25 Nisan 2015 Cumartesi

KİRPİLER BAŞARDIYSA BİZLER de YAPABİLİRİZ

Bu yazıma kısacık bir masalla başlamak istedim. Çocuklarımıza anlatılacak türden bir öyküsü var. 
Sonundaki ders ise bizim için oldukça anlamlı. Üstelik son zamanlarda birbirimize karşı gösterdiğimiz tahammülsüzlükleri düşünecek olursak. Zeki ve akıllı varlıklar olarak çok daha olumlu ve iyi düşüncelere sahip olmamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü tek başına değil; BİR ve BÜTÜN olduğumuzda gerçek mutluluğu buluyoruz; öyle değil mi?

‘’Gökler ve yerler; anlayan kişiye hep sözdür.’’ diyor Mevlana. Yeter ki FARKINDALIKla ve SEVGİ ile bakmasını ve yararlanmasını bilelim.

Masalımız şöyle;

‘’Buzul çağında çok sayıda hayvan soğuk yüzünden ölüp gidiyormuş. Kirpiler bu zor şartlarla baş edebilmek amacıyla sürüler halinde toplanmaya karar vermişler. Böylece hem ısınıyor hem de başkalarından korunuyorlarmış. Ama sırtlarındaki dikenler yanlarındaki dostlarına batıyormuş. Üstelik tam da ısınmalarını sağlayan dostlarına. İşte bu yüzden birbirlerinden uzaklaşmaya karar vermişler. Ve yine aynı son karşılamış onları. Zorlu çetin yaşam koşulunda birçoğu donarak ölmeye başlamış.

Hemen bir seçim yapmaları gerekiyormuş. Ya yeryüzünden silinip gideceklermiş ya da dostlarının dikenlerine katlanacaklarmış.

Doğru kararı vererek yeniden bir araya gelmişler. Başkasının ısısından vazgeçemeyecekleri için; yakınlaşmanın açabileceği küçük yaralara katlanıp; BİRLİKTE uyum içinde yaşamayı öğrenmişler. Ve böylece nesillerinin devamını sağlamış, beraberce hayata tutunmuşlar.’’

Bu satırlara ünlü Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun ‘Aldatmak’ isimli son romanında denk gelmiştim. Okuduğum anda kirpileri düşünmeden edemedim. Onların yaptıklarını alkışlarken; bizlerin vurdumduymazlığına ve bencilliğine hayıflandığımı itiraf etmeliyim.

Kirpiler doğanın en ilginç hayvanlarından bir tanesi. Korunma amaçlı sırtlarını kaplayan okları ile yaşam mücadelesi veriyor onlar da. Yavruları ise inanılmaz sevimli. Hepimiz biliriz üstelik kirpilerin yavrularını ‘Pamuğum’ diye sevdiğini. Doğumdan sadece birkaç saat sonra çıkıyor dikenleri. Tehlikelere karşı en büyük silahları onların.  

Bu dikenlerin her biri değişikliğe uğramış birer kıl aslında. Dikenlerinin uzunlukları 2-3 cm. arasında. Sayısı ise yaşlarıyla orantılı olarak yaklaşık 6000 civarında. İçlerinde bölümler ve hava boşlukları olduğu için de hafif. Kirpiler korktuklarında ya da tehlike anında vücudunu yuvarlıyor ve aniden bir diken topuna dönüşebiliyorlar. Bazı türleri, tehlike anında sırtlarındaki dikeni fırlatabiliyor üstelik.

Kaynaklar sadece Malaya kirpisinin dikensiz olduğunu belirtiyor.

Ömürleri 18 yıl civarında. Kocaman evrende çok küçükler aslında. Boyları 13 cm. ile 30 cm. arasında değişiyor. İşitme ve koku alma duyuları fazlasıyla gelişmiş.

Memeliler. Kemirgenler. Özgür yaşamayı seviyorlar. Gündüz değil geceleri hareket halindeler.  

Zehirlere karşı inanılmaz derecede dayanıklılar.

Koşuyor, tırmanıyor ve hatta yüzebiliyorlar. Hemen her bölgede yaşıyorlar. En çok nemli bölgeleri seviyorlar. Aşırı soğukta olanlar kış uykusuna, çöllerdeki türleri ise yaz uykusuna yatıyor.

