26 Haziran 2015 Cuma

Ev Almak İsteyenlere Dünyada Eşi Benzeri Olmayan Bir Ev Önerim Var!



Öyle bir evlilik hayal edin ki, cicim aylarınız hiç bitmesin. Bu mümkün mü? Şimdi size bahsedeceğim proje bunun mümkün olduğunu kanıtlar nitelikte. Eğer doğru bir yaşam alanı seçerseniz neden olmasın? “Hangi evi alsam, nereden ev alsam, nasıl bir yaşam alanı seçmeliyim?” şeklindeki soru işaretlerinden sizi kurtarıyorum. Ben ilk duyduğumda inanamadım ve ışık hızıyla satış ofisini ziyaret ettim.

Projenin adı İnistanbul Gala; gayrimenkul sektörünün iki güçlü firması İş GYO ve Nef tarafından hayata geçiriliyor. Şimdi bir ev hayal edin. Normalde 60-80 metrekare ama onlarca odası var. “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim.

Evinizde olmasını istediğiniz fakat bir eve sığdırması mümkün olmayan sosyal alanlar düşünün. Playstation salonu, halı saha, basketbol sahası, karaoke odası, toplantı odası, içinde piyano ve davul seti bile olan müzik odası ve bunun gibi toplam 24 farklı odaya sahip bir ev. İşte Nef ve İş GYO’nun bir arada geliştirdiği İnistanbul Gala projesi Foldhome denen sosyal alan üniteleri ile size bu imkanı sağlıyor.

Dikkat edin, alışılageldik sosyal tesislerden söz etmiyorum. Bu bahsettiğim odalar, kişisel kullanıma müsait ve sadece kullanmak isterseniz ücret ödüyorsunuz. Kullanmadığınız odaları evinize dahil etmiyor ve ücretini de ödemiyorsunuz. Kısacası “Kullan-öde” sistemi. Çok mantıklı değil mi?

Örneğin: eşim ve ben tenis oynamayı bilmesek de eski oturduğumuz sitenin sosyal tesisinde bulunan eski tenis kortları için aidat ödüyorduk. İnistanbul Gala evlerinde ise durum çok farklı. Öncelikle ben evime eğlence odasını ve masa tenisini ekletmeyi düşünüyorum.



İnistanbul Gala size 25 kişiye kadar davetli kabul edebileceğiniz özel kapalı sinema salonunu bile sunuyor. Üstelik her bir oda dünyaca ünlü tasarımcılar tarafından hazırlanmış. Zannediyorum ki, eşim de özel stüdyo ve fitness odasını da evimize dahil etmek isteyecektir. Ben bu odaların kullanım kartını alıp sadece bu odalara ücret ödeyeceğim.





Siz de kendi ihtiyaçlarınıza göre foldhome ünitelerindeki dilediğiniz odayı kullanabilirsiniz.

İnistanbul, Foldhome Dışındaki Sosyal Alanlarıyla da Bir Hayli Cezbedici





“Huzur” kelimesini duyduğumuz anda hepimizin zihninde yeşil bir doğa tablosu canlanıyor olmalı. Doğa, huzurlu ve sağlıklı yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. İnistanbul projesinde bu detay atlanmamış ve binaların çatılarına kurulan yeşil alanlar ev yaşantınıza adeta yenilik katıyor. Tabii ki doğal alanlar bununla sınırlı değil:




  • Doğal gölge sağlayan yapısıyla yaz günlerinin sıcağından sizi koruyacak ve enerjinizi yenileyecek dinlenme alanı bulunuyor



  • Havuz ve aktivite alanını çevreleyen Yeşil Meydan yaşamanın keyfine serbest bir alan sunuyor.



  • Evlere ait avlu alanları ve mahremiyetinizi korurken hem de ortak alanlara kolayca erişim sağlıyor.



  • Doğal tepe, yükseltilmiş yapısı ve botanik düzenlemesiyle hem doğal bir yürüme yolu hem de boş vakitlerin değerlendirilebileceği bir alan sunuyor.



  • İnistanbul Gala projesinde dış sosyal alanlar huzurun yanında eğlence olanaklarıyla da dikkat çekiyor. Yüzme havuzu ve eğlence adasında her yaştan aile bireyini keyifli saatler bekliyor. Üstelik tüm ortak alanları birbirine bağlayan özel yürüyüş yolu var!

