bıçağını kullanıyor. Önce bıçaklarıyla deride deliğini açıyor. Ardından 1. tüple tükrüğünü deliğin içinde boşaltıyor. Bu sayede kanın pıhtılaşmasını önlemiş oluyor. Ardından 2. Tüpü sokarak fark ettirmeden kanı kolayca emiyor. Tüm bu işlem yaklaşık 205 saniye kadar sürüyor. Deposunu kanla doldurunca da hafif sersemlemiş bir halde oradan ayrılıyor.

Artık yavrularını yapmak için gerekli proteine sahip ve mutlu bir anne o.

Biliyorum ısırmaları son derece rahatsız edici.
Gün geliyor bizi bulunduğumuz yerden bile kaçırtabiliyor.

Hatta türler arasından 100 kadarı son derece zararlı. Hastalık yayabiliyor. Ama geri kalanlar zararsız. Sadece ısırıyor ve kaşındırıyor. Ve tüm bunları sadece yavruları için yapıyor.

Böyle bir yazıyı neden mi kaleme aldım ve paylaştım?

Sivrisineklerle haşır neşir olduğumuz anlarımız için; küçücük bir tebessüm yaratmaktı amacım. Umarım karşılaştığınızda hatırlarsınız.   

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.08.2015




24 Ağustos 2015 Pazartesi

MUHTEŞEM AĞAÇ KİRİ

Bizler doğaya ne kadar kötü davranırsak davranalım; yine de doğanın içindeki o muhteşem canlılar adeta yaşamımızı kolaylaştırmak için varlar. İşte bunlardan bir tanesi de KİRİ AĞACI.

Orijinal ismi PAULOWNIA.

Çin imparatoriçe ağacı, Çin Kavağı veya Prenses Ağacı da deniyor.

Anavatanı Çin olmakla beraber, Japonya’da ve Avustralya’da da yaygın olarak yetiştiriliyor. Üstelik dünya genelinde bu ağacın sayısız faydasını öğrenen ülkeler, kendi topraklarında yetiştirme telaşında.

Tarihi oldukça eski.

2600 yıl öncelere dayanıyor. Çin Kralı Yui’nin kral tabutu dahil; tarih öncesi çağlarda da kullanıldığı; yapılan araştırmalar sonucunda bulunmuş.

İlk detaylı araştırma ise 1785 yılında İsviçreli botanikçi Thunberg tarafından yapılmış.

Çin’deki efsaneleri de hayli ilginç. Eskiden, yeni doğan kız bebeklerinin adına birer tane dikilirmiş. Evlenme çağına gelince de kesilir ve evindeki ahşap malzemelerin yapımında kullanılırmış. Yine bir dönem; 500’lük Japon yeninde ve ülkeye katkı sağlayanlara verilen nişan  üzerinde de kullanılmış.

Faydaları o kadar çok ki.

Derine inen kökleriyle erozyonu önlüyor. Park ve bahçelerde peyzaj düzenlemelerinde, fabrika alanlarında, çiftliklerde; ilk tercih edilen ağaçlardan bir tanesi.

Kerestesi oldukça kıymetli.

Ateşe dayanıklı. Çok iyi bir ısı yalıtım malzemesi. Bambudan bile daha hafif. Dayanıklı ve dirençli bir kerste. Rahatça işleniyor. Sanayide; dondurma sapı yapımından, kalem cetvel üretimine, mobilyacılıktan, kaplamaya kadar; geniş bir alanda tercih sebebi.  

Kuruyan yaprakları çok besleyici bir hayvan yemi. Geniş alanlarda, deniz kenarlarında rüzgarı kıran perdeler olarak da yararlanılıyor.

Esas can alıcı faydasına geldi sıra. Dünya üzerindeki ağaçlardan on kat daha fazla karbondioksiti emiyor ve yüksek oranda oksijen üretiyor. Bilim adamları sanayileşmenin acı göstergesi olan hava kirliğini azaltacağı konusunda hemfikirler. Bu amaçla dünya genelinde yaygınlaşması için kolları sıvamışlar.

İşte Teksas’da bu ülkelerden bir tanesi. Hatta ülkede ‘Kiri Devrimi’ adı altında bir proje başlatılmış. Hedef tam 1 milyon adet ağaçla Teksas semalarını şenlendirmek ve hava kirliğine son vermek.

