24 Şubat 2014 Pazartesi

NEŞENİN MIKNATIS ETKİSİ (2/2)

Peki neşeli insanların sayıları neden bu kadar az? Neden hepimiz pür neşe olamıyoruz? İşte yazımın amacı bunu yeniden fark etmemiz adına.

Neşe, dışa vurulan sevinç hali olarak açıklanıyor sözlüklerde. Ama o kadar basit değil, çünkü içinde kocaman pozitif bir enerji barındırıyor. İşte mıknatıs etkisi de buradan geliyor. Mutlaka sizin de dikkatinizi çekmiştir, neşeli insanlar kolay kolay öfkelenmezler. Daha sakin, daha hoşgörülüdürler. Olaylara daha iyimser bakarlar. Kendileriyle temas halinde olan insanlara  umut ve sevinç aşılarlar. Sanki görünmez bir kalkanın ardındadırlar. Hayatın olumsuz hiçbir yanından etkilenmiyorlarmış gibi yaşarlar. Bizlerin kızdığı durumlara gülüp geçerler. Hatta bu nedenle bazen yanlış bile anlaşılırlar. Ama ne gam. Biz dert ederiz de onlar etmezler. Ne güzeldir böylesi ruh haline sahip olmak, bunu korumak. Üstelik içteki o sıcacık enerji dalgasıyla etrafındakileri pozitif anlamda etkilemek, neşelendirmek. Böyle insanlar hepimizin özlediği, arkadaş olarak yanında bulunmak istediğimiz kişiler değil mi? O halde gelin işe önce kendimizden başlayalım. Neşeli olmayı, bu güzel duygunun ruhumuza katacaklarını önemseyelim. 

Neşenin beynimizde daha kalıcı olması adına; Amerikalı ünlü yazar Orison Sweet Marden’in neşeyle ilgili sözlerine devam etmek istiyorum izninizle.

‘’Neşeli bir ruh ne büyük bir zenginlik hazinesidir. İyimser olabilmek kıymetli bir mirastır. Zira sükunet ve barış daima onunla beraberdir. Onun ışığı etrafındaki gölgeleri kovar: Kederli kalpleri aydınlatır. Onun kudreti ümitsizlere bile sevinç ve cesaret getirir. Hele iyimserlik özelliği sevimlilik, nezaket ve yüz güzelliği ile bir arada bulunursa, yeryüzünün hiç bir hazinesi bununla kıyaslanamaz. Bu paha biçilmez nimeti elde etmek sanıldığı kadar zor değildir; zira neşeli bir yüz, sıcak ve cömert bir kalbin yansımasıdır. İçteki güneş, ilk önce yüzde değil ruhta doğar; oradan yüze yansır. Yüze parlaklık veren tatlı gülümseme, içimizdeki güneş ışığından başka bir şey değildir.’’

Her satırı o kadar doğru ki. Yaz, kış ya da bahar… İçimizde güneş olduktan sonra her mevsim içimizi ısıtmaz mı? Karanlık anlarımızı ışıltılarla kaplamaz mı? İçimizdeki o güneşe, minicik ve sessiz çocuğa çok iyi bakalım. Bakalım ki, sevgiyle tebessüm etmemiz kolaylaşsın. Neşemizi her daim canlı tutmanın en güzel yolu bu.

Dünyanın tanıdığı ünlü kişisel gelişim uzmanı Amerikalı Anthony Robbins’in ‘’İçinizdeki Devi Uyandırın’’ isimli eserini okuyanlar bilirler. Burada bizlerin hayat karşısında daha sağlam, daha kararlı ve güçlü durmamıza vesile olan 10 duygudan söz edilir. Bunlar Sevgi ve Sıcaklık; Takdir ve Minnet; Merak; Heyecan ve İhtiras; Kararlılık; Esneklik; Güven; Neşe; Canlılık ve Katkı’ dır. Her bir duygu başlı başına çok önemli elbette; ama neşe duygusunun bir farkı var. O da mıknatıs etkisi yaratması.

Hayata tutkuyla bağlı olan, yaşamayı seven insanların en temel özelliği nedir biliyor musunuz? Güzellikleri, detayları fark etmek, çevrelerine, olan bitene farkındalıkla bakmayı bilmek ve sıklıkla şükretmek. Aslında bizler de böyle olmanın adımlarını öğrenmiyor muyuz her yeni günde? O halde doğru yoldayız. Ne kadar çok şükredecek detay bulursak o kadar iyi, neşe duygumuzun varlığını koruması için. Ama sadece bu kadar değil neşeli olmanın yolu.

Yeri geldiğinde zorlandığımızda, neşemizi kaçıracak olay ya da kişilerle karşılaştığımızda içimizdeki umuda sarılmamız gerekiyor. Güzel şartlarda neşeli olmak elbette daha kolay. Asıl olan zor şartlarda bunu fark edip koruyabilmek. Bunun sırrı ise umutlarımızı her dem taze tutmakta saklı. Ara sıra çılgın, ara sıra çocuk olmak; kendimizi önemsemek ve sadece kendimiz için bir şeyler yapabilmek; neşenin yollarını açan anahtarlar. Ve tüm bunlar içimizdeki öz güvenle kesişiyor. Yani kendimize inanmamız, her türlü zorluk karşısında dimdik ayakta kalacağımıza güvenmemiz çok önemli.

Kısaca toparlayacak olursak; uzmanların belirttiği üç temel nokta var neşemizi besleyen.

ŞÜKÜR, UMUT, ÖZ GÜVEN. Ben izninizle SEVGİyi de eklemek istiyorum.

