24 Kasım 2014 Pazartesi

ELİMİZDE KURŞUN KALEM YAZIYORUZ...

Bu yazıma romanlarını severek okuduğum yazar Khaled Hosseini ile başlamak istedim. Geçmiş aylarda okuduğum ‘’Ve Dağlar Yankılandı’’ isimli romanındaki bir cümle öyle güzeldi ki; notuma almadan geçememiştim. Şöyle diyordu ünlü Afgan asıllı Amerikalı yazar;

‘’İstedikleri şeylere göre yaşadıklarını düşünüyorlar. Oysa işin aslı, onları yönlendirenler, korktukları şeyler. İstemedikleri şeyler. Kimimiz baş belası olmaktan korkarız. Kimimiz bir yerde çakılıp kalmaktan.’’

Hepimiz soluk almaya başladığımız andan itibaren kendi hayat hikayemizi yazmaya başlıyoruz. Bizi yönlendiren duygu ve düşünce kalıplarımızın farkına varmadan; hayatın dümeni tamamen bizim elimizde olsun istiyoruz. Bizi engelleyenlerin yakın çevremizdekiler olduğunu bile düşünüyoruz. Maalesef, bastırdığımız, yok saydığımız yığınla olumsuz duygumuzun en büyük rolü üstelendiğini görmezden geliyoruz.

Elimizde bir kurşun kalem var; yazıp duruyoruz. Kimimiz kalemini seviyor, kimimiz sevmiyor. Bazıları sımsıkı kavrıyor ve itinayla bakıyor. Çünkü biliyor ki o olmadan hayatını yazamayacak. Bazıları hor davranıyor, parmaklarının arasından düştü düşecek sanki. Umursamıyor.

Gereğinden fazla bastırdığımız zamanlarda; suçu hemen kaleme yüklüyoruz. Silik yazdığı anlarda kalitesiz olduğunu düşünüyoruz. Korku ve kaygılarımız nedeniyle çekinerek çiziktirdiğimizi yok sayıyoruz. Silgi kullanıp sileceğimizi unutarak hata yapmaktan çekiniyoruz.

Sonuçta elimizdeki bu muhteşem armağanın tadını çıkaramıyoruz.  Oysa yazacak şahane bir senaryo ve başrolü üstelenecek muhteşem bir kalp bizimle. Farkında mıyız?

Bana bunları düşündüren, bu benzetmeleri yaptıran ise Brezilyalı ünlü yazar Paulo Coelho oldu. Onun kurşun kalem hikayesi Öyle hoş ki. Paylaşmak ve yeniden hatırlamak hepimizi farklı düşündürecek eminim. Çünkü basit bir kurşun kalem imgesiyle, tam bir hayat dersi veriyor hepimize.

Öykü bir nineyle torunu arasında geçer. Elinde kurşun kalemiyle masa başında mektup yazan ninesine yaklaşan torunu; ne yazdığını merak eder. Kendisini çok sevdiğini bildiğinden onun hakkında yazıp yazmadığını sorar. Tonton ninesi gülümseyerek onaylar. Ancak kullandığı kurşun kalemin; yazdığı kelimelerden çok daha önemli olduğunu vurgular. Ve büyüdüğünde kendi kalemini sevmesini arzu ettiğini sözlerine ekler. Küçük çocuk şaşırır ve merakla kurşun kalemi incelemeye başlar. Sonuçta sıradan bir kalemdir ninesinin elindeki.

Torunundan kalemin sıradanlığı ile ilgili masum yorumu duyan nine; o çocuk saflığına tebessüm ederek; hayat dersine başlar. Dünyayla barışık bir insan olmak istiyorsa; biraz sonra sayacağı özellikleri benimsemesi gerektiğini de ekler sözlerine.

Kurşun kalemin beş özelliği vardır. Ve her biri bizim duygularımızla birebir örtüşür.  

Birinci özellik; harika şeyler yaparken dahi onu yönlendiren bir güç olduğunu unutmama gerçeği.

İkinci özellik; arada sırada durup kalemin ucunu açma zorunluluğu. Kalemin canı acısa da yeni ve sivri haliyle daha güçlü yazacağını unutmadan. Acıların insanı zayıflatan değil, aksine güçlendiren bir duygu olduğunu bilmenin güzelliğinde.

Üçüncü özellik; yanlış bir şeyler yazdığında bir silgi yardımıyla silmeye olanak tanıması. Hatalara üzülmek yerine, istenirse düzeltebileceğini bilme rahatlığı.