Kışın dökülen dekoratif geniş yaprakları ise; protein ve nitrojen açısından oldukça zengin.

Kirinin özellikleri bununla da kısıtlı değil üstelik. Dünyadaki en hızlı büyüyen ağaç olması; tohumdan yetişmesi ve sekiz yıl gibi kısa bir sürede, kırk yıllık bir meşe ağacının boyuna erişmesi en büyük avantajı.

Bahar ayında mis gibi kokan eflatun rengi çiçekleri var. Tıpkı İstanbul’u süsleyen erguvanların renginde. Arıların çok sevdiği bu çiçekler; salatalara lezzet katacak kadar da tatlı aynı zamanda.

Bir diğer güzel haber ise; Kuzey Yarımküre' deki pek çok ülkeyle beraber, cennet ülkemizde de kullanılmaya başlanmış olması.

Sevgiyle girişilen her iş başarıya ulaşır ve hak ettiği değeri bulur. Ülkemizde daha da çoğalmasını diliyorum. Doğaya yaptığımız acımasız ve nezaketsiz davranışlarımızın bir özrü olarak. Tüm bu faydalarının yanında; yavrularımıza tertemiz bir hava bırakmanın keyfi de cabası.  

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.07.2015





17 Ağustos 2015 Pazartesi

YAPAY mı, GERÇEK mi? (2/2)

Kabul etmek gerekiyor ki her şey bu kadar kolay değil. Hele hele söz konusu şey bizim ve sevdiklerimizin mutluluğu ise. 

Çünkü yapay mutluluğu yaratırken, farkında olmadığımız bir sorun yaşıyoruz. Yapay mutluluğu engelleyen bir şey var. O da seçim özgürlüğüne sahip olmak.

Nasıl da bildiklerimize ters düşüyor değil mi? Hepimiz seçme özgürlüğü ne kadar çoksa o kadar mutluyuz sanmıyor muyduk? Oysaki tam tersiymiş.

Peki bunu nasıl aşacağız? Tek bir yolu var. O da değiştiremeyeceğimiz her ne varsa onu kabul etmek. 
Direnmeden teslim olmak.

Bunu yapabilenlerden olmak için de psikolojik bağışıklık sistemimizin güçlü olması lazım. Profesör Gilbert’e göre; psikolojik bağışıklık sistemimiz en iyi, tamamen tıkandığımız ve sıkıştığımız zamanlarda çalışıyor.

O halde özellikle kendimizi çaresiz ve bıkkın hissettiğimiz o son noktadayken; farkındalığımızı açık tutmak önemli.

Seçme özgürlüğünün nasıl da mutluluğu engellediğini görmek adına; gelin bir başka deneye geçelim.
Paylaşacağım bu deney, Amerika Harvard Üniversitesinde yapılmış. Bir kısım öğrenci için fotoğrafçılık kursu açılmış. Hevesli olanlara siyah beyaz fotoğraf dersi ve karanlık odada basma teknikleri öğretilmiş. Ellerine verilen makinalarla; en çok sevdikleri 12 görselin fotoğrafı istenmiş. Seçim serbest bırakılmış. Çektikleri fotoları hocalarına getirdiklerinde; film hazırlanmış. Önce içlerinden en beğendikleri iki filmi seçme şansı verilmiş öğrencilere. Ardından beraberce karanlık odada basmışlar. 
Sonra da ellerindeki iki fotoğraftan sadece bir tanesini alabilecekleri söylenmiş. Her ikisine birden sahip olacaklarını sanan öğrenciler şaşkınmış.

Tam bu noktada; öğrencileri iki gruba ayırmışlar. İlk gruba sonradan fikirlerini değiştirme şansı sunulmuş. Yani o anda seçtikleri fotoyu birkaç gün sonra, eğer isterlerse diğeriyle değişebilme şansları var. Özgürler. Sorun yok gibi.

Diğer gruba ise böyle bir özgürlük hakkı verilmemiş. O anda seçtiği fotoğrafı değiştirme lüksleri yok.

Aradan geçen süre içinde; her iki grubun en beğendikleri fotoğrafa olan yaklaşımları incelenmiş. Emek harcadıkları fotoğrafı sevme ve değer verme dereceleri gözlenmiş. Ancak sonuç herkesi şaşırtmış.

Neden mi?