Solucan, hamam böceği, çok zehirli böcekler, kurbağa, fare ve yılanları kolaylıkla avlayıp yiyorlar. Çok mecbur kalırlarsa da bitkilerden destek alıyorlar. En büyük düşmanları ise tilkiler.

Dünyanın koskocaman yüzeyinde, minicik yapıları ile hayata tutunma yolunu bizlerden çok daha iyi bilen kirpileri unutmayalım olmaz mı?

Şartlar ne kadar zor olsa da, birbirimize dikenlerimiz batsa da; UYUMLA YAŞAMANIN bir yolu olmalı. Ben inanıyorum ki bu yolda sevgimizi kullanacak, sevgimizle dikenleri törpüleyecek ya da görmezden gelecek kadar akıllıyız. Ne dersiniz başarabilir miyiz?

‘’Bütün canlılar şiddet karşısında titrer. Hepsi ölümden korkar. Hepsi hayatı sever. Kendinizi onlarda görün. O zaman kimi incitebilirsiniz ki?’’ diyor Budizmin kurucusu Hintli Gotama Buda. 

Başka söze gerek var mı?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

28. 03. 2015





Soma’daki “Toplumsal Dönüşüm Projesi” Onlarla Hayat Buldu!

Soma İçin Bir Olduk:  Hepsi bizim yakınımızdı ki…

Allianz Türkiye, sivil toplum örgütleriyle el ele vererek, bölgede etkilenen vatandaşlara ulaşabilmek, onların yaralarını sarmak ve yeni başlangıçlarını desteklemek için Soma’daydı. Soma’da 2014’te gerçekleşen ve ulusumuzu derinden sarsan maden faciasının ardından, Afetlerde Psikososyal Hizmetler Birliği (APHB) ve Bilim Kahramanları Derneği (BKD) ile işbirliği yapılarak “Allianz SomaDA”yı (Soma Dayanışma Ağı) geliştirdi.



Ertesi gün çocukların hiçbiri okula gelmedi...

13 Mayıs 2014, Çarşamba… Kömür madenleriyle bilinen Soma kasabasında meydana gelen elim facianın ertesi günü… Soma’da görev yapan öğretmenler “o gün bizim için çok zor başladı, çocuklarımızın hiçbiri okula gelmedi” diye anlatıyor. Öğretmen Emel Abadan “Öğretmenler odasında sürekli haberleri izliyorduk ve herkes ağlıyordu” diyor. Öğretmen Mustafa Sabur: “Çocuklar okula döndüğünde onlara ne söylerim diye içi içimi yiyordu. Derken bir gün Bilim Kahramanları Derneği’nden geldiler ve etkilenen çocuklar için bir projeleri olduğunu söylediler.”

Allianz SomaDA”yı kapsamında, BKD ile yapılan işbirliği sayesinde, Soma çevresinde, olaydan etkilenen 6 ilçedeki 16 okulun, Bilim Kahramanları Buluşuyor turnuvasına katılımı sağladı. 34 gönüllü öğretmen, 150’ye yakın öğrencinin oluşturduğu 17 farklı Allianz SomaDA takımını 4 ay boyunca turnuvaya hazırladı. Bu yolla, öğrencilerin normal hayata dönüşü desteklenirken, psikososyal ve kişisel gelişimlerine de katkı sağlanması amaçlandı.

Allianz SomaDA”nın bir ayağı da faciadan etkilenen ailelerin çoğunlukta olduğu Dursunbey’deydi. APHB ile yapılan işbirliği sayesinde, Dursunbey’de bir psikososyal destek merkezi açıldı. Çocuklara, yetişkinlere ve gruplara yönelik üç görüşme odası bulunan Dursunbey Psikososyal Destek Merkezi’nin hizmetleri, merkeze uzak bölgelere de ulaştırıldı.


Bir boomads advertorial içeriğidir.

18 Nisan 2015 Cumartesi

KORKUMUZA FORMAT ATALIM MI?

Bu hayatta bizi en çok kısıtlayan iki duygu var.

Birisi korkularımız, diğeri endişelerimiz.

Ortada aslında çekinilecek hiçbir şey olmasa da hissettiğimiz bu duygular yüzünden adeta camdan bir kalıp içinde yaşıyoruz. Dışarısının renkli albenisini gördüğümüz halde; o cam duvarlarımızı yıkamadığımız sürece özgürleşemiyoruz.