Dördüncü özellik; kurşun kalemin esas işe yarayan kısmının albenili dışı değil, içi olduğu ve onu koruma gerçeği. Sevgi dolu bir kalbin titreşimleri ile özgür vicdan sesine paha biçilemeyeceğinin önemi.

Beşinci özellik; her zaman bir iz bırakması. Hayatta yapılan her şeyin iyi ya da kötü bir iz bırakacağını bilip, davranışların ona göre ayarlanması gerçeği. Hep dile getirdiğimiz farkındalığın güzelliği.

Şu anda yaşadığımız hayat da böyle değil mi zaten? Duygu, düşünce ve davranışlarımızla nakış nakış dokuyoruz. Hayallerimizi gerçekleştirme peşinde bir yandan da mutluluğu arıyoruz. Mutluluğun anlarda saklı olduğunu bir an olsun unutmadan elbette.

Her şey bu yolculuk içinde saklı. Bu uzun ve zorlu süreçte başarılarımız kadar başarısızlıklarımız da var. Ama geçmişi geçmişte bırakıp, ileriye kilitlenmek gerek. Acılarımız varsa yok saymadan, bizi eskisinden de güçlü hale getirdiğine inanarak. Değişime ve gelişmeye açık olarak.

Tıpkı  Antik Yunan filozofu Sokrates’in dediği gibi;

"Değişimin sırrı; eski ile savaşmak değil, tüm enerjini yeniyi inşa etmeye odaklamaktır."

Bakış açımızla içimizdeki enerjiyi nasıl ve nerede kullanacağımızı bilirsek önümüzde hiçbir engel duramaz. Buna endişeler, korku ve kaygılar da dahil.

Elimizdeki kurşun kaleme iyi bakalım. Sevgimizle, korkmadan yazalım kendi hayat hikayemizi.

Biter diye telaş etmeden, ucunu kırarım endişesinden uzak. Varsın yanlış yapalım. Özümüz iyi olduktan sonra hatalarımızdan aldığımız derslerle yola devam. Durmak yok. Günleri boşa tüketmek, amaçsız bir gün bile geçirmek yok.

Söz mü?

Elbirliği ile yeniyi inşa ederken sevgimiz en değerli harcımız. Ne kadar bol kullanırsak yapımız o denli sağlam olacak. Yürekten inanalım yeter.

Tıpkı ‘’Sevginin manevi evi KALPtir ve kalbimin gördüğü her şey güzeldir. Seni görüyorum.’’ diyen yazar Diamon Eros gibi…

BEN sizleri görüyorum. SİZLER de beni görün olmaz mı?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.10.2014



17 Kasım 2014 Pazartesi

HAYATA PEMBE BİR DOKUNUŞ (2/2)

Gelin bu güzel kadının hayatına pembe bir dokunuş yapalım bizler de. Satır aralarında çok şaşıracağınıza eminim.

Biraz hayal zamanı şimdi. Pembe bir malikane ve otoparkında yine aynı renkten Cadillac marka sayısız araba. ‘’Yok artık!’’ dediğinizi duyar gibiyim. Hepsi gerçek bunların. Üstelik bununla da yetinmemiş öykümüzün kahramanı.

Bu görkemli malikanenin içi; banyosundan, yatak odasına kadar hemen her şey yine pembenin tonlarına bürünmüş adeta. Uçuk pembe aynalar, pembe bir banyo, pembe küvet, şeker pembesi makyaj kutuları, aklınıza gelebilecek her eşya pembe. Ve elbette dile kolay; tam 37 ülkede sattığı kendi ürünlerinin ambalaj ve kutuları da.

Çalışanlarına teşvik amacıyla hediye ettiği Cadillac marka arabalar ne renk dersiniz? Evet onlar da pembe. Ve işte bu sebeplerden dolayı, ‘’Pembeli Kadın’’ lakabı onun ayrılmaz bir parçası olmuş yıllarca.

Seksenli yaşlarına değin çalışmış. İşini ve personelini hiç yalnız bırakmamış. Şirketinin satış hacmini yükselten her personele istisnasız birer pembe Cadillac marka araba hediye etmesi ise en büyük mutluluğu olmuş. Dikkatinizi çekerim kendisi de aynı renk ve aynı markadaki arabayı kullanırken.

Senede iki kere olmak kaydıyla, personelini en kaliteli şık restoranlarda ağırlamış. Şehir dışında kaldıkları otelleri en lüks olanından seçmiş. Otellerine gidiş gelişlerini limuzinle yapmalarına olanak tanımış. Kendilerini önemli ve değerli hissetmeleri için uğraşmış durmuş. Kendi yaşamındaki imkanların TAMAMINI onlar için de cömertçe kullanırken, bir an olsun aksini düşünmemiş.