    Eşsiz Lokasyon:

    İnistanbul Gala, bölge olarak da İstanbul’un köklü yerleşim noktalarından biri olan Topkapı’da hayat buluyor. Bence en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş, sosyallik üzerine kurulu mükemmel bir proje. E-5 ve TEM’e yakın olduğu gibi büyük alışveriş merkezlerine de ulaşımı gayet basit.

    Yaklaşık 35.000’e  yakın işletme ve 350.000’e  yakın çalışanıyla tam bir üretim merkezi olan ve günde 1.3 milyon insanın giriş yaptığı Topkapı Bölgesi, İstanbul’un gözde yerleşim merkezlerinden Zeytinburnu, Bahçelievler ve Bakırköy semtlerine yakınlığıyla öne çıkıyor.

    Evliliğimizin en güzel gelişmesi, sosyal bir ev almak olacak sanırım. “Hem evli hem de sosyal olmak.” Kulağa çok hoş geliyor.

    Detaylı bilgi için İnistanbul Gala web sayfasını incelemelisiniz.

    Bu içerik http://www.hizliadam.com/ tarafından hazırlanmıştır.


    Bir boomads advertorial içeriğidir.

    22 Haziran 2015 Pazartesi

    KAPLUMBAĞAnın HASSAS KALBİ

    Yine doğadan bir örnek var karşımızda.

    Dikkatli bakıp, detayları fark ettikçe zenginleşiyor insan.

    İzlemek, sadece izlemek bile yeterli. Doğanın bu güzel döngüsüne şahit olmak için.

    Yine tesadüfen denk geldiğim minicik bir video var bu yazımda.

    Sıradan.

    Sadece iki kaplumbağa var yeşilliklerin arasında. Ama bir tanesi nedendir bilinmez; ters dönmüş.
    Yuvalarını sırtlarında taşıyan bu harika hayvanlar; maalesef böyle bir pozisyonda çaresiz kalabiliyor. 
    Üst kısımları yuvarlak olduğu için de kendi kendilerine dönmeleri öyle zor ki.

    İşte böylesi bir durumda diğer kaplumbağa ne yapıyor dersiniz?

    Daha arkadaşını gördüğü anda yardım etmek için çırpınıyor.

    O son derece yavaş halinde bile telaşını hissetmek mümkün. Amacı bir an önce arkadaşını o zor şarttan kurtarabilmek. Kolları ve ayakları ancak kendi kabuğunun izin verdiği ölçülerde hareket ediyor elbette. Esnek değil, hızlı değil, çok kuvvetli de değil. Ama ne gam?

    Deniyor. Yavaş yavaş da olsa yapabilmek adına uğraşıyor. İlk hamleler yeterli gelmiyor elbette. Sadece sallıyor. Ama olsun. Arkadaşının etrafında dönerek; o ağır ama sakin adımlarını her atışında; amacı için biraz daha kendini zorlayarak; itiyor arkadaşını.

    Acaba o anda ters durumda olup kurtarılmayı bekleyen kaplumbağa ne hissediyor dersiniz?

    Her an artan umuduyla bekliyordur mutlaka. Sabırla.

    Derken son bir hamle daha. Ve evet. İşte arkadaşı kurtulmuştur. Artık beraberce yollarına devam edebilirler.

    Ne güzel bir his değil mi?

    Bir başkasına yardım edebilmek. Ona el uzatıp, bulunduğu zor şartlardan kurtarmak.

    Bunu yapan sadece bir çift kaplumbağa. Hani ‘hayvan’ sıfatı yakıştırdığımız iki güzel can.

    Peki ya biz insanlar?

    Önümüzde düşene bile gülüp geçerken;  ne kadar acımasız olduğumuzun farkında mıyız dersiniz?

    Oysaki bizler duygulu, düşünebilen varlıklarız.

    Kalbimizden taşan sevgimizle, empati yeteneğimizle yapamayacağımız şey yok.

    Ama nerede?

    Yok saymak, görmezden gelmek, kendimizi bir kenara koyup başkalarından beklemek, yardım ederken saygıyı tamamen unutmak; en büyük hünerlerimizden. Öyle değil mi?

    Sadece kendimiz için yaşıyoruz. Benciliz. Egomuz tavanlarda. En iyisini biz biliyoruz. En güzelini biz yapıyoruz. Üstelik bu hallerimizle övünüyoruz. Utanmıyoruz.

    Unuttuğumuz detay ise; hayatımızı güzelleştirdiğimizi zannederken ne kadar yalnızlaştığımız.

    Zenginlik ruhta başlar bana göre. Ruhtan bedene yansır.