Fotolarını değiştirme şansına sahip olmayan ve bu durumu önceden kabullenen öğrenciler fotoğraflarını daha çok sevmiş.

Değiştirme şansı verilenler ise daha az. Çünkü değiştirme olanağı mutluluğu sentezlemelerine engel olarak ortaya çıkmış. Bir türlü tatmin olamamışlar.

Ancak henüz bitmedi. Deneyin son bir aşaması daha var.

Bu kez; yine aynı üniversiteden tamamen yeni bir başka grup öğrenci seçilmiş. Ve fotoğrafçılık konusunda bu kez; iki farklı ders verileceği açıklanmış.

Derslerin birinde, çektikleri fotoğraflar içinden en sevdiklerini; ilerde isterlerse değişme hakları olacak. 
Özgürler. Diğer derste ise tek bir seçim hakları var. Yani özgür değiller. Şimdi olacakları önceden bilerek ders seçecekler.

Öğrencilerin yarıdan fazlası hangi dersi seçiyor dersiniz?
Çektikleri fotoları değiştirme şansı olan dersi tabii ki.

Çünkü yapay mutluluğun hangi şartlarda oluştuğunu bilmiyorlar. Özgürlüğün onları mutluluğa taşıyacağını sanıyorlar. Tıpkı bizim gibi.

Hayat yolumuz hep seçimlerimizle şekilleniyor. Tutkuyla yol alırken; endişelerimiz ve hatta korkularımız bize eşlik ediyor. Önemli olan; tutkularımızda ve korkularımızda sınırlarımızı koruyabilmekte. Kendimizden ve kişiliğimizden ödün vermeden; naif çizgimizi korumakta. Kararlarımızın arkasında dimdik durabilmekte. Mutluluğun anlarda saklı bahçesinde gezinirken doya doya içimize sindirmekte. Olmadığını hissettiğimiz zor anlarımızda ise yapay mutluluğun doğru renklerini yakalayabilmekte.
Mutlu olmak ya da mutsuzlukta kıvranmak tamamen bizim seçimlerimizle alakalı. Öncelikle mutluluğu hak ettiğimizi düşünmemiz lazım. Ardından mutsuzluğun o koyu gri gölgesinden silkinip; mutluluğun ışıltılarını cesaretle aramamız. Fark etmemiz. Yakaladıkça şükürler etmemiz. Sona, geleceğe değil; ANA odaklanmamız. Mutluluğun tam da orada olduğunu hiç unutmamamız.

Yapılan araştırmalar; yaratıcı, meraklı, yaşama sevinciyle dolu, amaçsız kalmayan, her konuda dengeyi koruyan, daha iyimser, özgüven sahibi kişilerin mutluluğa daha yatkın olduğunu ortaya çıkarmış.

Bakın ünlü Hintli düşünür Osho ne diyor;

‘’Herkes mutsuz olma kapasitesine sahiptir. Ama mutlu olmak en büyük cesarettir.‘’

Hayallerimizle beynimizi kandırırken; duygu, düşünce, davranışlarımızın uyumda olmasına ve onları pozitif enerjimizle güçlendirmeye dikkat. Aklımızı, kalbimizi ve tebessümlerimizi hep diri tutmak en güzeli değil mi?

Haydi o halde cesaretle mutluluk yolunda adımlar atmaya var mısınız?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.06.2015

Kaynaklar: Daniel Gilbert’in sunumu (https://www.youtube.com/watch?v=QZbqb-johXs) ve Mutluluğa takılmak isimli kitabı.

YAPAY mı, GERÇEK mi? (1/2)

Hemen hepimizin peşinden koştuğu mutluluk için bu sorum. Çünkü Amerikalı yazar Profesör Daniel Gilbert; ‘Mutluluğa Takılmak’ kitabında mutluluğu ikiye ayırmış.

Gerçek mutluluk. Yapay mutluluk.

Her şey yolundayken, istediklerimizi elde ettiğimizde; içimizde beliren mutluluk GERÇEK mutluluk. Hani o özel anlarda oluşan ve içimizi kıpır kıpır yapan.

YAPAY mutluluk ise; istediğimizi elde edeMEdiğimiz zaman başvuracağımız yol.

Biliyorum, neredeyse hepimiz bu ikinci yolun, gerçek mutlulukla kıyaslanmayacak kadar önemsiz olduğunu düşünürüz aslında. Öyle değil mi? Oysaki uzmanlar yanıldığımızı söylüyorlar.