Ve bakın bu gönlü zengin pembeli kadın; henüz ilk iş hayatında nasıl bir travma yaşamış?

Günlerden bir gün, çalıştığı şirkette satış müdürü ile tokalaşmak için uzun bir kuyruk oluşmuş. O da herkes gibi heyecanla sıranın kendisine gelmesini bekliyormuş. Ancak müdürü o yokmuş gibi davranarak, tokalaşmadan geçmiş önünden. İşte o genç yaşında bu duruma hayli içerleyen Mary, içini acıtan bu dersi hiç unutmamış. Ne kadar meşgul olursa olsun, karşısındaki kişiyi önemsemekten de asla vaz geçmemiş.

Bir diğer anısı daha var ki hayli manidar. Genç bir iş kadını olduğu yıllarda; tam da doğum gününde; biriktirdiği parasıyla kendisine siyah beyaz Ford bir araba almak istemiş. Artık hurdaya çıkan eski arabasıyla galeriye gitmiş. Hem bu sebepten hem de kadın olduğu için satıcıdan yeterince ilgi görememiş. Öğle tatili zamanı gelince de satıcı onu bırakıp yemeğe gitmiş. Bir saat beklemeyi göze alan Mary, zaman geçirmek için tam karşıdaki bir başka galeriye uğramış. Diğerinin aksine son derece nazik bir satıcıyla karşılaşmış. Sadece bakıp çıkacağını, istediği arabanın tam karşı galeride olduğunu söylediği halde satıcı peşini bırakmamış. Sohbet sırasında doğum günü olduğunu öğrenen genç bir düzine kırmızı gülle kendisine jest yapmış. Ve sonuçta ne olmuş dersiniz? Bu yakın ilgiden gözleri nemlenen Mary, o çok istediği siyah Ford yerine sarı renkli Mercury bir araba satın almış.

İnsanlarla iyi iletişim kurmanın, işini severek yapıp önemsemenin geri dönüşü de bu kadar güzel oluyor işte.

Servetiyle dünyanın en önde gelen iş adamlarından birisi olan John Rockefeller de buna değer verenlerden.  İnsanlarla iyi iletişim kurmayı başaran personeline en yüksek maaşı ödemeyi felsefesi haline getirmiş. Çünkü enerjisi ve morali yüksek insanların; verimliliği otomatikman artırdıklarını düşünmüş her daim.

İşte aynı misyonla davranmayı ilke edinen Mary, insanların takdir edilecek yönlerini bulmaya ve ödüllendirerek onların da bunu fark etmesi için özen göstermiş hep. Kendisine sevgi ve saygı duyan personeli ile beraber  başarı yollarını pembeye boyamayı ise hiç unutmamış.

Hepimiz iş hayatının zorluklarıyla az mücadele etmedik, hala da ediyoruz. İlk basamaklardan başladık çoğumuz. Adım adım yükseliyoruz hedeflerimiz doğrultusunda. Ancak konum ve statü değiştirdiğimizde; insani değerlerimizi unutabiliyoruz. Hatta itiraf edelim acımasız davranabiliyoruz çalışanlarımıza karşı. Sanki eskiden o yollardan kendimiz geçmemişçesine. Öyle değil mi?

Oysa, iş hayatı hepimizin ailelerimizden bile daha fazla zaman ayırdığımız bir zaman dilimi. İş yerimiz adeta ikinci evimiz gibi. İş arkadaşlarımız, müdür ve yöneticilerimizle neredeyse tüm gün beraber oluyoruz. İşin stresli ortamında elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyoruz.

Beklediğimiz ise sadece minicik bir övgü ya da takdir. Yani kendimizi değerli hissettirecek, bir sonraki adımımızda daha güvenli olmamızı sağlayacak ufacık belirtiler. Yeri geliyor, bunlar olmadığı gibi; hakaret ve saygısızlıkla dahi karşılaşabiliyoruz. Bu moral bozukluğu ise yaptığımız işe, sesimize, hareketlerimize ister istemez yansıyor. Diğer çalışanları da negatif olarak etkiliyor haliyle. Zaman içinde bunlar birikiyor. Artık ayaklarımız sabahları işe gitmez oluyor. İşlerimizi heyecan ve istekle yapamıyor, zorlanıyoruz.