    Ruhumuzu zenginleştirmenin yolu da yardım etmekten, paylaşmaktan geçiyor. Hayatın güzelliğini fark etmemizi sağlayan en kolay yol. Bu öyle naif bir his ki, maddiyatla satın alamayız. Kendi kabuğumuzun içinde, hep ‘bana’ diyerek yapamayız.

    Hadi etrafımıza dikkatlice bir bakalım beraberce. Bir gün içinde bile yapabileceğimiz o kadar çok güzellik var ki. Yardım etmek mutlaka insanlar zor şartlardayken de olmamalı zaten.

    Durduk yerde. İçinizden gelmeli. Bir kapıyı tutmanın, kibarca ilk geçen olmasına izin vermenin, alışveriş torbasını açıp uzatmanın, acelemiz yoksa sıramızı vermenin, iltifat etmenin, o kişi duymasa bile onun adına dua etmenin tadı öyle güzel ki.

    Bir kişiyi gülümsetebiliyorsanız hiç sebepsiz. İşte dünyanın en zengin, en kaliteli ruhu sizinkisi. O gününüz muhteşem geçer her şeyden önce. Aklınıza geldikçe siz de gülümsersiniz. İçinizdeki çocuk çoşar, kabuğuna sığmaz.

    Çocuklarımıza bahşedeceğimiz en anlamlı hediye böylesi bir yaşam şeklini öğretebilmek olmalı. Elbette en güzel örneği kendimizden vererek.

    Sevgiyle kalın.
    Belgin ERYAVUZ

    06.05.2015




    15 Haziran 2015 Pazartesi

    ROSETO KASABASININ GİZEMİ (2/2)

    Bu kasabanın tüm dünya tarafından tanınmasına vesile olan bir doktor aslında.

    Oklahama Üniversitesi tıp fakültesinde ders veren doktor Stewart Wolf.

    Kariyerini sindirim ve mide üzerine yapmış. Yaz aylarını bu kasabaya çok yakın bir çiftlikte geçiriyor doktor Wolf.

    Ve günlerden bir gün; yerel bir tıp derneğinde konuşma yapmak için çağrılıyor. Konuşması bittikten sonra meslektaşları ile yaptığı sohbette; Roseto kasabasından haberdar oluyor.

    Kasabada yaşayanların hiç hasta olmadığını duyunca; bir doktor olarak elbette çok şaşırıyor. Üstelik 65 yaşın altında kalp hastalığına yakalananların çok az sayıda olduğunu öğrenince; mutlaka araştırması gerektiğini düşünüyor.  

    Çünkü o yıllarda Amerika’da kalp krizi hayli yaygın. Ve 65 yaşın altındaki erkekler arasında önde gelen ölüm nedeni.

    Doktor Wolf, düşüncesini etrafıyla paylaşıyor. Öğrencilerinin ve meslektaşlarının de desteği ile kapsamlı bir araştırma başlatıyor.

    Kasabadaki tüm eski kayıtlar, aile yapılarına varıncaya kadar inceleniyor. Roseto sakinleri ile anketler yapılıyor. Birebir görüşmeler gerçekleştiriliyor. Ve sonunda kasabanın sağlık dökümü ortaya çıkıyor. Elde edilen sonuçlar ise hemen herkesi şaşırtıyor.

    Gerçekten de Roseto’da 55 yaşın altında kalp krizinden ölen ya da herhangi bir kalp rahatsızlığı gösteren hemen hiç kimseye rastlanmıyor. 65 yaş üstündeyse kalp krizine bağlı ölüm oranının yalnızca %1 olduğu görülüyor. Ortalamalar, Amerikan ortalamalarıyla kıyas bile kabul etmiyor.

    Kasabada; hiç intihar yok. Alkolizm yok. İlaç ya da uyuşturucu bağımlısı yok. Suç oranı dile getirilmeyecek ölçüde az. Midesinden sorun yaşayan da yok; hasta olan da. Her şey normal seyrinde devam ediyor. Sosyal yardıma ihtiyaç duymuyorlar.
    Sonuç; köylüler sadece yaşlılıktan hayatlarını kaybediyor.

    Peki kasabanın bu gizemi nereden geliyor dersiniz?

    Hep göz ardı ettiğimiz, umursamadığımız, daha güzelini bulalım derken unuttuğumuz minicik değerler bunlar. Ve günümüze ‘Roseto etkisi’ olarak ulaşmış.