Bana bu satırları yazdıran yine izlediğim bir video oldu. İnsan hayatta her şeyden, herkesten bir şeyler öğreniyor. Yeter ki öğrenmek istesin. Bu sefer bize yön gösteren de bir yavru örümcek. Evet yanlış duymadınız, minicik bir örümcek.

Bembeyaz bir kağıt düşünün. Üzerinde bir yavru örümcek yürüyor kendi halinde. Ancak biz elimize bir kalem alıyor ve gidiş yolu önüne tek bir çizgi çekiyoruz. Yavru şaşırıyor haliyle ve yolunu değiştiriyor. Ardından yeni bir çizgi daha. Adeta bir kaçma kovalamaca hali.

Hatta bir ara örümceği daire içinde sıkıştırmaya çalışıyoruz. Ne mi yapıyor? Panikliyor. Korkuyor. Dairenin içinde dönüp  duruyor. Ta ki cesaretle onu delip çıkana değin. Ardından başka çizgiler ve başka daireler. Tam bir kısır döngü hali.

Hayatta böyle değil mi zaten?

Korkuyu yenecek, endişeleri saf dışı bırakacak cesaretimiz olduğu sürece; camdan duvarlarımızı yıkıyoruz bir çırpıda. Ve önümüzde alabildiğine uzanan hayatta özgürce yol alıyoruz.  Ama ya cesaretimiz yoksa? İşte o zaman camdan duvarların arkası bize daha güvenli geliyor belki de. Ve tıpkı örümceğin o daire içinde dönüp durması gibi; bizlerde kendi kısır döngümüz içinde dönüp duruyoruz.

Hangisi daha iyi?

Hep kısıtlı bir çerçevede yaşayıp, güvende kalmak mı? Elimizdekilerle yetinmek mi?

Yoksa cesaretle bilinmeyene doğru yol almak mı? Geride bıraktıklarımıza geri dönme şansımızın olamayacağını bilerek hem de.

Zor bir soru farkındayım.

Verilecek cevaplar, biraz da o ana değin yaşadıklarımızla alakalı.

Hani bardağın son damlalarındaysak eğer; dairenin ruhumuzu iyice daralttığını düşünüyorsak; gözümüz daha bir kara oluyor. O daireyi kırmak için elimizden gelen çabayı harcıyoruz. Cesaretle deniyoruz.

Yol ayırımlarında düşünürken, ilk planda unutmamamız gereken tek bir şey var. O da yaşadığımız bu hayatın sadece bizim olduğu gerçeği. Nasıl yön vereceğimizi de en iyi biz biliyoruz. Yeter ki niyetlerimiz temiz olsun. Yeter ki başkalarının canını yakmasın. Başkalarının mutsuzluklarından payeler aranmasın.

Farkındaysanız yazılarımda kalpten niyet etmenin ne denli önemli olduğunu her daim hatırlatıyorum. 
Çünkü saf ve tertemiz niyetimizi kalpten istediğimizde; gerçekleşmesi için en büyük desteği içimizde biz yaratıyoruz. Ancak itiraf etmemiz gerekli ki; gün geliyor bizi sınırlandıran, kontrol etmeye çalışan yanımızla çakışıyor. Yeri geliyor içimizdeki o güzel inanç azalabiliyor.  Bu nedenle zihnimizi, düşüncelerimizi temiz tutmamız oldukça önemli.

Peki bir anda içimize doğan ilhama ne demeli? Gün geliyor aniden bir şey oluyor, herhangi bir şey. Belki de sıradan ve önemsiz. Ama tetikliyor içimizi. İşte o AN yine çok önemli. İç sesimiz bir şeyler söylüyor çünkü. Zamanın geldiğini, harekete geçmemizi fısıldıyor. İşte bu gücü hissettiğimiz noktada harekete geçebiliyorsak; tüm mucize kapıları ardına kadar açılıyor.

Bakın Amerikalı sanatçı J. Neil Hollingsworth ne diyor?

‘’Cesaret, korkusuz olmak değil; bazı şeylerin korkutan şeyden, daha önemli olduğunun kararını vermektir.’’

O halde algıları her yöne açık, ilham dolu bir yüreğimiz varsa hiçbir şeyden korkmayalım. Yanlışlar da tecrübemiz olsun, ne çıkar ki?