Bu nedenle işverenlerin, müdürlerin, patronların personeline yaklaşımı son derece önemli. İş verimini ve başarı ivmesini yüksek tutmak adına. Zamanı en iyi şekilde değerlendiren; işine zevkle sarılan personele sahip firmaların önünde hiçbir engel tutunamaz. İyi ve kötü zamanlarda tek yürek olarak çalışmayı başarabilirler çünkü. Ben buna inanıyorum.

Pembe dokunuşlarda bulunanlardan olalım her daim. Sevgiyi, saygıyı zarafetle harmanlayıp bir ressam edasıyla dokunalım hayatlara. Bir tebessümün binlercesine giden en güzel yol olduğunu unutmadan.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.09.2014

Kaynaklar: http://en.wikipedia.org/wiki/Mary_Kay_Ash; http://www.marykay.com; http://www.thefamouspeople.com; GERÇEK YAŞAM ÖYKÜLERİ (yazar: Ayşe Şen).

HAYATA PEMBE BİR DOKUNUŞ (1/2)

Araştırma yaparken birbirinden ilginç hayat öyküleriyle karşılaşıyorum. Her zaman olmasa da zaman zaman yazıp paylaşıyorum. Çünkü her yaşanmışlık, her öykü bizlere ayrı bir ders veriyor. Görüş açımızı zenginleştiriyor. Yaşama daha farklı pencerelerden bakabilmemize vesile oluyor.

İşte bunlardan bir tanesi daha karşımızda.

Beni çeken yanı hayata bakış rengi oldu.

Hangi renk mi?

PEMBE.

Benim de çok sevdiğim, tercih ettiğim renkler arasında. Hayatın o gri siyah katmanlarındayken; bu tarz renklere sahip olmak insanı hafifletiyor diye düşünenlerdenim.

Yazımın kahramanı iş kadını da böyle düşünmüş olmalı ki; tüm hayatını pembe renkle boyamış adeta.

İsmi:                Mary Kay Ash.
Doğum yeri:   Texas, Amerika.
Lakabı:            Pembeli Kadın.

Tam 83 yıllık yaşamına acısıyla tatlısıyla pek çok başarı, ödül ve güzellik sığdırmış bir iş kadını kendisi. Amerika'nın en büyük kadın girişimcilerinden. Ünlü bir makyaj firmasının kurucusu ve sahibi.

Ancak onu meşhur yapan özelliği İNSANLIĞI. Çalışanlarına verdiği değer ve önem.
Şimdi gelin pembe gözlüklerimizi takıp, bu güzel kadını tanımaya çalışalım.  

Belki de bu güzel rengin tonları arasındayken; dinginliğin kucağında hareketsiz durmayı başarabiliriz kısa bir süre için de olsa. Ne dersiniz?

Çok genç yaşta hayata atılan Mary; evlilik ve geçim gibi pek çok sorumluluğu aynı anda yüklenmiş. Fakir ama onurlu ve dürüst bir ailede yetişmiş.

Hayalleri elbette gönlündeki yerini hep korumuş ama, hayata sıfırdan başlamış. Henüz altı yaşında küçücük bir çocukken, kurabiye satarak iş hayatına atılmış. Genç yaşlardaki ilk evlilik yıllarında ise kapı kapı gezerek kitap satmaktan gocunmamış.

Kitap yazmayı daha o yıllarda kafasına koymuş. Kendi kozmetik firmasını kurup, iş hayatının erkek egemen ortamında mücadele ederken; özgüveni ve cesareti en büyük yardımcısı olmuş.

Başkalarının başarılarını her daim önemsemiş. Karşısındaki kişilere bakarken; ‘’Bana kendimi ÖNEMLİ HİSSETTİR.’’ levhasını boyunlarında taşıdıklarını hiç unutmamış. Personelini sürekli teşvik etmiş. Onları övmek en büyük ilkesi olarak kalmış yaşamı boyunca. Hayatının önceliklerine yani ailesine, inançlarına ve kariyerine odaklı kalmak mutluluğuna mutluluk katmış.

Başarılı iş hayatı boyunca pek çok onursal ödülle ödüllendirilmiş. Ölümünden sonra dahi pek çok ödül almaya devam etmiş. ‘’100 yılın en büyük kadınları ödülü’’ bunlardan sadece bir tanesi. Özellikle kadınlara yaptığı yardımlarla, kurduğu vakıflarla pek çok kalbi kendisi gibi pembeye boyamış. En çok da personelini. Canı gönülden isteyerek, kalbini ve sevgisini de katarak.