O halde önyargılarımızı yıkmanın tam zamanı. Çünkü gerçek ve yapay mutluluk birbirine EŞİTmiş.

Daha inandırıcı olması bakımından; deneysel bir paradigmayı paylaşmak istiyorum.
İsmi ‘Serbest seçim paradigması’. Öyle basit ki.

Örnekte deneklerin önüne altı tane tablo getiriliyor. Ve beğenme derecelerine göre numara vermeleri bekleniyor. En çok beğendiklerinden, en az beğendiklerine doğru. Bir, iki, üç, dört, beş ve altı. Bu seçim sonrası deneklere tablolardan bir tanesinin hediye edileceği söyleniyor.

Ama bir şart var. En beğendikleri tablo değil. Sıralamada tam ortada yer alan üç veya dörtten bir tanesine sahip olacaklar.  

Derken aradan biraz zaman geçiyor. Aynı deneklerle, aynı tablolar kullanılarak deney tekrarlanıyor. Sonuç şaşırtıcı. Çünkü daha önce ilk iki sıraya taşıdıkları tabloları unutup, kendilerine hediye edilecek olanı ilk sıraya taşıyorlar otomatikman. Neden mi? Çünkü ona sahip olacaklarını biliyorlar artık. Aslında denekler, farkında olmadan mutluluğu sentezliyorlar.

Ancak deney burada bitmiyor. Şimdi şaşırmaya hazır olalım.

Bu kez aynı deney; hastanedeki bir grup hastayla yapılıyor. Bu hastalar amnezi hastaları. Çok içki içtikleri için; yakın geçmişi hemen unutan kişiler bunlar.

Deney başlıyor. Tablolar önlerine getiriliyor. Hastalar beğenilerini numaralandırıyor. Hemen peşinden ilk deneyde olduğu gibi; tablolar içinden üç ya da dört numaralı tablonun hediye edileceği söyleniyor. Onlar da diğerleri gibi; sahip olacaklarını ilk sıraya taşıyorlar.

Buraya kadar her şey normal.

Ama aradan biraz zaman geçiyor. Sırada deneyin ikinci kısmı var. Aynı tablolarla hastaların önüne bir kez daha gidiliyor. İçlerinden hiçbiri ne deneyi ve ne de tabloları hatırlamıyor.  Kendilerine ikinci defa anlatılanlar doğrultusunda yeniden numara veriyorlar.

Ve sonuç herkesi şaşırtıyor. Çünkü, bir önceki seçimi ve tabloları hatırlamadıkları halde; aynı tablolara aynı numaraları veriyorlar.

Peki bu nasıl oluyor?

Normal insanlar geçmişi hatırladıkları için işleri kolaydı. Ancak hiç hatırlamayanların da aynı seçimi yapmasının bir nedeni olmalı. Uzmanların açıklamalarına göre; insanlar sahip oldukları şeyleri, düşündüklerinden daha güzel buluyor. Sahip olamadıkları düşündükleri kadar albenili değil artık.  İlk deneydeki sahip olma duygusu ve mutluluk, onların ruh yapısını değiştiriyor. Bir  anlamda; zevk ve estetik tepkileri farklılaşıyor. Yani mutluluk sentezini farkında olmadan yapıyorlar. Böylece; sadece tahminde bulunarak, ilk seçimlerini hiç hatırlamadan; aynı tabloları seçiyorlar. İşte mutluluk sentezinin gizemi ve ışıltısı devrede.

Mutluluğu sentezleyebildiğimiz ölçüde psikolojimizi hep pozitifte tutmayı başarıyoruz. İster gerçek, ister yapay mutluluk. Fark etmiyor. Sonuçta geldiğimiz nokta kendimizi çok daha iyi hissettiriyor.