    Yapılan araştırmalar bu durumun genlerle ilgisi olmadığını göstermiş. İtalya’daki Roseto’dan Amerika’nın başka eyaletlerine göç edenler bu durumun dışında kalıyorlar çünkü.

    O halde ne olabilir? Sağlıklı ve güzel beslenmek mi?

    Tam tersi.

    Bu bölge sakinleri çok şarap tüketiyor. Üstelik filtresiz sigara içiyor. Çoğu iri yarı, göbekli ve kilolu. Ülkelerinden zeytinyağı getirtecek paraları yok. Bu nedenle en ucuz yağ olan domuz yağını kullanıyorlar.

    Çalıştıkları yerler nasıl peki?
    Son derece sağlıksız. Gaz ve toz dolu taş ocaklarında ömür tüketiyorlar.

    Bunca sağlıksız yaşam şartı içindeyken bile; hepimize parmak ısırtacak bu muhteşem sağlığı nasıl koruyorlar ne dersiniz?

    Çünkü köylüler göçten sonra da eski alışkanlıklarını bırakmıyor. Yaşam şekillerini hiç bozmuyor. Geniş aileler halinde yaşıyorlar. Herkes birbirini tanıyor. Uzun sohbetlerden hep keyif alıyorlar. Sosyal bağları çok güçlü. Halkın arasında gelir farkı yok. Paylaşmayı seviyorlar. Üzüntülerini paylaşarak azaltıyor, mutluluklarını yine paylaşarak katlıyorlar. Yaşlılar, hep saygı görüyor. Kurdukları sofralardaki sohbetlerle, ruhlarını da besliyorlar.

    Stres nedir bilmiyorlar. Birbirilerine güveniyorlar. Çünkü tek bir tanesi yanıltmıyor bir diğerini. 

    Gösterişten alabildiğine uzak duruyorlar. Elde edilecek maddi imkanların, kimseye bir üstünlük sağlamadığının bilincindeler.

    Aralarında muhteşem bir dayanışma var. Saygı ve eşitliğe önem veriyorlar. Hayatlarında hep daha fazlası, daha çoğu olsun derdinde değiller. İçlerinden bir tanesi çıkıp da çok zengin olmayı, diğerlerini sömürmeyi düşünmemiş hiçbir zaman. Paylaşmak en büyük erdemleri olmuş. Kısacası kendi güçlü sosyal yapılarını sevgiyle korumayı bilmişler.

    Oysaki bulundukları yeni yerde, eski alışkanlıklarına bir sünger çekip modernliği benimseyebilirlerdi. Modern dünyanın görünmeyen baskılarına boyun eğmeleri an meselesiyken; bunu yapmamışlar. Para kazanıp, yaşam şekillerini iyileştirdikçe; daha çoğu olsun diye birbirlerini ezmemişler. Böylece kendilerini ve kasabalarını hep sağlıklı tutmuşlar.

    İtiraf edelim ki, pek çoğumuz unuttuk bu güzel alışkanlıklarımızı. Kültür faktörünün yaşamımıza olan olumlu etkilerini artık hatırlamıyoruz bile. Hep bana olsun derdindeyiz. Çevremizdekileri yok sayıyoruz. Gün geliyor gözümüzü bürüyen hırsa yenik düşüyor ve erdemlerimizden daha da uzaklaşıyoruz.

    Peki neden? Bunu yapan gerçekten bizler miyiz? Bu güzel dünyayı neden paylaşamıyoruz ki?   

    Ne olur biraz duralım. Durup soluklanalım ve düşünelim.

    İşte bu kasabanın gizemli öyküsünü paylaşma sebebim.

    Böylesi faktörleri yeniden düşünmemiz için bir vesile olsun istedim. Çünkü bizim buradan alacağımız ders o kadar kıymetli ki.

    Sağlıklı yaşamak, sadece güzel şeyler yemek içmek değil. Bedenimiz kadar ruhumuzun da doymaya, ihtimam görmeye ihtiyacı var.

    Öncelikle kendi değerlerimizin farkına varalım. Kendimizi hiç olmadığı kadar çok sevelim. Kendimize, iç sesimize fırsat verelim. Çünkü ruhumuzu, özümüzü tanıdıkça, zayıf ve güçlü noktalarımızın farkına varacak ve güçleneceğiz. İşte ancak o zaman kültürel değerlerimize sahip çıkma ve koruma cesaretini göstereceğiz. Baskılar bizi yıldıramayacak. Hayata karşı dimdik ayakta durdukça, başkalarına da iyi örnek olacağız. Çocuklarımızı bu zarafet içinde yetiştireceğiz. Erdem ve saygının ışığında yol aldıkça birbirimizi daha çok seveceğiz. Birden bütüne geçerken; insani değerlerin farkına varacağız.

