18 Şubat 2015 Çarşamba

ÇOCUKLARIN DÜNYASI ÖYLE MASUM Kİ

Yine yeniden kadına şiddet için tuşlara basma ihtiyacı hissettim. Yıllar içinde defalarca yazdım, paylaştım, içimi döktüm, bir kadın ve her şeyden önemlisi bir anne olarak korkularımı dile getirdim. Ve son cümlelerim hep umut dolu oldu. Çünkü geleceğimizin güzelliği yavrularımıza sevgi dolu bir dünya bırakmamız gerektiğine sonuna kadar inananlardanım.

Ancak gelin görün ki, dünyanın en değerli varlıkları olarak el üstünde tutulması gerekirken; yerlerde sürüklenen, bıçaklanan, dövülen, vahşi emeller uğruna canı yakılan, duyguları hiçe sayılan, adeta yaşaması için hiçbir sebep gösterilmeyen yine kadınlarımız, kızlarımız yani bizleriz.

Doğada bile dişiler çok daha değerliyken, insanlar kategorisinde yok sayılmak ne yaman çelişkidir böyle.

Dünya genelinde ve maalesef ülkemizde kadınlarımıza, kızlarımıza uygulanan bu vahşete seyirci kalmak mümkün mü?

Nerede kaldı düşünme yeteneğimiz?

Hangi kilitli kapılar ardına sakladık vicdanlarımızı?

Kalplerimizi sıcacık yapan sevgimizi özledim ben. Saygının, hürmetin, nezaketin en kalitesini hak eden kadınlarımızın, kızlarımızın canı yansın istemiyorum artık; tıpkı sizler gibi.
İçim yangın yeri misali öyle dolu ki. Ne yazsam, ne kadar uzun cümleler kursam da nafile. Biliyorum ki canımızın acısı kolay kolay hafiflemeyecek.

İşte bu nedenle gelin; geçenlerde tesadüfen rastladığım güzel bir video açılıma kulak verelim.

Konu çocuklar. Yer İtalya. Karşımızda henüz ergenliğe adım atmamış 7 ila 11 yaşları arasında erkek çocukları var. Sokaktan geçen sıradan çocuktan bir kaçı onlar. Sadece 3-4 soru soruluyor kendilerine. 
Yaşları, hangi mesleği seçmek istedikleri ve nedenleri gibi. Sonra karşılarına güzel bir kız çocuğu getirip, onlarla tanıştırılıyor. Amaç karşı cinse karşı olan o saf ve masum hislerini anlamak. Çocuklara kızı beğenip beğenmedikleri soruluyor. Hepsi kızı neden beğendiğini kısacık cümlelerle, biraz da mahcup dile getiriyor.

Ardından kızı sevmeleri söyleniyor. Hapsi o kadar şeker, o denli masum yaklaşıyor ki karşı cinse. 
Utanıyorlar belli. Elleriyle saçlarına ya da yanağına usulca dokunuyorlar. Tıpkı annelerimizin bizleri büyütürken yaptığı gibi.

Sevgiyle, şefkatle, nazikçe.

Bir diğer soru ise karşılarındaki kızı güldürmeleri adına oluyor. Komik yüz ifadeleriyle. Çocuklar ellerinden geldiğince, birbirinden komik yüz ifadeleri takınıp kızı tebessüm ettirmeye gayret ediyor.

Sonra aniden röportajı yapan kişi, biraz önce sevip gülümsettikleri o kıza vurmalarını söylüyor. Hem de sertçe.  Çocuklar önce şaşırıyor. Sonra üzülüyor ve ‘’Neden?’’ der gibi bir yüz ifadesiyle öylece kalıyorlar oldukları yerde. Hiç bir şey yapamıyorlar.

Röportajcı adam bununla yetinmiyor. Sorusunu yineliyor. Yeniden kıza vurmalarını söylüyor, adeta teşvik ediyor. Ama nafile. Çocukların hepsi reddediyor bu isteği. Ve o andaki cevapları öyle güzel ki. İşte içimizdeki umuda sımsıkı sarılmak için en güzel neden de bu sözler oluyor.

Bir tanesi; ‘’Vuramam, çünkü o bir kız.’’ diyor. ‘’Vurmam, çünkü vurmak kötü bir hareket.’’
Diğeri ‘’Kadınlara çiçekle bile vurulmaz.’’ diye tepki veriyor.
Bir başkası en manalı sözü söylüyor belki de ‘’Vuramam, çünkü ben bir ERKEĞİM.’’