Peki her şey bu kadar kolay mı? (Cevabı çarpıcı örneklerle 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.06.2015


11 Ağustos 2015 Salı

İÇE ya da DIŞA DÖNÜK değil, OLDUĞUM GİBİYİM

Duyu organlarımızla içinde bulunduğumuz rengarenk yaşamı algılıyoruz. Kalpsel sezgilerimizi ve hislerimizi katarak kavrıyoruz. Düşünüyoruz. Ardından da eyleme geçiyoruz. İşte tüm bunları yaparken, hepimiz birbirimizden farklı bir portre ortaya çıkartıyoruz.
Hayata karşı yaklaşımlarımız ve olaylara verdiğimiz tepkiler farklı. Kimimiz rahatız. Kimimiz sıkılgan. Dışardan bakıldığında ilk dikkat çeken ve aslında çocukluk yıllarımızdan itibaren şekillenmeye başlayan kişilik özelliğimiz bunlar.
İşte o yaşlardan itibaren; toplumsal baskıların kıyısında geziniyoruz farkında olmadan. Çünkü alışılagelmiş beklentiler etrafımızı kuşatmış durumda. Ancak bunların yaşantımızdaki etkileri yer yer hayatımızı kabusa çevirecek cinsten olabiliyor. Hele hele o beklentilere uygun bir yapıda değilsek, vay bizim halimize.
İşte yapı olarak; içe dönük (introvert) ve dışa-dönük (ekstrovert) olmak da bunlardan bir tanesi.
Bazı uzmanlar bu ayırımı çok basit bulsa da; yapılan araştırmalar; toplumda neredeyse her 2-3 insandan bir tanesinin içe dönük olduğunu gösteriyor. Bu kadar yoğun bir sayıyla karşı karşıyayız.
İsviçreli psikiyatr ve derinlik psikolojisinin üç büyük kurucusundan birisi olan; Gustav Jung’ın ‘Psikolojik Tipler’ kitabındaki tanımlama şöyle. Harekete yönelik olanlar dışa; düşünceye yönelik olanlar ise içe dönük insanlar.
Peki hangisi daha iyi dersiniz? İçe dönük olmak mı, yoksa dışa dönük olmak mı? Çoğumuzun dışa dönük olanlara onay verdiğini biliyorum. Ama gerçekler biraz daha farklı. Çünkü uzmanlar içe dönük olmanın o kadar da kötü olmadığının altını çiziyor. Ve bizleri belki de şu ana kadar hep yanlış bildiğimiz bir gerçekle yüzleştiriyor.

Hepimiz dışa dönük insanların çok daha sosyal ve başarılı olduğunu sanıyoruz. Tam tersi içe dönük insanların sosyal ilişkilerinde rahat olamadıklarını, çekimser kaldıklarını, hatta utandıklarını varsayıyoruz.
İçe dönük olanlar; sosyal uyaranlara, dışa dönük olanlardan farklı tepkiler veriyor sadece. Hani beklenen, alışılagelmiş tepkiler değil onların ki. Daha kendi hallerindeler galiba. Yalnızlığı daha çok seviyorlar. Kendi dünyalarında mutlular. Esas gücü oradan kendi içlerinden alıyorlar.
Dışa dönük olanlar; bilgide ve etkide genişliği arıyorlar. Sosyal iletişimlerinin hareketli ve sık olmasını tercih ediyorlar. İçe dönük olanlar bilgide ve etkide derinliğin peşindeler. Hal böyle olunca enerjilerini depolama şekilleri de farklılık gösteriyor elbette.