Korkularımızdan kaçarken, endişelerimizden nefes alamaz hale geldiğimizde hep bir arayış içindeyiz. Sorular beynimiz içinde dönüp dolaşırken; bir çıkış yolu görmeye çalışıyoruz. Tıpkı o minicik örümceğin daire içinde kaldığında yaptığı gibi. Çarpıp duruyoruz kendi iç duvarlarımıza. Canımız acıyor. Ruhumuz yaralanıyor. Kimselere dile getiremediğimiz bir bıkkınlık duyuyoruz rutin hayatımızdan; zaman içinde. Her şey dışardan tamamen yolunda gibi görünse de. Eksik bir şeyler içimizi tırmalıyor.

Peki ne arıyoruz dersiniz?

Gelin bu sorunun yanıtı için; Kürşat Başar’ın son romanı Yaz’ın sayfalarını aralayalım. Okuyanlar bilirler; öyle güzel değinmiş ki içimizdeki o dalgalanmalara. Şöyle diyor satır aralarında.

‘’Bunca yıldan sonra, bunca yoldan sonra; bütün o kaçışların, uzaklara gidişin, sonsuz arayışın sonunda; aslında hep AYNI YERE döndüm. Oradayken başka yerlerde olmak istedim, gittiğim yerlerdeyse hep orada olduğumu hissettim. Orası kendi içimiz, ÇOCUKLUĞUMUZ belki de.’’

Doğru değil mi sizce de? Hepimiz içimizdeki o küçük çocuğu, korkusuz davranışlarını, pür neşesini, masumluğunu, hayata aşkla bakan gözlerini aramıyor muyuz? Bulanlardan olanlar öyle şanslı ki.

Farkında değil misiniz? Hepimizin içsel sınırlandırmaları var. O camdan duvarlarımız gün geçtikçe kalınlaşıyor. Oysaki tek bir hamle yeterli onlardan kurtulmamız için.  Cesaretle ilk adımı atmamıza bakıyor sadece. Kendi kendimize yarattığımız tüm o engelleri, önyargıları, boş inançları temizleyelim. Korku ve endişeleri yok edelim.

Sonrası mı? İçimizdeki çocuk canlansın. Özgürce nefes alsın ve bizim elimizden tutsun. Bizler de o şanslılar kervanına katılalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

05.03.2015

Kaynak: Zero Limit- Joe Vitali. 

11 Nisan 2015 Cumartesi

SONSUZ DALGAYA bir damla YETER

İyilik yapmak.

Alabildiğine, içten. Kalbimizi ve sıcacık sevgimizi katarak.

Bu güzel ruh hali hepimizin içinde var bir parça. Ama kimimiz bunu sıkça kullanıyor ve ışıl ışıl parlıyor. Kimimiz ise çoktan unutmuş. Maalesef kendi isteklerimiz hep ön planda olduğu için, zamanla paslandırmışız da farkında değiliz.

Oysaki iyilik yapmak MUHTEŞEM bir duygu.

Elbette son derece naif çizgilerle dokumak gerek aradaki bağları. İbni-i Sina’nın o güzel sözünde olduğu gibi. İyiliğin beş şartını unutmadan. Eski yılların bu çok önemli filozofu ve aynı zamanda bilim adamı bakın ne diyor?

‘’İyilik dediğin tez olmalı, gizli olmalı, sürekli olmalı, yerini bulmalı ve gözde büyütülmemeli.’’

İşte o zaman iç zenginliğimiz alabildiğine renklenecek. Ve bizler geri dönüşlerdeki o MUCİZEVİ tatlara doyamayacağız.

Şimdi yapılan bir iyiliğin, yıllar sonra bizi nasıl bulduğuna dair çarpıcı bir öykü var satırlarımda.

Minicik bir damlanın yarattığı o devasa dalganın; bir gün bizi de nasıl içine aldığını öyle güzel anlatıyor ki. Okurken benim gibi yüreğiniz sıcacık olacak sizlerin de eminim ki. Yüzünüzdeki o tebessüm benimkiyle çoktan birleşti bile, hissediyor musunuz?

Ülke Japonya. Bir marketteyiz. Yanında iki torunuyla alışveriş yapan sevimli bir anneanne ile beraberiz. Ancak, torunlar almak istedikleri ürünleri direkt olarak alışveriş arabasına atmıyor. Öncelikle izin alıyor. Belli ki maddi durumları sıkıntılı. Çünkü reyonlarda daha çok indirim etiketlerinin önünde duruyor ve oradan almayı tercih ediyorlar. Torunlardan erkek olanı biraz daha büyük ve durumun farkında. Ancak kız çocuğu almak istedikleri reddedilince biraz mahsunlaşıyor. Elbette isteklerini geri çevirmek zorunda kalan anneannesi de.