Sadece yaşadığı ülkede değil; dünyaya adını duyuran Mary; hayatı, iş felsefesi ve insanlara verdiği değerle bugün dahi pek çok insanın kalbine dokunmaya devam ediyor.

Dünyadan göçüp gittikten sonra bile yaptığı güzelliklerle anılıyor olmak ne büyük zenginlik.

Çok zengin olabiliriz. Çok ünlü, şanlı şöhretli ya da. Ancak İNSAN olmak, İNSANİ değerleri en yüksek basamaklarda iken bile akıldan hiç çıkarmamak ve özveriyle, alçak gönüllükle yardımdan kaçınmamak bambaşka bir zenginlik. Öyle değil mi?

Kalp güzelliğinin bu nadide örneğine gıpta etmemek, sevmemek elde mi? Hayatı boyunca her daim mücadele eden bir kadın olarak şahsen ben hayran kaldım. Paylaştım ki hepimiz örnek alalım. Yeri ve zamanı yakaladığımızda da pembe renkli dokunuşlarla etrafımıza ışıltı saçalım. 
(devamı çarpıcı hayat öyküsü ile 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.09.2014

4 Kasım 2014 Salı

NİYETLER Mİ? KALPTEN OLSUN (3/3)

‘’Hayatta istediğiniz her şey, ona sahip olduğunuzu ilan edebilecek özgüvene ve özdeğere sahip olduğunuz gün sizin olacaktır.’’ demiş Nobel ödüllü, İskoç kimyacı ve doktor Daniel Rutherford.

Özgüven ve özdeğer.

Her ikisine birden sahip olanlardan, bunun için çabalayanlardan olalım. Çocuklarımızı yetiştirirken sevgimize bu tohumları da ekleyelim.

Şimdi düşünelim yeniden. ‘’Nasıl niyet edelim ki bu özel uyumu yakalayalım?’’

Öncelikle içinde sadece BEN olmayacak. Yani sadece kişisel amaçlarımıza hizmet etmeyecek.  Net, açık ve kararlı olacağız. Evrensel niyetle ters düşmemeye dikkat edeceğiz. İçimizde ufacık bir kuşku kalmayacak. Pozitif enerjimizi her ne olursa olsun koruyacağız. Niyet sonrası, evrenin sınırsız aklına güveneceğiz. Teslim olacağız. Ve bekleme sürecinde; gerçekleşeceğine inanmaya devam edeceğiz. 
Böylelikle kalpten istenen niyetlerimizin gerçekleşme olasılığını artırmış oluyoruz.

Deepak Chopra’nın sözleriyle tüm bu yazdıklarımı destekleme zamanı şimdi.

‘’Niyet bilinçte veya ruhta yatan bir tohumdur. Eğer ona gereken özeni gösterirseniz, kendi kendini gerçekleştirmek için gereken donanımları işlemeye başlar. Niyet tesadüfleri yaratır. Bu sebepledir ki düşündüğünüz herhangi bir şey karşınıza çıkar.’’

En çok da unuttuğumuz anlarda gerçek olur niyetlerimiz öyle değil mi? Tek bir cevabı var o da teslimiyet.

Yazmaktan bıkmayacağım, çünkü çok önemli. Hepimiz güçlüyüz hiç olmadığımız kadar. Tıpkı Chopra’nın sözlerindeki gibi.

‘’Evrendeki bütün yaradılışlar niyet tarafından idare edilir. Ve biz insanlar niyetlerimiz sayesinde hayatlarımızda OLUMLU DEĞİŞİKLİKLER yapabilme kudretine sahibiz.’’

Bizler böylesi bir güce sahipken ne yapıyoruz peki?

Kudretimizi, yeteneklerimizi görmezden geliyor; zamanla köreltiyoruz. Neden mi? Egomuzla yaşamak bize daha kolay geliyor da ondan.

İşte şimdi unuttuğumuz bu gücü yeniden kazanma zamanı. Yaşımız kaç olursa olsun en güzel zaman ŞİMDİ. Asıl benliğimize geri dönebilirsek niyet gücümüzün farkına varacağız.

Bu öyle güzel ki. Evet belki zor bir süreç olacak, yılların kalıplarını yıkmak ama olsun. Denemek gerek bence. Zoru başarmanın tadını bir düşünsenize. Her şeye değmez mi?

Endişeyi, kaygıyı, korkuları bir yana atacak; sevgi ve merhamet duygularının tadına varacağız.  Ruhumuz sakinleşecek. Gönül gözümüz açık olduğu için yaşam bize daha renkli gelecek. Bir şeye niyet ettiğimizde önümüze çıkan fırsatları kolaylıkla göreceğiz. Çünkü farkındalığımız alabildiğine açık olacak. Nerede teslimiyet gerektiğini bileceğiz. Akışa kolayca adapte olacağız.