İçe dönük olanlar yalnız kalmayı tercih ederken, dışa dönükler ne kadar çok iletişimde bulunurlarsa o denli enerjik oluyorlar. Dolayısıyla sosyal faaliyetlerde ön planda onlar var. İçe dönükler ise daha bir çekimser. Ancak ne utangaç ne de çekingenler. Sadece tercihlerini yalnızlıktan yana kullanıyorlar o kadar.
Asıl olanın bir insanın istediği gibi olması ve olduğu gibi davranması elbette. Nasıl mutlu ve huzurluysa.
Oysaki eğitim ve iş hayatında hareketli bir sistem var. Hep girişken olanlar tercih ediliyor. Neredeyse tamamen dışa dönük olanlara uygun. Yapılan araştırmalar, içe dönük liderlerin daha başarılı olduklarını ortaya koyduğu halde; iş ararken zorlanabiliyorlar. Eğitim hayatı da benzer zorluklar yaşatıyor içe dönüklere.
Her şeyde olduğu gibi burada da denge çok önemli. Eğer; her ikisinden de bir parça taşıyorsak çok daha yaratıcıyız. Dışa dönük yanımızla iletişime açık olmanın kolaylığını yaşarken; özellikle karar aşamalarında kendi düşüncelerimize odaklanıp, yoğunlaşmamız en ideali.
Biliyor musunuz; Mahatma Gandhi, Rahibe Teresa gibi ünlü ve pek çok başarılı satıcı hep içe dönük olanlardan çıkmış. Üstelik içedönükler; kendilerinden çok, birlikte çalıştıkları insanların öne çıkmasını istiyorlar. Acele etmeden derinine düşünüp, sakin karar alabiliyorlar. Empati yetenekleri hayli gelişmiş. Dünyaya dinginlik kazandıran yönleriyle aslında çok önemliler. Aşırı tepkisel olmaları en kötü yanları belki de.
Anne babalar olarak çoğumuz çocuğumuzu sosyal ve dışa dönük olarak yetiştirmeye çalışıyoruz. Bilmeden baskılar uyguluyor, hatta zorluyoruz. İşte bu yazıya yer vermemin ana sebebi de bu zaten. Ne kadar çok bilgi sahibi olur ve önyargılarımızdan kurtulursak; çocuklarımızı o kadar dingin yetiştirebiliriz. Gençlerimizi o denli iyi anlayabiliriz.
Zorlamadan, anlayarak, baskı yapmadan. Onların ayakları üzerine sağlam basmaları için, sevgiyle yüreklendirmek yeterli bence. Başka bir şeye gerek var mı?
Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
06.06.2015




5 Ağustos 2015 Çarşamba

EŞİK ATLATAN SAYILAR

Hayatımıza etki eden her şeyde o çok sevdiğim matematiğin gizemli izleri var. Sayılar bize öyle ipuçları veriyor ki aslında. Yeter ki araştıralım. Yeter ki istekli olup öğrenelim.

Peş peşe dizilmiş sayılar var önümüzde. Ama öyle bir AN geliyor ki, artı bir sayı daha eklenince alışılagelmiş pek çok düzen değişebiliyor. İşte eşik atlatan sayılar…







Bu önemli deneyi kitlelere ulaştıran Amerikalı bir gelişim yazarı. 

Jr.Ken Keyes. 

Kitabın ismi Yüz Maymun (The Hundred Monkey ).

Önce yapılan araştırmayı paylaşmam gerek. Böylece hafızamızda asla unutmayacağımız birkaç cümlemiz olacak çünkü. 

Deneyi gerçekleştiren ve adım adım izleyen kişi; Amerika’daki Duke Üniversitesi‘nden bir biyolog. 

Dr. Joseph Banks Rhine. 

Psişik yetenekleri inceleyen Rhine, parapsikolojinin  öncülerinden.

Gelin şimdi bu keyifli deneyin ayrıntılarına bakalım.

İsmi ‘’100 Maymun Deneyi.’’

Yıl 1952.

Bu kez Pasifik Okyanusundayız.

Yer Japonya’nın minicik adalarından Koshima.

Konunun kahramanları maymunlar. En çok da minik dişi maymun İmo. Doğal ortamlarında her türlü davranışı incelenen bu maymunlar, ‘Maçaca Fuscata’ türüne aitler.

Gün geliyor, bilim adamları maymunların yiyebilmesi için kumların içine tatlı patates bırakıyor. Bu tadı çok seven maymunlar mutlular. Ancak bir sorunları var. Üzerindeki kum nedeniyle patatesin tadını tam alamıyorlar. Yine de aç kalmamak adına yiyorlar.

Peki içlerinden İmo ne yapıyor dersiniz?

O küçük yaşına rağmen sorunlarına harika bir çözüm buluyor. Kumdan çıkardığı tatlı patatesleri, en yakın su birikintisinde yıkıyor. Böylece gerçek tada ulaşıyor. Bu güzel haberi annesine öğretiyor hemen. Ardından arkadaşlarına. Onlar da kendi annelerine.

Haberi duyan maymunlar; kumlu patatesi suda yıkayarak yemeyi alışkanlık haline getiriyor.
Ancak topluluk içindeki bazı maymunlar bunu reddediyor. Kumlu patates yemeye devam ediyor.

Bunlar kimler mi?

Bazı yetişkin maymunlar. Çünkü yeniliklere açık değiller. Hele hele çocuklardan fikir almak hiç onlara uygun değil.