Ancak o gün onlar için özel bir gün. Neden mi? Evde onları bekleyen dedelerinin yaş günü. Dolayısıyla anneanne, sevimli torunundan dedesi için bir şeyler seçmesini istiyor. Bunu duyan küçük kız neşeyle pasta reyonuna gidiyor. Birbirinden lezzetli yaş pastalar arasından, dedesinin en sevdiğini bulup, görevliden istiyor. Sevinç içinde anneannesinin yanına koşuyor. Hep beraber kasanın önüne geliyorlar. Üçünün de yüzleri gülüyor. Ancak ödemeleri gereken toplam para, ellerindekini aşınca hüzün bulutları kaplıyor gözlerini. Anneanne birazda mahcup; pastayı iade etmek zorunda olduklarını söylüyor görevliye.

Dedesinin pastasını geri vermek istemeyen küçük kız çocuğu itiraz ediyor. Eğer onu alırlarsa, başka hiçbir şey istemeyeceğini söylüyor. Anneannesi nemlenen gözlerini saklamaya çalışıyor torunundan. Yeterli miktarda paraları olunca pastayı alacağına dair söz vermekten başka; elinden bir şey gelmiyor  o anda.

Çocuk aklı işte, hiçbir şeyi unutmuyor ki. Daha öncede aynı bahaneyle kendisini avuttuğunu söyleyiveriyor bir çırpıda. Torununun mahsunluğu ve çaresizlik anneanneyi daha da üzüyor.

Onlar satın alabildikleriyle kasadan ayrılırken, arka sıradaki genç adam durumu kavrıyor. Kasa görevlisinden kenara ayrılan pastayı paketlemesini söylüyor. Parasını ödeyip küçük kızın arkasından koşturuyor. Onlara yetişir yetişmez de pastayı kıza uzatıyor. O anda ne yapması gerektiğini bilemeyen kızımız; anneannesinin gözlerinin içine bakıyor. Bu güzel jeste şaşıran anneanne pastayı kabul edemeyeceklerini, genç adamın bunu yapmak için bir zorunluluğu olmadığını belirtiyor. Gelin görün ki karşısındaki oldukça ısrarcı bir genç. Onları ikna etmek için hemen kısacık bir öykü anlatıyor.

‘‘Günlerden bir gün; 7 yaşında bir erkek çocuğunun doğum günüdür. Annesiyle beraber pasta almaya giderler. En sevdiği pastayı seçer heyecanla. Ancak pastayı alacak kadar paraları yoktur. Anne çaresiz, çocuk üzgündür. O ana şahit olan bir adam; çocuğun istediği pastayı alıp onlara verir. Bu arada çocuğun doğum gününü kutlamayı da ihmal etmez. Hiç tanımadıkları bu yabancı adam, onları; o özel günlerinde öyle mutlu etmiştir ki; bu olay çocuğun hafızasından hiç çıkmaz. Ve ismini dahi bilmediği bu yabancıyı hep minnetle anar.’’

Bu güzel hikayeyi dinleyen anneanne sonunda ikna olur. Ancak bir şartı vardır. Cebinden bir kağıt parçası çıkarır ve genç adamdan telefon numarasını yazmasını rica eder.  Paraları olunca ödemelerine izin vermesi kaydıyla pastayı alır ve torununa uzatır.

Denileni yaparken tebessüm eden genç adam, bu arada kız çocuğundan biz söz ister. Bir gün birine yardım edebilecek duruma geldiğinde; aynı jesti bir başkasına yapmasının onu çok mutlu edeceğini belirtir. Anneanne adamın ismini sorduğunda ise; yıllar önce doğum günü pastasını alamayan o küçük erkek çocuğunun aslında kendisi olduğunu söyler.

Yanlarından saygıyla ayrılırken, içindeki mutluluk gözlerindeki ışıkla bütünleşir. Artık kalbi daha da sıcaktır. Ve o anda ondan mutlusu yoktur.