İşte çocukların ruhları bu kadar masum.

Bu kadar ince ve duyarlı.

Ne olur zamanla yok olmasın kalplerindeki sevgi hareleri. Ne olur kızlarımız, kadınlarımız şiddete uğramasın artık. Bunlar son olsun. Yavrularımız karakterli, sağlam, güven dolu birer erkek olarak yetişsin. Çiçek saflığında ve zarafetindeki kızlarımız yarınlarına el verirken sevginin sıcaklığından mahrum kalmasın hiç biri.

Bizler yetişkinler  olarak da ders alalım bu sözlerden. Elbette hepimiz böyle masumduk çocukken. İçimizde kötülüğe, can yakmaya meyil yoktu. Anlamlarını bile bilmiyorduk aslında ta ki öğretilene değin. Ancak büyüdük. Adam olduğumuzu zannettik. İçimizdeki çocuğu kilit altına aldığımızı fark edemedik. Acımasızca değiştiğimizi göremedik.

İstedim ki bu video ve yazı farkındalığımıza bir vesile olsun. İçimizdeki çocuk dünyası ve ruhu yeniden canlansın. Saygıyla bakmanın zarafetini kuşansın. Sevgiyle bakmanın tadına varsın.  Umut işte bakarsınız olur, peki ya siz ne dersiniz?

Bakarsınız bir gün kadınlar öyle değer kazanır ki gözlerde, bakışlarda, düşüncelerde ve davranışlarda; Fransız yazar ve filozof Denis Diderot’un söyledikleri gerçek olur. 

‘’Kadın üzerine yazı yazarken kalemi gökkuşağına batırıp, mürekkebi kelebek kanatlarının tozu ile kurulayacaksınız.’’

Var mı böylesi zarafet dolu yürekler?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16.02.2015                               




17 Şubat 2015 Salı

DERS ALABİLİR miyiz DERSİNİZ?

Doğaya, doğanın tüm canlılarına hayran birisi olarak; her yeni bilgi karşısında şapka çıkaranlardanım. 
Yazılarımda ilginç özellikleriyle hayvanlardan çok söz ettim biliyorum. Ama bu sefer ki tam da içinde yaşadığımız anlayışsızlık ve sevgisizlikle birebir ilgili. Çarpıcı resmi gördüğüm ve yazıyı okuduğumda paylaşmam gerektiğini hissetim. İstedim ki yine yeniden düşünelim. Saygıyı, sevgiyi, birbirimizi cins ayırt etmeden gözetmenin güzelliğini yeniden içimizde hissedelim.

Bu sefer konumuzun kahramanı kurtlar.

Hani bizlerin vahşi bulduğu, saldırgan kurtlar. İnanın bu yazıyı okuduğunuzda bizlerden daha duyarlı ve koruyucu olduklarını göreceksiniz sizlerde. Okuyanlarınız da varsa eğer yeniden hatırlayalım istedim.

Önce kurtlar hakkında çok genel bilgileri paylaşmak istiyorum. Boyları, renkleri ve yapıları ile bulundukları yörelere göre türlere ayrılan kurtlar; köpeğe benzerliği ile tanınıyor. Çok iyi uyum sağladıkları için dünyanın hemen her bölgesinde ve iklim şartında yaşayabiliyorlar. Yılda bir kez yavru yapıyorlar. Arka ayakları ile ön ayaklarının bastığı yere basıyorlar. Yırtıcı özelliklere sahipler. Sürü halinde yaşıyorlar. Sürünün düzeni, kuralları oldukça sert. Hiçbir kurt bunu bozmaya cesaret edemiyor.


Şimdi elimizde tek bir resim var. Tek bir ANI yakalamış. Bembeyaz karla kaplı bir alan. Kimseler yok. İlerde bir kurt sürüsü karları yararak yol almakta. Hiyerarşik düzenleri asıl odak noktamız. Sayıları tam 25.

En önde 3 kurt var. Sürünün hasta, yaşlı kurtları onlar. Olası bir tehlike anında hayatlarını kaybedecek olanlar. Görevleri önemli. Son anlarına kadar hizmetteler. Ve sürünün kolay yol alması için karları yararak ilerliyorlar.