Tam 6 yıl böylece geçiyor. Kabul etmeyenler bir yana, tam 99 maymun yeni sistemle beslenmeyi tamamen benimsiyor. Fakat 1958 yılının son mevsimlerine doğru herkesi şaşırtan bir olay oluyor.

Yine günlerden bir gün, tam gün doğarken 100. Maymun aralarına katılıyor. İşte o AN her şey tamamen değişiyor. Aynı günün akşamı, adadaki tüm maymunlar patateslerini yıkayarak yemeye başlıyor.

Sözün kısası 99 sayısına eklenen sadece 1 sayıyla bambaşka bir enerji ortaya çıkmış oluyor. İşte eşik atlatan sayı ve sayıların gücü. Enerjiye olan inanılmaz etkisi.

Bu güzel enerji değişimi bununla da sınırlı değil üstelik. Diğer ada sakini maymunların da bu güzel değişime hızla katılmaları bilim adamlarını iyice şaşırtıyor.

Çünkü diğer ada maymunları patates yıkama tekniğini görme şansına sahip değiller. Peki nasıl oluyor da bu değişime katılıyorlar dersiniz?

Uzmanlar bunun zihinden zihne bir aktarım olduğunu ve mesafelerin bu aşamada önemini yitirdiğini belirtiyor. Yeni bir düşünce ve davranışın, topluluk içindeki mucizevi aktarımı; değil de nedir bu?

Bu deneyde eşik atlatan sayı 100 olduğu için; deneyin ismi ‘’100. Maymun deneyi’’ olarak kayıtlara geçiyor.  

Üstelik bu ve benzer deneyler; farklı zamanlarda, değişik şekillerde tekrarlanmış. Sonuçta bilim adamları hep aynı sonuca ulaştıklarını fark etmiş. Ağustos böceklerinin ve kurbağaların aynı ritmi yakalayarak seslerini birbirlerine koordine etmeleri buna güzel bir örnek. Bitkilerin birbirleriyle titreşim yoluyla haberleştikleri de cabası.  

Eşik atlatan sayılarla aslında kritik kütle yakalanıyor bir şekilde.

Kritik kütle ne mi? Sayı belirli bir sınırı aştığı zaman; topluluğu oluşturanların aynı davranış şekline yönelmeleri. Buna sebep olan da morfogenetik yapıları, yani karakteristik özellikleri. Uzmanlar böyle açıklıyor.

Buna benzer deneyler Avustralya ve İngiltere’de insanlar arasında da yapılmış. Sonuçta hepimiz arasında görünmeyen bir enerji olduğu ve eşik sayısı yakalanırsa muhteşem değişimler olabileceği ortaya konmuş. Yani hepimiz tek başımıza önemliyiz. Gün gelip eşik sayısı atlatan kişi olmamız an meselesi.

Şimdi sıkı durun, bizlerin ancak deneylerle ulaştığı bu harika bilgiler; ilkel kabilelerde eskiden beri doyasıya yaşanıyor çünkü. Yeniden okumaya başladığım Aborjinlerin yaşamından kesitler sunan ‘’Bir Çift Yürek’’ romanındaki gibi tıpkı. Onlar ayrımcı değil, hep birleştiriciler. Huzuru kendi içlerinde yakalamayı öyle iyi biliyorlar ve doğayla öyle güzel sessiz iletişim kuruyorlar ki. Bunlar bizlerin ne yazık ki hala öğrenemediği değerler.

Burada iki nokta çok önemli bence. Bir tanesi birleşerek şahane şeyler yapabilmenin gücünü hissetmek. Diğeri ise BİRden BÜTÜNe geçmenin hazzını yaşamak.

Hepimiz tek tek çok özeliz. Çok önemliyiz. Ama asıl olan; kendimizi sevdiğimiz kadar birbirimizi saygı ve sevgiyle kucaklamak. Değer vermek ve bunu hissettirmek.

Hani hep içimizden düşündüğümüz gibi; ‘’Adam sen de, tek bir kişinin eksikliğinden ne çıkar ki?’’ dememek lazım. Gün gelir tek bir katılımla pek çok güzelliğin yolu önümüze seriliverir. Ne dersiniz? Eşik atlatan sayılar; her ne yapılıyorsa hepimize güzellikler taşısın dileğimle.

Aynı evrende BÜTÜNde çok daha güzel olduğumuzu hiç unutmayalım olmaz mı?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

10.06.2015



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...