Evlerine dönen ailenin de keyfi yerindedir. Kız çocuğu elinde özenle seçtiği pastayla dedesine koşar. En sevdiği pastayı gören dede, torunlarına teşekkür eder. Onlar mum koymaya gittiklerinde ise; kısık sesle bunun için para harcamış olmalarına üzüldüğünü belirtir. Ancak eşi bu pastanın bir hediye olduğunu ve genç adamın yaptığı jesti anlatır. Torunları da genç adamın eline tutuşturduğu kağıdı dedesine gösterir. Kağıtta ne mi yazılmıştır? İşte yazımıza ilham olan ve içimizi ısıtan o müthiş cümle.

‘’Tek bir ilgili davranış, SONSUZ bir dalga oluşturur.’’

Dede bu yazıyı yazdığı günü, o küçük erkek çocuğunu ve içten teşekkürünü dün gibi anımsar. Yıllar önce o erkek çocuğunu sevindiren ve doğum günü pastasını alan kişi ta kendisidir çünkü. Yaptığı iyilik, aradan geçen yıllardan sonra; bir mutluluk dalgası olarak geri gelmiş ve kalbini yeniden ısıtmıştır.

‘’Güzel düşün, güzel yaşa.’’ diyen Mevlana’nın torunlarıyız hepimiz.

Yapacağımız böylesi minicik iyilikler. Zor değil hiçbiri inanın. Üstelik her gün böylesi iyilikleri yapabilmek için önümüze sayısız fırsat çıkıyor aslında. Ancak bizler sürekli görmezden geliyoruz, farkında mısınız?

Oysaki kalplere dokunmak, o anda zorluk yaşayan herhangi bir kişi için itici güç olmak; öyle güzel ki. Bir kez yapmaya görün, içinizi kaplayan bu harika hisle çok daha iyilerini yapmak isteyeceksiniz buna eminim ben.

Hayatın kime ne göstereceği hiç belli olmuyor. Eğer elimizde imkan varsa bir an bile tereddüt etmemek gerek. İmkanımız yoksa bile yaratabiliriz. Yeter ki gönülden isteyelim.

Bakın Paulo Coelho ne diyor?

‘’Küçük şeyler büyük dönüşümlere sebep olur.’’

Hadi o halde, minicik şeyler yapalım damla misali. Dokunalım kalplere ışıltı katalım. Kalp kazanmanın, gönüllerde taht kurmanın herhangi bir külfeti ve bedeli yok. Ama getirisi MUHTEŞEM. Sonsuz dalgaya bir damlada biz katalım mı? Var mısınız? Sevgi elimi tutar mısınız?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.02. 2015



6 Nisan 2015 Pazartesi

SEVGİ BİR BAŞKA SURETTE GERİ GELİR Mİ?

Sevgi ve onun muhteşem gücü.

Yaşamımızı rengarenk yapan tılsımlı bir dokunuş kimi zaman.

Hayatı farklı algılamamıza vesile olan, yaralarımızı saran mucizevi güç her zaman. Ve benim vazgeçilmezim.

Peki sevgi bir başka surette geri geliyor mu gerçekten?


Bana bunu düşündüren; modern dünya edebiyatının özgün yazarlarından, Prag doğumlu Franz Kafka oldu. Yazarın hayatını, kitaplarını, özlü sözlerini bilenlerdenseniz eğer; birazdan paylaşacağım sevimli öyküden de haberdarsınız demektir. Yeniden hatırlamak isteyenler ve bilmeyenler için paylaşmak istedim yine de.

Bu kısa öykü aslında Gerd Schneider’in kaleminde ‘’Kafka’nın Bebeği’’ ismiyle hayat bulmuş. Kafka’nın son haftalarını anlatırken hayata tutunduğu gerçek bir olaydan yola çıkan öykü;  Alman yazar tarafından kurgulanmış. Küçük bir kız çocuğunun hayatına umut veren ve Kafka'nın zor zamanlarını yaşanır hale getiren, hayata tutunmasını kolaylaştıran kısacık bir hikaye aslında.

Gerçi Kafka’nın yazdığı mektuplara hiçbir zaman ulaşılamadığını belirtmekte fayda var. Ancak yaşanan olayın gerçek olduğu; yazarın son dönemlerinde yanında olan Dora Dymant tarafından onaylandığı da kayıtlarda yer alan bilgilerden. İçinde biraz kurgu olsa da, aktarılan öykü ve verdiği ders açısından; dile getirilip paylaşılmalı diye düşünenlerdenim.

Hayatının son demlerini yaşayan Kafka; tüberküloz hastalığıyla savaş halindedir. Maalesef yokluk içinde bir hayatı vardır.

Yıl 1923 sonbaharı.