Onları savaşçı 5 kurt izliyor. Tecrübeliler ve olabildiğince dikkatli.

Çünkü arkalarında sürünün en KIYMETLİlerini götürüyorlar.

Onlar kimler mi?

Sürünün gelişip, güçlenmesini sağlayacak olan dişi kurtlar. Sayıları tam 11.

Bu değerli canların arkasında yine bir koruma timi var. Tıpkı öndekiler gibi tecrübeli ve savaşçı 5 kurt.

Ve sürünün sonuna geldik.

En arkada kim mi var?

Sürünün lideri. Sürüyle mesafesine özen göstererek ilerleyen, sürünün tamamını gözeten gerçek bir lider.

İşte harika tablo böyle.

Onlar da bizler gibi yaşayan canlılar. Amaçları var olmak, hayatta kalmak. Biz insanlar gibi düşünme yetenekleri yok belki ama; dürtüleri bizlere taş çıkartır cinsten. Dişilerini korumak gerektiğini biliyorlar. Onlarsız hayata tutunamayacaklarının farkındalar.

Peki ya bizler ne yapıyoruz? Kadınlarımızı, kızlarımızı yok sayıyoruz. Elimizden gelen her kötülüğü yapıyoruz. Nedensiz. Sebepsiz can yakıyor, eziyet ediyor, hayatlarını yok ediyor, canlarını alıyoruz. Kim, neden, hangi sebeple böylesi vahşi duygular besleyebilir ki? Anlamakta gerçekten zorluk çekiyorum.

Bu kadar mı sevgisiz kaldık? Bu kadar mı birbirimizi incitmekten kaçınmaz hale geldik?

Kız çocukları narindir. Tıpkı birer çiçek gibi. İhtimamla büyütülmeliler ki yarının güçlü kadınları olsunlar. Olsunlar ki geleceğin güçlü çocuklarını yetiştirsinler. Anne olsunlar. Ruhları yaralanmasın ki içlerindeki sevgiyi çoğaltıp, yayabilsinler.

Eğer bizler kızlarımıza, kadınlarımıza, yarının ve bugünün annelerine, eşlerine bu özeni, bu saygıyı göstermezsek yarın ne olacak? Sevgisizlik daha da büyüyecek. Vicdansızlık artacak. Vurdumduymazlık ve bencillik tavan yapacak.

Lütfen dur diyelim bu şiddete. Örnek alalım doğadan. Canlılardan. Bir durup düşünelim kendi içimizde. Tek bir tokadın dahi açıklaması olamaz. Olmamalı. Hiçbir kadın şiddeti hak etmiyor, hiçbir canlının hak etmediği gibi.

Çocuklarımıza vereceğimiz en güzel eğitim; sevgiyle kuşatılmış ahlak ve vicdan kavramları olsun. Kadının, erkeğin, insanın, hayvanın, tüm canlıların saygı ve sevgiyi hak ettiklerini belleklerine kazıyalım bir şekilde. Bunu yerleştirdiğimiz gün her şey sevginin ışıltısında kalacak. O zaman anneler, babalar endişesiz; çocuklar ve gençler kaliteli yaşamın merdivenlerini hızla çıkıyor olacak korkusuzca. 
Ben buna inanıyorum. İnanmak istiyorum.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.02. 1015


Kaynak: Dr. Ersin Güler; http://tr.wikipedia.org

12 Şubat 2015 Perşembe

ALZHEIMER ve DÖVME

Biliyorum, birbiriyle alakasız iki kavram yan yana duruyor gibi. Ama gerçekte bir yanlarıyla birbirlerini destekliyorlar. 

Nasıl mı? İşte cevabı.

Hepimiz biliyoruz ki, bir tanesi çağımızın zor ve korkutan hastalığı. Pençesine düşürdüğü kişilere ve yakınlarına hayatı yangın yerine çeviriyor adeta.

Diğeri ise tamamen görsel bir imge. Özellikle gençler arasında hayli rağbet görüyor. Bu işe tutku derecesinde gönül verenler giderek artıyor. Seçilen imgeler o kadar değişik ve çok ki. Harfler, semboller, resimler. Elbette karar anındaki geçici ve sarhoş edici duyguların gözü karalığına yenik düşmemek gerek. Çünkü kalıcı. Silinmesi hayli eziyetli. Tercih edenler mutlaka kendilerini daha iyi hissetmek adına yapıyor olmalılar. Tercih edenleri anlamakta zorluk çekiyor; eleştiri oklarını birbiri ardına göndermekten kaçınmıyoruz. Ama ben anlamaya çalışanlardanım. Ön yargıyla bakmamayı tercih ediyorum.  