    Tüm bunlar için hala vaktimiz var. Yeter ki kalben istekli olalım. Gönül gözümüzü açalım.

    Zaman olumlu enerjileri umutla çoğaltma zamanı. Sevgiyle, aşkla, saygıyla, hoşgörüyle, anlayışla 
    birbirimize kenetlenip; sağlığı ve huzuru koruma zamanı.

    Sevgiyle kalın.
    Belgin ERYAVUZ

    27.04.2015





    ROSETO KASABASININ GİZEMİ (1/2)

    Güney İtalya’da, Apenin dağlarının eteklerindeki Puglia bölgesindeyiz. Merkezi Foggia iline bağlı  minicik bir kasaba bugünkü konumuz.

    ROSETO Valfortore.

    Yamaçta kurulu kırmızı kiremitli evleri ile kendi halinde.

    Sıradan.

    Basit bir kasaba.

    Orada yaşayanlar gün gelip herkes tarafından tanınacaklarından habersiz. Sessiz, sakin yaşıyorlar.
    Zorlu yaşam şartları karşısında mücadele veriyor, aza kanaat ediyorlar.

    Bu kasabanın öyküsüne yazar Malcolm Gladwell’in okunma rekorları kıran ‘’Outliers - Çizginin Dışındakiler’’ kitabında rastlıyoruz. Hampshire-İngiltere doğumlu yazar.

    Aynı zamanda ünlü bir sosyolog. Ve tıpkı kitabı gibi sıra dışı bir isim.

    Dışardan bakıldığında özenilecek hemen hiçbir özelliği yok bu kasabanın ve yaşayanlarının. Ancak öyle bir gizeme sahipler ki; hepimize örnek olacak cinsten. 

    Neden mi?

    Çünkü buranın sakinleri hiç hastalanmıyor.

    Ölüm nedenleri mi?

    Sadece yaş kemale erdiğinde, vakti saati geldiğinde.
    Kendiliğinden.

    Bu minicik açıklama sonrası; detaylar ve nedenler için; gelin Roseto Kasabasının gizemini beraberce aralayalım.

    Bundan hayli zaman öncesi.

    Ondokuzuncu yüzyılın son demlerindeyiz şimdi.

    Kasabanın yaşam şartları son derece ağır. Yaşayanlar karınlarını doyurma ve yaşama tutunma telaşında. Bu amaçla ya mermer ocaklarında ya da evlerinden hayli uzaktaki dik yamaçlarda tarım yapıyorlar.

    Yoksulluk almış başını gitmiş. Köy halkı okuma yazma bilmiyor. Umutla bekliyorlar bir şeyleri. Belki de başka yerlerde daha rahat yaşam şartlarına kavuşabilme umudu içlerinde taşıdıkları. Belli belirsiz titrek bir umut ışığı içlerinde yaşattıkları. Hepimiz gibi.

    Derken beklenen umut ışığı görülüyor. Aralarından ilk 11 kişilik ekip, New York üzerinden Pennsylvania’ya ulaşıyor. Oradaki bir taş ocağında işçi olarak çalışmaya başlıyorlar. Gidenler memnun olup, kalanlara olumlu haberler ulaştıkça içlerindeki umut büyüyor. Ve aradan geçen yıllar içinde; İtalya’dan Amerika’nın bu bölgesine akın başlıyor. Köylerini ve evlerini terk eden köylüler Pensilvanya’da buluşuyor.

    Kendi kültürlerinin yansıması olarak; aldıkları topraklarla orada kendi kasabalarının bir benzerini kuruyorlar. İsmine de ‘’Roseto’’ diyorlar. Böylece kendi kendilerine yeten, dış dünyayla irtibatları pek olmayan özel bir bölge yaratıyorlar.

    Elbette yaşamları geldikleri yerden çok daha iyi şartlara dönüşüyor. Hayatları eskisi kadar zor değil artık. Evlerini, yurtlarını terk edip gelmelerine değiyor ve bunun farkındalar. Kendilerine yeten minicik dünyalarında huzuru yakalıyorlar. Azla yetinmeye alışkın oldukları için de neredeyse dünyanın en mutlu insanları onlar.