Yer Berlin’de Steglitz Parkı.

Günlerden bir gün; siyah giyimi ve ince yapısıyla dikkat çeken Kafka ile; 7-8 yaşlarındaki bir kız çocuğunun yolları kesişir. Kimsesizler evinde kalan sevimli kız, oyuncak bebeğini kaybetmiştir. Ağlamaktadır. Kafka, bebeğin bir köpek tarafından parçalandığını fark eder. Ağır hastalığına rağmen küçük kızı avutmanın yollarını arar. Ve her gün parktaki aynı yerde küçük kızla buluşmaya karar verir. Amacı kızın yüzünü biraz olsun gülümsetmek ve onu hayata yeniden bağlamaktır.

Yazarımız her karşılaşmada; kaybolan bebeğin ağzından yazılan bir mektubu da yanında getirir. Bir anlamda gönüllü bir oyuncak bebek postacısı olur. Mektupta bebeğin dünyayı görmek için uzun bir yolculuğa çıktığı ve başından geçenleri paylaşacağı notu vardır. Bunu duyan küçük kız kendisini daha iyi hisseder. Her yeni güne umutla uyanır. Parka heyecan içinde koşarak gider. Ve her gün bebeğin farklı bir öyküsünü dinler.

Arkadaşının satırları sayesinde; bebeğinin büyüyüp okula gittiğini, yeni insanlarla tanıştığını öğrenir. Hatta sonuncu mektupta bebeği şenlikli bir düğünle evlenmiştir.

Bu kimilerine göre sıra dışı arkadaşlık; aradan geçen günler içinde giderek pekişir. Yazdığı mektuplar, yaptığı postacılık görevi ve minik arkadaşı sayesinde Kafka hastalığını unutur. Kendi hayatına da daha sıkı sarılır.

Birkaç ayın sonunda ayrılık günü geldiğinde; elinde bir hediye bebekle küçük arkadaşını son kez karşılar. Hediyeyi gören küçük kız şaşkındır. Çünkü arkadaşının kendisine uzattığı bebek; eski bebeğine hiç benzemiyordur. Ama buna da harika bir çözüm üretmiştir Kafka. Son mektubunda, bebeğinin uzun dünya yolculuğu sırasında çok değiştiğini söyler.  

Aradan uzun yıllar geçer. Sevimli kız büyür ve bir yetişkin olur. Ama çocukluğunun o güzel anısını, bebeğini yanından bir gün bile ayırmaz. Ve nasıl olduysa bir gün, hayatına eşlik eden oyuncağının içinde saklanmış olan notu bulur. İster istemez gözleri nemlenir. Çünkü oradaki satırlar yüreğini sevgiyle bir kez daha sarar.

Yazarımızın son notu şöyledir.

‘Sevdiğin her şeyi er ya da geç kaybedeceksin, ama sonunda sevgi başka bir surette geri dönecek.’

Öykümüz böylece sona erer. Bu anlamlı satırlardan sonra, siz de sevginin SONSUZ olduğunu düşündünüz mü benim gibi?

Evet, sevgi sonsuz.

Kaynağı da bizlerde. YÜREKLERİMİZde.

Bu kısacık öykü; çocuk ruhuna nasıl zarafetle dokunacağımızın güzel bir göstergesi aynı zamanda öyle değil mi? Çocuk kalbine verilen değerin de.

Kabul ediyorum. Alt tarafı ağlayan bir çocuk. Ve kaybolan da sadece bir oyuncak bebek. Ama sevgi ile yaklaşım, değer vermenin inceliği; en basit olayı bile muhteşem bir senaryo haline getirebiliyor hayatta.

Aslında bunu genele almamız gerekli diye de düşünüyorum. Doğadaki tüm varlıkları herhangi bir çıkar ve beklentiye bağlı olmadan sevebilmek MUHTEŞEM bir duygu. Bu hem karşımızdaki için, hem de kendimiz için yaşamdan keyif almak ve neşeli olmak demek aynı zamanda.

Yaşam içindeki vizyonumuz; çevremizdeki her şeye SEVGİ dolu bir FARKINDALIKLA bakıp yaklaşmak olsun. Sevginin sonsuzluğu hepimizi sımsıcak sarsın.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

25.03.2015

Kaynak: http://tr.wikipedia.org; http://kitap.radikal.com.tr; http://egoistokur.com; Kafka & the Doll – Gerd Schneider.




Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...