Peki dövme ilk nerede, kimler tarafından kullanılmış biliyor musunuz?

Hadi gelin minicik bir gezinti yapalım bu antik ritüelin geçmiş sayfalarında. Tarihi 12. yüzyıla kadar uzanıyor. 19. yüzyılda ise bazı Avrupa meslek grupları, birbirlerini tanımak adına yapmış. O yıllarda Eski Yunanlılar, Germenler, Galyalılar ilk kullananlar olmuş. Yine çok eski tarihlerde; Yeni Zelanda’da yüze uygulanan ilk dövmeler; kadınlarda güzellik, erkeklerde savaşı ve cesareti temsil etmiş. Bu arada yüzden bedene geçiş süreci yaşanmış. Yeri gelmiş, deriyi iyileştirmek amacıyla yapılan uygulamalar kabul görmüş. Yeri gelmiş, derinin içine dikilen simgeler tercih edilmiş. Uzun bir tarihi geçmişi var. Beden üzerinde aklınıza gelebilecek her yerde uygulanmış. Ve hatta sıkı durun göz akı bile tamamen boyanmış.

Bu işi bir sanat olarak gören ülkeler arasında Japonlar ve Araplar başı çekmiş. Bir dönem Roma’da suçlu ve kölelerde sosyal sınıfı belirlemek adına tercih edilmiş. Statü göstergesi, bedeni süsleme arzusu ve hatta dini inanışlar ilk çıkış sebepleri. Elbette ilkel yöntemler çok can yakmış. İlk elektrikli dövme ise Amerika’da başlamış. Kısacası; farklı hikayeler, farklı tercihler ve farklı kültürler; içindeki gizli anlamlarıyla dövmeyi günümüze kadar taşımış.

Şimdi gelelim çağımızın hastalığına, Alzheimer’a. Eski yazılarımda da değinmiştim; okuyanlar hatırlayacaklar. Dünya genelinde 65 yaş ve üstündeki kişilerde daha sık rastlanıyor. Maalesef görülme sıklığı giderek artıyor. Nedeni tam olarak bilinmiyor. 

Beyin hücrelerinin erken ölmesiyle beraber belirtiler kendini göstermeye başlıyor. Geçmişi çok iyi hatırlayan hastalar, başlangıçtaki küçük unutkanlıklara pek kafa yormuyorlar. Aldıkları notlarla, listelerle idare ediyorlar. Ancak hastalık ne yazık ki sinsice ilerliyor.
İlk başlardaki minicik unutkanlıklar, yerini yeteneklerini, becerilerini, bildikleri dilleri unutmaya kadar varıyor. Kendi evlerini, hatta evdeki odaların yerini hatırlamıyor ve sıklıkla kayboluyorlar. Karar vermede zorluk yaşıyorlar. Sonunda çocuklarını dahi tanımamaya kadar varan zihinsel sorunlar; yaşam kalitelerini ele geçiriyor. Tamamen bakıma muhtaç hale geliyorlar.

Bu hastalıkta iyileşme lüksü yok. İlacı hala bulunmuş değil. Eldekiler sadece bu zor süreci yavaşlatabiliyor, o kadar. Malum son kaçınılmaz. Elbette çeken ve yaşayan bilir acısını, zorluklarını. Bizlere ise ancak empati yaparak anlamak düşer.

Bu anlamda Alzheimer, sadece yaşayanı değil, aile ve yakınlarını da her anlamda zorluyor. Alışmak ve baş edebilmek adına sürekli bir mücadele var dünyalarında.

Şimdi soruyorum sizlere. Alzheimer hastası annesini dövmeciye getiren genç bir kadın görseniz ne yapardınız? Hele hele yüzündeki o endişe dolu ifade size ne düşündürürdü?

Sıra dışı gibi duruyor değil mi? Alzheimer ve dövme; ancak hayatın gerçekleri işte.

Başınıza gelenle alakalı olarak ne zaman, ne yapacağınızı bilemiyorsunuz ki. Benim de hiç aklıma gelmemişti böylesi bir durum. Ta ki o film karesini görene değin.