Teslimiyet kolay değil biliyorum. Uzmanlar bunu başarmak için; inançta bir atılım, tabiri yerindeyse bir sıçrama yapmamız gerektiğini belirtiyor. Yani bilinmeyenin kucağına kendimizi bırakabilmemiz. Bunu kendi iç sesimizle de desteklememiz. İşte inancımızdaki bu güzel değişikliği yapabilirsek; ödülümüz MUHTEŞEM olacak.

Önemli olan sınırsız aklımızı kullanmayı alışkanlık haline getirmekte. Dikkatimizi dağıtacak stres, kaygı ya da endişeyi bir yana bırakıp; kalpten inanmaya devam edersek; algılarımız hiç olmadığı kadar genişleyecek. Niyetlerimiz, bizlere farkında olmamız gereken fırsatları yaratacak. Bize düşen, kaçmasına izin vermeden bu özel fırsatları kucaklamak. Zamanında, kalp sesimizle harekete geçmek. 

Son olarak; hangi niyetimizin gerçekleşebilme olasılığı olduğunu nereden bileceğiz?

Cevabı hayattaki ipuçlarında.

Tesadüflerde. Ve tümü öyle güzel olanaklar sunuyor ki bizlere.

Yeter ki fark edelim, hissedelim ve şükürler eşliğinde kucaklayalım hepsini.

‘’Hayat, bir sürprizler serisidir. Öyle olmasaydı ne yaşamaya, ne de korunmaya değerdi. ‘’ diyor Amerika’lı düşünür ve yazar Ralph Waldo Emerson.

Hemen her yazımda dile getiriyorum. Çünkü hayat felsefem bu çatı altında şekilleniyor benim de. O halde gelin beraberce; her yeni sabahı bize sunulan en değerli armağan olarak karşılayalım. Yaşayacak olduğumuz tüm güzel sürprizleri kucaklamaya KALPTEN NİYET edelim. Gerisini evrene, akışa ve kalbimizin tik taklarına bırakalım.  Aynı sevgi haresinde yürek yüreğe ilerleyelim.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

31.07.2014









NİYETLER Mİ? KALPTEN OLSUN (2/3)

Önümüzde devasa engeller olsa bile her kapıyı açabiliriz.

İmkansız denilenleri başarabiliriz. Çünkü hepimizde bu potansiyel var. Sadece farkında değiliz, o kadar. Bunu hiç unutmayalım olmaz mı?

Bizlere ‘’Ben’’ duygusunu hissettiren sınırsız akılla donatıldık hepimiz. Sizde, bende ve hatta minicik bir taş parçasında; evrendeki her şeyde var.

Üstelik inanması zor gibi görünse de hepimizdeki, her şeydeki sınırsız akıl AYNI.

Evrende var olan tek ‘’ben’’ den ayrılıp; şekil değiştirmiş. Varlık ve nesnelere dönüşmüş.

Başlarda evrenin bir parçasıyken; zaman içinde bireysel ‘’ben’’ duygusuna o denli alışıyoruz ki; evrenle BİR ve BÜTÜN olduğumuzu unutuyor; tamamen ayrı olduğumuzu düşünüyoruz.  

Bu algılama ne zaman başlıyor biliyor musunuz?

Uzmanlar henüz iki üç yaşlarındayken; ‘’Ben evrenden ayrı bir varlığım.’’ demeye başladığımızı belirtiyor. Geçen zaman içinde yaş aldıkça da artıyor haliyle. Sonunda neredeyse sadece BEN diyen bir insan olup çıkıyoruz. İçinde yaşadığımız evreni, onun bir parçası olduğumuzu unutuyoruz.

Hal böyle olunca; bizim algı durumumuza göre iki akılla karşı karşıya kalıyoruz.

*Bireysel ben yani sınırlandırılmış akıl.

*Evrensel ben yani sınırsız akıl.

Ancak evrenle bir bütün olduğumuzu yeniden hatırlayıp; evrensel aklımızı kullanmaya alıştığımızda imkansız yok artık bizim için.

Özetle; önümüzde iki seçenek var.

Bir tanesinde kısıtlı zaman söz konusu. Sınırlarımız belli. Oldukça sıradan. Üstelik korkular var içinde. Hayal kırıklığı ve belki acılar. Haliyle bunlarla her karşılaşmamız bizi yoruyor. Etraftan onaylanmayı bekliyoruz dört gözle. Böylece kendimizi iyi hissedeceğimizi sanıyoruz. Mantığımız sürekli devrede.