    Peki sonrasında ne oluyor da böyle ünleniyorlar dersiniz? (devamı 2/2’de)

    Sevgiyle kalın.
    Belgin ERYAVUZ

    27.04.2015

    9 Haziran 2015 Salı

    ÖYLE BİR YAŞAM ki ALKIŞA DEĞER (2/2)

    Helen Keller, yaşamını anlattığı “Hayatımın Öyküsü” (The Story of My Life) kitabında bolca gözlemlerini aktarıyor bizlere. Onun hayata bakışını içimize sindirmek adına, hislerine minicik bir bakışımız olsun istedim bu bölümde. 

    Görmeden, işitmeden de hayattan tat ve keyif almak bu olsa gerek. Çünkü gönül gözüyle görebilen Helen’in yaşamla dansı muhteşem.

    Ilık bir bahar gününde, çiçeklerle süslenmiş bir ağacın yanında kendisini pembe bulutlar içindeki bir peri kızı gibi hissetmiş.

    Ormanların kokusunu, yerdeki otların ve çiçeklerin güzelliğini her fark edişinde tebessüm etmiş.

    Her yeni günü sabırsızlıkla, merakla beklemiş. Öğrendiği her yeni şey, onun için sonsuz bir mutluluk kaynağı olmuş.

    Bir dakikasını bile boşa harcamamış. Tıpkı tüm yaşamını bir güne sığdıran böcekler gibi; anların tadına varırken hakkını vermiş.

    Her bir canlının güzelliği, ona muhteşem varoluşun nedenlerini daha yakından öğretmiş. Gürültücü kurbağalardan, vızıldayan arılardan, gülün yumuşacık yaprağından, sabah rüzgarında salınan zambakların zarafetine kadar; evrenin içindeki her detayı yaşayarak, dokunarak içine sindirmiş.

    Gönül gözüyle baktıkça görüş alanı daha da genişlemiş.

    Taze, özgür deniz havası ona her zaman dingin bir düşünceyi anımsatmış.

    Gökyüzünden yağan karı ilk keşfettiğinde yaşadığı şaşkınlık, yerini derin bir hayranlığa bırakmış. Yeryüzünün buzdan dokunuşla dilsizleştiğini, hayatın ise derin bir uykuya daldığını öğrenmiş.

    Bu satırları okuyan herkes bu müstesna kadının hayatının hep olumlu geçtiğini zannedebilir.   Oysaki tekrarlar, arada sırada baş gösteren hayal kırıklıkları ve inanılmaz yorgunluklar hayatının büyük bölümünde hep var olmuş. Yine de cesareti sayesinde; her yeni günün mucizesine tanıklık etmekten geri durmamış.

    Düşünsenize görmediğine, işitmediğine üzülmek yerine; hayatın tam içine dalmış. Yaşamaktan, yaşamdan tat almaktan bir an olsun korkmamış.

    Kitapları hep çok sevmiş. Elinden hiç bırakmamış. Çünkü başkalarının gördüğü, duyduğu şeyleri bu sayede daha keyifle anladığını keşfetmiş.

    Tanıştığı kişilerin karakterini hep elleriyle okumuş. Sevgisini elleriyle dağıtmış. Aldıklarını da elleriyle kalbine yerleştirmiş.

    Derin yalnızlık anlarında ise ne yapmış biliyor musunuz? Kendini unutup, başkalarına yardım etmenin hazzını yaşamış. Kendi ağzından dökülen sözlere hayran kalmamak elde değil.

    ‘’Başkalarının gözlerindeki ışık benim güneşim, kulaklarındaki müzik senfonim ve dudaklarındaki gülümseme mutluluğum oluyor.’’

    Taoizmin kurucusu ünlü Çinli filozof, Lao Tzu şöyle demiş yıllar yıllar öncesinde;

    ‘’Eğer bütün insanlığı uyandırmak istiyorsanız; bütünüyle kendinizi uyandırın. Dünyadaki acıları bitirmek istiyorsanız; içinizdeki karanlığı ve negatif enerjiyi yok edin. Aslında dünyaya vereceğiniz en büyük hediye, kendi değişiminizdir.’’

    İşte bu felsefeyi harfiyen uygulayan, çektiği onca acı ve zorluğa karşın yılmayan; başarıdan başarıya koşan harika bir kadındı bugünkü yazımın ilham kaynağı.

    İnsanın hayattan ayrıldıktan sonra bile, hayranlıkla anılması muhteşem değil mi sizce de?