Söz ettiğim film İncir Reçeli-2.

O ana kadar dövme, benim için sadece keyfi olarak tercih edilen bir beden süsüydü. Gençlerin yaptırmak istediği, ailelerinin de genellikle karşı çıktığı bir görsel imge. Bir amaca hizmet edebildiğini anlamam içinse bu filmi izlemem gerekliymiş.

İzleyenler hatırlayacaklardır bu sahneyi. Alzheimer hastalığına yakalanan annesinin koluna dövme yaptırmaya gelen kadını. Hayata hep önyargıyla bakmamamız gerektiğini öyle güzel anlatıyordu ki.

İşte yaşlı kadının koluna yapılan dövme de bunun en güzel örneği. Çünkü kolunda evinin adresi yazılı. Kaybolduğunda tek yapması gereken; kolunu sıyırıp dövmesini göstermek o kadar.

Şöyle bir düşünelim isteseniz. İsmini dahi hatırlamakta güçlük çekenler var aramızda. Zihinsel engelliler ve Alzheimer hastaları. İşte isimlerin kola yazılması ve hatta adresin dövmeyle bedene işlenmesi; onlar için hayatı bir tık kolaylaştırıyor aslında. En azından kaybolduklarında. Kim oldukları ve hatta nerede oturdukları bulanlar tarafından biliniyor. Evlerine dönmeleri kolaylaşıyor. Bunu sosyal sorumluluk projesi kapsamında uygulayan dövmecileri alkışlıyorum ben. Mesleklerini yaparken, onların sessiz çığlıklarına duyarsız kalmadıkları için.

Dileğim hepimizden uzak kalsın böylesi çaresiz durumlar. Öte yandan birilerini yargılamadan soluklanalım lütfen. Hiçbir şey sebepsiz değil çünkü bu hayatta.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

03.12.2014





Sevgililer Günü’nde Sevgilisizlere CardFinans’tan Hediyeler



Sevgililik dediğin zor zanaat... Kadın-erkek ilişkilerini yürütmek başlı başına bir meziyetken, bunun üzerine bir de özel günlerde hediyesi, yaz yaklaşınca seyahati gelir. Sonra bir de bakmışsın evlilik ve çocuk derken çoğu zaman kocaman bir OFFF çektirir. Yani sevgililik dediğin, aslında hem maddi hem manevi açıdan hayatta vereceğin en büyük sınavındır. :)



Bununla da kalmaz, bu sınavda tartışmadan haklı çıkma mücadelesini vermek zorunda kalırsın. Tartışmadan haklı çıkmaksa zordur, erkekler içinse çooook daha zor. Hele bir de evliysen... Hiç evli erkek haklı çıkar mı?

Finansbank da öyle düşünmüş olacak ki; sevgililik müessesesine analitik bakmış, formülleri deşifre etmiş ve dikkat edilmesi gereken parametrenin “haklı çıkma değişkeni” olduğunu bulmuş!

Kabul edelim, haklı olmak ve haklı çıkmak aynı şeyler değildir!



Haklı çıkamayacağını kabul ettiysen, ilişkiye yapılan en temel yatırım olan “hediye” aşamasına geçebillirsin.

Kendini affetirmek için hediye alınır.
Yıl dönümü geldiyse hediye alınır.
Doğum gününde hediye alınır.
Sevgililer Günü’nde hediye alınır.

Ve bu liste uzar gider...

Birliktelik süresi uzadıkça da, ilişkiye gösterilen özen ile yapılan harcama tutarı arasında her zaman ters orantı olacaktır.



Sevgililiğin matematiğini çözen Finansbank da, #SevgililikZor, yalnızlığın tadını CardFinans’ın hediyeleriyle çıkar” demiş. Bunun için de Sevgililer Günü’nde sevgilisi olmayanlara artan fırsatlar sunan bir kampanya yapmış .

14 Şubat’a kadar Finansbank bireysel kredi ve banka kartları ile giyim, kozmetik, ve kuyum sektörlerinde tek seferde yapılacak her 100 TL’lik alışverişiniz size birbirinden güzel hediyeler için bir adet çekiliş hakkı kazandırıyor.