Diğerinde ise alabildiğine özgürlük var. Sınırlar yok çünkü. Zaman kısıtlaması da. 
Mantığımız değil, ruhumuz devrede.  Yaratıcı. Buram buram sevgi hakim. Enerjiye ihtiyaç duymuyor. Her daim hareket halinde. Üstelik eleştiriye ya da övgüye ihtiyaç duymuyor. Sıra dışı, ama aynı zamanda birleştirici. Bütün. Mucizelere inanmamızı sağlıyor.

Tam bu noktada Deepak Chopra’nın örneğine yer verme zamanı. İnanın bana daha iyi anlayacağız demek istediklerimi.

Diyelim ki; spor yaparak kilo vermeyi ve bu sayede kendimizi iyi hissetmeyi istiyoruz. Sınırlı aklımız devrede.  Bu eylem için koşu bandında ya da sahilde koşmaya başlıyoruz.

İşte bu sırada bedenimizin tüm organ ve hücreleri mola vermeksizin çalışıyor. Pek çok şeyi bir arada yapıyor, müthiş bir organizasyon içinde. Kanımız, dokular, enerji seviyemiz, aklımıza gelebilecek en ufacık detay bile mükemmel bir uyumda. Sadece biz keyifle koşalım diye; trilyonlarca şey aynı anda ve sınırsız bir iletişimle organize olmuş. Uyum oldukça aldığımız keyif de artıyor haliyle.

Peki ne yaptık biz? Önce sınırlı aklımızla niyet ettik. Ardından bedenimiz sınırsız akıl ile her şeyi aksaksız yerine getirdi. İşte beynimiz ve aklımız böyle çalışıyor, bizim niyetlerimiz doğrultusunda.

Dualarımız da böyle yerini buluyor aslında. Zamanında, zarafetle, minnettarlık, güven ve sevgi duygusuyla yapıldığında; içine biraz da teslimiyet girdiğinde gerçeğe dönüşüyor.

Dayatma ve zorlama olmadan. ‘’Ne olursa olsun, başkalarından bana ne, mutlaka olsun.’’ dememeye özen göstererek. Çünkü o oluşumun bize sağlayacağı fayda bir başkasına zararlı olabilir. Yani sadece BEN, sadece BANA demek yok; hiçbir zaman.
Tüm bunlara özen gösterdiğimiz halde; sınırlı aklımız her zaman bizimle işbirliği yapmayabiliyor ama. Ve işte o zamanlar biz de tökezlemeye başlıyoruz.

Neden mi?

İşte burası çok güzel. Çünkü niyetimiz hem evrensel hem de bireysel ben’e FAYDALI olacaksa UYUM söz konusu. Dayatma ve zorlama olmadan. ‘’Ne olursa olsun, mutlaka olsun.’’ dememeye özen göstererek. O oluşumun bize sağlayacağı faydanın, bir başkasına zararlı olabileceğini göz ardı etmeden.

Üstelik bireysel benin; ara sıra evrensel benin verdiği mesajları da alması gerekiyor. Alamazsa ya da kulak ardı ederse vay halimize. Çünkü kötü geri dönüşümler kapımızda.

Bunun sırrı ise FARKINDALIKta. Detayları görmek için, bakış açımızı ve algımızı olabildiğince açmamız lazım. Evrensel dünyayı yok saydığımız anda; niyetimiz de olmuyor zaten. Ne kadar istersek isteyelim.

Evrende yalnız olmadığımızı unutmamak gerek bunun için. Farkında değiliz ama; hepimiz davranış, niyet ve düşüncemizle bir şekilde birbirimizi tetikliyoruz.

Peki nasıl oluyor da tüm bu niyetler birbirine karışmıyor?

Sınırsız aklımız DAKİKA BİR kendisini yeniliyor da ondan.

Bu güzel organizasyona hayran olmamak elde mi? Her şey öyle güzel düşünülmüş ki. Böylece evrene olan uyum her dem taze tutuluyor. Bize sadece kalpten ve zarafetle niyet etmek kalıyor. (devamını 3/3’te, sakın kaçırmayın)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

31.07.2014

NİYETLER Mİ? KALPTEN OLSUN (1/3)

Tam bir başlangıç noktasındayız şimdi.

Niyetlerimizde.

Aklımıza gelebilecek her şey bir niyetle başlıyor çünkü.