    Hayattayken gösterilen çabaların, yine hayattayken verdiği meyvelerin; yıllara meydan okuyan tohumları onlar. Şükürler olsun ki; giderek daha da kıymetli hale geliyorlar.

    Son sözleri bu muhteşem kadının; bir genç kızken yaşadığı basit bir deneyimle yapmak istiyorum.

    ‘’Günlerden bir gün ormanda gezintiye çıkan bir arkadaşına, heyecanla neler gördüğünü sorar Helen. 
    Arkadaşı, onun bu heyecanını anlayamaz. Sıradan, anlatmaya değmeyen şeyler gördüğünü söyler. Bu cevap Helen’i düş kırıklığına uğratır. Arkadaşı adına çok üzülür. Ve işte o anda neyi anlar biliyor musunuz?

    Görme engelli olmayanlar da çoğu zaman “görmeden” yaşarlar. Oysaki Helen o yıllarda; görmeden müzeleri keyifle dolaşır. Dokunduğu eşyaları heyecanla keşfeder. Ve tüm bunlardan büyük mutluluk duyar. Evet görmez, işitmez ama; parmak uçlarından dokunduğu hayatı dolu dolu yaşar. ‘’

    İşte fiziksel engelleri olmamasına karşın “görmeden, duymadan” öylesine yaşayanlara; yani bizlere söylediği o muhteşem sözleri.

    “Yalnızca üç gün daha görebileceğinizi düşünün. Nasıl tüm ayrıntıları gördüğünüzü anlayacaksınız. Üç gün daha işitebileceğinizi düşünün. Her bir sesin, her bir notanın nasıl özlemle  ruhunuza dolduğunu göreceksiniz. Yaşanacak üç gününüz kaldığını düşünün. Yaşamın  tüm saniyelerini nasıl özlemle  yaşadığınızı göreceksiniz."

    Peki bizler ne yapıyoruz?

    Bakıyoruz, ama görmüyoruz. İşitiyoruz, ama algılamaktan yoksunuz. Konuşuyoruz, ama kalplere vurucu atışlar yapmaktan o kadar uzaktayız ki.

    Halbuki şükürlerle bakalım etrafımıza ne olur. Her bir detay mucizelere tanık olacak kadar muhteşem çünkü.

    Elimizdekilerin ve yaşamımızın kıymetini bilip; sevgiyle sarılmak için bundan daha güzel, daha itici bir motivasyon olabilir mi?

    Haydi durmayalım artık.
    Fark edelim.
    Fark ettirelim.

    Yaşamın hakkını verelim. Şükürlerimize yepyeni şükürler katılacak ben eminim. Şimdi tam zamanı.

    Sevgiyle kalın.
    Belgin ERYAVUZ

    21. 04. 2015



    ÖYLE BİR YAŞAM ki ALKIŞA DEĞER (1/2)

    Muhteşem bir hayat hikayesi.

    Ders alınacak pek çok özellik.

    Zorlu bir mücadele.

    Yaşama karşı dimdik ayakta kalan ve başarıdan başarıya koşan bir kadın.

    Anlaşılmaktan yoksun karanlık, sessiz bir dünyanın içinden; yaktığı mumla ışıltılar yaratan gerçek bir mucize.

    88 yıllık yaşamında acıdan mutluluğa yelken açan, hayata sımsıkı bağlanırken; çevresindekilere de el 
    veren müstesna bir yürek.

    Helen Adams Keller.

    Amerikalı.

    Latince, Almanca, Fransızca, İngilizce, Rusça tam beş dil öğrenmiş. Bisiklet, kano ve yelkenli ile gezintiye çıkmaktan büyük keyif almış. Yüzme ve satranç vazgeçilmezi olmuş. Pek çok makale ve kitap yazmış. Birçok vakıfta gönüllü olarak görev almış. Dünyanın pek çok yerine seyahat etmiş.

    Şimdi sıkı durun. Tüm bunları kör, sağır ve dilsiz olduğu halde yapmış.

    Alkışlamaya, hayat öyküsünden ders almaya var mısınız?

    Helen, sağlıklı bir bebek olarak doğar. Ancak henüz iki yaşına varmadan geçirdiği bir ateşli hastalık sonrası; görme, işitme ve konuşma yetilerini yitirir. Dış dünyayla hiçbir bağlantısı yoktur.