Siz de 5 MacBook Pro, 5 iPad Air ve 5 iPhone 6’dan birine sahip olmak isterseniz, kampanya detaylarına bir göz atın derim;

http://www.cardfinans.com.tr/cardfinans-kullanin/kampanyalar/kamp6384/sevgililer-gunu-kampanyasi.aspx?ref=WEB_ASBO
Bir boomads advertorial içeriğidir.

3 Şubat 2015 Salı

DOĞANIN İHTİŞAMI ONLARIN ZARİF KANATLARINDA

2014 Nobel Edebiyat ödüllü Mary Alice Monroe’nun ‘’Kelebeğin Kızı’’ romanını okurken karar verdim kelebeklerle ilgili yazmaya. Araştırmalarım sırasında edindiğim her bilgiyle; onlara bir kez daha hayran kaldım. Doğanın bu zarif canlılarının yaşama karşı direnişleri, bilinmeyen yönleri öyle çarpıcıydı ki; paylaşmadan edemedim. Okuyunca bana hak vereceksiniz eminim ki.

Gelin zarafetin ve gücün simgesi kelebeklerin yaşam döngüsünden başlayalım satırlara. Aralarında birkaç gün yaşayanı da var, birkaç hafta yaşayanı da. Bazı türlerin ömrü ise 6-7 ay gibi. Sayıları az olsa da; veriler 1 yıl yaşayan türleri de kayda almış. Kış uykusuna yatanlar bir yana; sıcak uzak bölgelere göç edenler öte yana.

Doğanın ihtişamını zarif kanatlarında gururla taşıyor kelebekler. Bizleri cezbeden muhteşem kanatlara dönüşünceye kadar geçirdikleri evrim ise; hayata direnmenin en güzel örneği. Bir diğer isimlerinin ‘’ruh kuşları’’ olması manidar değil mi, size göre de?

Kabul etmek gerekiyor ki; hayat bir yönüyle onlar için hayli acımasız. Kimsenin önemsemediği, dönüp bakmadığı minicik bir tırtılken aylarca yaşıyorlar. Rengarenk bir kelebeğe dönüşüp, özgürce kanat çırpmaya başladıklarında ise; neredeyse yaşamlarının son demlerini sürüyorlar. Ve bu dönemde tek bir amaçları var. Nesillerini sürdürmek. Dünya genelinde, tahmin ötesi sayıları ile de bunu kanıtlıyor her biri.

Bizlerin kırılgan, hassas olarak tanıdığı bu güzel canlılar; Antartika hariç, hemen her iklim ve koşulda yaşayabiliyor. Çöllerde, tropikal ormanlarda, bataklıklarda, dağların zirvelerinde, mağara kovuklarında ve hatta sıkı durun yanardağ ağızlarında dahi cesurca dolaşıyorlar.

Kayıtlara göre 150 bin kadar türü var. Dile kolay, muhteşem bir skala. Yapılan araştırmalar devam ettiği halde, hala onlarla ilgili bilinmezlikler öyle çok ki.

Kelebekler son derece akıllılar. Aralarında düşmanlarıyla saklambaç oynayanları da var. Tehlikeli durumlarda kanatlarını birleştirip kuru bir yaprak görünümü alıp, kamufle olanları da.

Kanatlarındaki kocaman göz şekilleri nedeniyle ‘Baykuş kelebeği’ olarak adlandırılan türleri çürümüş muza bayılıyor. Ve hatta, içindeki düşük alkol oranıyla hafiften sarhoş bile oluyorlar.

Bazen ileriye bazen geriye uçan türlerine ‘Güvercin kuyruğu’ kelebeği deniyor.

Bizler kelebeklerin genellikle gün ışığında uçtuklarını zannediyoruz değil mi? Ancak gece uçanları da var. Yapıları ve özellikleri bu koşula uyum sağlamış elbette.  

Cam kanat kelebeklerinin mahareti ise şeffaf kanatlarında. Böylece bulundukları yerde fark edilmeden dinlenebiliyor.

Kokarca gibi kötü bir koku salgılama özelliğine sahip olan türlerine ne demeli? Bu zarif canlılara yakışmadığını düşünsek de; düşmanlarından bu şekilde korunuyorlar.

Yeşil damarlı ‘Paşa kelebekleri’ türler arasında en saldırgan olanları.