Düşünseniz hayatımız niyetlerimize emanet.  Ve bu ne kadar önemli.

Niyet; bir şeyi yapmayı önceden isteyip,  zihinde tasarlama, düşünme demek. Maksat, amaç bir diğer tanımı da.

Kelime olarak Arapça’ dan gelmiş. Orada da aynı anlamda kullanılıyor.

Deepak Chopra’nın tanımıyla ise ‘’Niyet; aslında ruhun kendisini maddesel gerçekliğe dönüştürmek için başvurduğu bir mekanizma.’’

İlk başlarda sınırı yok.

Alabildiğine özgür kalbimizde.

Yapmayı istediğimiz herhangi bir şeyi önce zihnimizde tasarlıyoruz. Üzerinde düşünüyoruz, belki değişiklik yapıyoruz. Ardından en önemli kısma geliyor ve niyet ediyoruz. Tüm kalbimizle…

Yavaş yavaş sınırları belirleniyor ve gerçeğe dönüşüyor.

Peki ne zaman?

Elbette en uygun zamanda. Bu belki günler alıyor, belki yıllar, bazen de bir ömür.

Niyetlerimiz her daim kalbimizde şekilleniyor. Bu nedenle ‘KALBİN KALBİ’ de deniyor. Yapacaklarımıza ruh kattığı, temelini oluşturduğu için. Ben bu tabiri çok sevdim. Kalbimin kalbine de sıkı sıkıya tutundum.

‘’Hayat Tanrı'nın armağanıdır. Fakat iyi yaşam, senin düşüncenin armağanıdır.’’ diyor ünlü Romalı düşünür, devlet adamı ve aynı zamanda bir oyun yazarı olan Lucius Annaeus Seneca.

MUHTEŞEM değil mi sizce de? Hayat felsefemizi ne güzel özetlemiş.

O zaman güzel düşünceler ve güzel niyetler için; hadi gelin beynin kıvrımlarını aralayalım beraberce.

Beynimiz niyetlerimizi nasıl algılıyor biliyor musunuz?

Cevabı için sıkı durun, çünkü içerde inanılmaz şeyler oluyor. Basitleştirerek paylaşmaya çalışacağım sıkılmayasınız diye.

Niyetlerimiz beynimizdeki sınırsız senkronize korelasyonu harekete geçiriyor.  Yani değişken tüm verileri aynı anda devreye sokuyor. Biliyoruz ki beynimizde birbirinden bağımsız bölgelerde sayısız nöron var. Somut bir şeyle karşılaştığımızda; işte bu nöronlar 40 Hz ile titreşiyor ve bütünlük sağlamak adına aynı anda devreye giriyor.

Bunu yapmazsa hiç birimiz net bir şey göremiyoruz.  Sadece noktalar, çizgiler, net olmayan görüntüler var aslında. Niyet sayesinde tüm bunlar bir bütüne dönüşüyor. Beş duyumuzla bir nesne yaratmış oluyoruz.

Bir anlamda niyetimizle evrendeki değişken ve bağımsız görüntüleri düzene sokuyoruz. Algılamayı sinir sistemimizle yapıyoruz; ama niyetlerimizin sorumluluğu çok daha fazla. Yaratmanın temelini oluşturuyor çünkü.

En yakın arkadaşı mı? Kader. Çünkü kaderimiz en derin arzu ve niyetlerimizle şekilleniyor.

Şimdi düşünme zamanı. Şu anda en çok neye niyet etmeye ihtiyacımız olduğuna dair.
Kimimiz aşk diyecek, kimimiz evlilik, belki para, yıllardır özlemini duyduğu bir evlat ya da güzel bir iş. İşte niyetimiz her ne ise; kalbimiz ve bir parçası olduğumuz evren; bu ihtiyacımızı gidermek için devrede. Sonuçta bizi mutlu etmek istiyor. Yani son durakta ruhsal tatminimiz söz konusu.

Ancak dikkat. Sürekli tekrar edilen niyetlerin, alışkanlığa dönüştüğünü unutmamak gerek. Çünkü önemli olan bu alışkanlığın dışına  çıkmak. İmkansızı düşünüp, hayal edebilmek. İşte o zaman önümüzdeki her kapı açılıyor.

Peki bu o kadar kolay mı?

Evet aslında kolay.

Yeter ki endişe ve kaygılardan uzak kalmayı başaralım. Ruhsal dinginliğimizi korumaya özen gösterelim. Aklımızı sınırsız kullanmayı ve özgür tutmayı hiç unutmayalım.  (devamı 2/3’te)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

31.07.2014
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...