    Ailesi, Doktor Alexander Graham Bell‘e götürdüğünde; altı yaşında içine kapanık bir çocuktur. Telefonu icat eden Doktor Bell’in tavsiyesi üzerine; sevimli kıza özel bir öğretmen tutulur.  Kendisi de bir zamanlar kör olduğu halde, tedavi edilerek, kısmen gören öğretmeni Anne Sullivan; Helen’e bir ayda okuyup yazmayı öğretir. Ve ölene değin öğrencisinin yanından ayrılmaz.

    Önlerindeki uzun, zor ve engellerle dolu yolun farkındadırlar. Ancak Helen, öğretmeninin de katkılarıyla çalışmaktan ve mücadele etmekten asla vazgeçmez. Kısa sürede alfabeyi öğrenir. Ardından elini kullanarak yazmaya ve okumaya başlar. On yaşına gelen Helen; öğrendiği sağır ve dilsiz işaretleriyle artık derdini anlatan bir çocuktur.

    Peki bununla yetinir mi? Elbette hayır. İlerleyen yıllarda; herkes gibi konuşabilmek adına sağırlar okuluna devam eder. On altı yaşına geldiğinde, konuşmalarına yüreğinin sevgisini de katan; azimli, umut dolu bir genç kız olmuştur. Öğretmeninin rehberliğinde, hayatın mucizelerini adım adım, parmak uçlarıyla keşfetmeye çoktan hazırdır.

    Okumaya tutkun Helen, hedeflediği koleji de başarıyla bitirir. Edebiyat Fakültesinden diploma aldığında; hem arkadaşlarının hem de öğretmenlerinin gurur kaynağı olmuştur.

    Bu harika kalp; aynı zamanda beynimizin olağanüstü gücüne de canlı bir örnektir. Nasıl mı? Henüz 19 aylık bir bebekken, o ateşli hastalığa yakalanmadan önce; zihninde yer eden tek bir sözcük; hayatını tam bir mucizeye dönüştürür de ondan.

    ‘’Su’’ kelimesi ile başlayan yolculuğunda; beynin kullanıldıkça kapasitesinin inanılmaz boyutlara ulaştığını gösteren en güzel örneklerden bir tanesi olmuştur kendisi.

    Yaşamın zorluklarını çok iyi bilir. Bu nedenle hayatını; kendisi gibi ışıktan ve sesten yoksun olanların yetiştirilmesi için harcamaya karar verir. Konferanslar veren, kitap ve gazetelerde makaleler yazan umut dolu genç bir kadındır artık. Kazandığı tüm parayı, amacı için harcamak ise en büyük keyfidir.

    Sonradan bir klasik olan ve kendi hayatını anlattığı "Hayatımın Öyküsü" isimli kitabı, tam 50 dile çevrilir. 
    Sevgi dolu kalbiyle kısa sürede tanınan ve sevilen başarılı bir kadın haline gelir. Bu arada pek çok umutsuz kişiye umut aşılar.

    Bununla yetinmeyen Helen; kapsamlı bir bağış kampanyası başlatır. Toplanan paralarla kendi ismini taşıyan Helen Keller Fonu’nu kurar. Yaşamı boyunca pek çok üniversiteden onursal doktora derecesi alırken; her zamanki mütevazi ve sevgi dolu halini korur.

    Tam da o sıralarda patlak veren II. Dünya Savaşında; yara alıp kör olan askerlere gönüllü olarak yardım eder.

    Yorulmak nedir bilmez. Şartlarını elinden gelen en üst seviyelerde zorlamak adeta yaşam felsefesi olmuştur.

    Japonya, Avustralya, Güney Amerika, Avrupa ve Afrika başta olmak üzere toplam 5 kıta ve 35 ülke. Dile kolay. Neredeyse tüm dünyayı dolaşır. Milyonlarca görme engelliyle irtibat kurar.

    Verdiği sayısız konferansta; dünyayı nasıl algıladığını, yaşamındaki zorlukları ve hayat azmini keyifle paylaşır. Sevgiyle uzattığı elinden tutanları asla yalnız bırakmaz. Çaresizliklerine sevgisiyle merhem olmanın yollarını bir şekilde bulur. 

    Hayatının son yıllarında; aldığı sayısız ödüle; Amerika’nın en büyük sivil madalyası olan Özgürlük Madalyası'nı da ekler.

    27 Haziran 1880 yılında başlayan hayatı, 1 Haziran 1968’de uykusunda bittiğinde; çoktan ölümsüzler arasındaki yerini almıştır bile. (devamı çarpıcı sözleriyle 2/2’de)

    Sevgiyle kalın.
    Belgin ERYAVUZ

    21. 04. 2015
    Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...