Peki hiç zehirli kelebek duymuş muydunuz? Göz kamaştırıcı parlak renklerle, çok yavaş uçan bu kelebekler; hepsinden çok daha dayanıklı ve azimli. İsmi Zehirli Monark kelebeği. Binlerce kilometre uçuyor ve yolculuğunu torununun torunu tamamlıyor. Nasıl aynı izi sürdüğü ise hala bilinmiyor. Bazı araştırmacılar tarafından; genetik yapılarındaki kodlanmaya bağlanıyor. Bu özel kelebekleri bir başka yazımda ayrıca sizlere tanıtmak istiyorum.

Guinness rekorlar kitabına girecek kadar küçük olanları var aralarında. İsmi ‘Ot mavisi kelebeği’.

Tam tersine büyük boyutlu, belki de bugüne kadar hiç görmediğimiz büyüklükte kelebekler de var ama. Güney Asya, Çin, Malezya ve Hindistan’da rastlanan bu dev kanatlı kelebeklere ‘Attacus Atlas’ deniyor. Kanat uzunlukları 30 cm civarında. Hayalimizde bu kocaman kelebeğin aniden havalandığını düşünelim mi bir an için? Hafif bir ürküntü eşliğinde; hayranlıkla izlerdik sanırım, kadifemsi kanat çırpışlarını. İpeği çok değerli ve dayanıklı olan bu tür, Hindistan’da kutsal kabul ediliyor. 

Varsa yoksa uçmak kelebeklerin tek hedefi. Enerjileri ise çiçek özleri.

Peki bu özlere nasıl ulaşıyorlar dersiniz? Ayaklarıyla. Çünkü tat alma cisimciklerini ayaklarında taşıyorlar ve balözlerini buradan emiyorlar. Öyle hassas algıları var ki; üzerine kondukları bir şeftalinin tüylerinden ne kadar tatlı olduğunu anlayabiliyorlar. Yani, bir kelebeğin ayağı güzel bir yiyeceğe değmeye görsün, hemen ince emme hortumlarıyla emmeye ve beslenmeye başlıyorlar.

Soğumamak adına, dinlenirken bile kanatlarını hareket ettiriyorlar. Neden mi? Uçmaları için en önemli gereklilik beden ısıları da ondan. İdeal ısıyı yakalayabilmek adına; kanatlarını açarak güneşlenmeleri de cabası.

Koku alma duyuları hayli gelişmiş. Çiftleşme sırasında dişi ve erkek güzel kokularla birbirini etkilemeye çalışıyor. Ve bu kokuyu tam 11 km’den duyuyorlar.

Kelebekleri çok seven, hatta onlara hayran olan Buda; bir sözünde, kitaplardan öğrendiklerinden çok daha fazlasını kelebeklerden öğrendiğini belirtmiş. Gerçekten de onlar kocaman bir dünya gibi adeta.

Yumurtlamadan itibaren geçirdikleri evreler öyle zor ki. Mücadeleleri hiç bitmiyor. Topraktaki iğne başı büyüklüğünde bir yumurta olarak hayata başlıyor. Ardından, sürekli yaprak yiyen ve deri değiştirerek büyüyen bir tırtıla dönüşüyor. Pupa döneminde ise kendini krizalite denen bir kozaya hapsediyor. Sabrıyla geçirdiği bu zorlu süreç sonunda ise yetişkin bir kelebeğe dönüşüyor. Azimli mücadelesi ve sabrı sayesinde bu MUHTEŞEM değişimi fazlasıyla hak ediyor elbette.

Kelebeklerin hayatını ve yaşamlarını incelediğimde; şu soruyu sormadan edemedim.

Uzun ama, sıradan renksiz bir yaşam mı; yoksa kelebekler gibi kısa, ama renkli dolu dolu bir yaşam mı?

Zor bir soru biliyorum. İlk başta ikincisi daha cazip gibi geliyor değil mi? Ama unutmamak gerek ki; hepimiz hayatımızı sonsuz kabul ediyor ve hayallerimizi erteleyip duruyoruz. Yani farkında olmadan; ‘’Uzun yaşayayım da, varsın sıradan olsun.’’ diyoruz.

Bence her ikisinde de hüzün saklı biraz. Bu nedenle hepimize hem sağlıklı ve uzun, hem de gökkuşağının renklerini kıskandıracak kadar albenili bir yaşam diliyorum. Kalben isteyip inanalım ve zor anlarımızda kelebeklerin sabrını hatırlayalım, olmaz mı?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.12.2014






Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...