Bunlar varsa neşenin yolları hepimize açık. Daha çok neşe, daha çok mıknatıs etkisi ve daha huzurlu, neşeli bir toplum demek. Her şey BİZde başlıyor ve BİZde şekilleniyor. İşte bu nedenle her birimiz son derece kıymetliyiz; yaptıklarımız, yapacaklarımız ve paylaşacaklarımızla.

‘’Küçük keyiflere bayılırım ben. Karmaşık ruhların son sığınağıdır onlar. ‘’ der Oscar Wilde.

İşte bizim de yapmamız gereken de sadece bu kadar. Kendimiz için minicik molalar ve imkanlar yaratmak. Bir anlamda içimizdeki neşeyi hatırlamak ve hep canlı tutmak. İnanın hepimiz bunu fazlasıyla hak ediyoruz. Ruhumuzdaki o tatlı neşenin kıpırtılarıyla hem ANların farkına varmamız kolaylaşacak; hem de mıknatıs etkimiz etrafımızda pek çok neşeli gülüşün belirmesine sebep olacak. Daha ne olsun?

Uzmanlar neşenin bizim en doğal halimiz olduğunu söylüyor. Farkındalıkla aldığımız her nefeste ‘Ben buradayım.’ diye adeta bağırıyor. Bu çok güzel değil mi sizce de? 

Fark edelim yeter ki. Böylece hayatın akışına daha kolay uyum sağlıyoruz. Sevgiyi ve aşkı daha çok hissediyor, kalbimizi daha çok açıyoruz. Güvenimiz tam olduğu için zorluklar bile bize umutsuzluk vermiyor.
Tam tersine bizi öfkeden, ani kızgınlıklardan uzak tutuyor. Karşımızdaki insanlara daha anlayışla yaklaşmamıza vesile oluyor. Ama ne zaman ki kendi kendimize neşeli olup olmadığımızı sorgulamaya başlıyoruz; işte o zaman zihin devreye girdiği ve doğal akışı bozduğu için neşe hissimiz içine kapanıyor. Başka bir yere gidip kaybolmuyor ama sessizleşiyor. Sabırla bizim onu fark etmemizi bekliyor. Akışta olmak, zorlamamak işte bu yüzden çok önemli.

Duygularımızın kaynağı biz olduğumuza göre her şey bizim elimizde. Tüm duygularımızın önce farkında olmak, sonra da olumsuzları eleyip neşe gibi olumlu duygulara yer vermek sadece bir iki dakikamızı alacak, o kadar. Yeter ki kendimize güvenelim, önce kendimizi sevelim ve her yeni sabaha, güne, elimizdekilere şükredelim. Her bir adımda kendimizi daha iyi hissettikçe, bir adım daha atalım. Şimdinin güzelliğinde yarını inşa ederken; hiçbir şeyin aslında sanıldığı kadar zor olmadığını görelim. Kendimizi iyi hissedip, neşenin mıknatıs etkisine kavuştukça, kendi gücümüzü artırdığımız gibi başka insanlara da ışık olalım. Hayat paylaşınca daha güzel değil mi zaten?

Son söz; Amerikalı ünlü yazar ve konuşmacı Les Brown’ dan.

‘’Ay'ı hedeflersen, ıskaladığında bile yıldızların arasında olursun.’’

Muhteşem bir hayat felsefesi. Hedefimiz ay olsun ki, ıskaladığımızda bile bize mucize dolu ışıltılarla göz kırpan pek çok yıldız sarsın dört bir yanımızı.

Sevgiyle neşeyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

02.01.2014




NEŞENİN MIKNATIS ETKİSİ (1/2)

Kendimize bir iyilik mi yapmak istiyoruz? Üstelik bu iyilik dokunuşu etrafımıza da bulaşsın, katlanarak artsın mı istiyoruz? O zaman gelin NEŞELİ olmaya çalışalım.

Bu cümleyi okuduğunuzda içinizden ‘’hiç de kolay değil, benim yaşadıklarımı bilsen sen de neşeli olamazsın ki‘’ dediğinizi duyar gibiyim. Elbette haklısınız. Elbette yaşam zor. Sıkıntılar bitmiyor. Henüz bir tanesiyle baş edemeden, peşinden yeni sıkıntılar ortaya çıkıyor.

Ama hayat hep böyle dalgalı olacak. Bazen zorlu, bazen fırtınalı, bazen süt liman deniz misali. Bize düşen gayret etmek olmalı. Elimizden geldiğince, var olan koşullarımızla neşe kıvılcımlarını çaktırmalı. Şartlar ne kadar zor olursa olsun, o kıvılcımların sönmesine izin vermemeli. Çünkü o fırtınalardan, o karabasanlardan daha kolay kurtulmanın yolu buradan geçiyor.

Nasıl mı? Cevabı ünlü Amerikalı yazar Orison Swett Marden’in sözlerinde saklı.

‘’Neşeli olabilmek hayatınızda kendinize ve başkalarına yapabileceğiniz iyiliklerin en büyüğüdür. Çünkü neşeli bir mizaçta çekim gücü vardır. O hayatın iyi şeylerini çeken bir mıknatıstır. ‘’

İşte hayatın iyi ve güzel şeylerini çekebilmenin yolu. Bu yolda olabildiğince vakit geçirmek ve neşenin mıknatıs etkisinden faydalanmak gerek. Çünkü hepimizin neşeye ihtiyacı var. Hem de hiç olmadığımız kadar. Gülümsemeye, doya doya tebessüm etmeye de. Ancak o zaman içinde bulunduğumuz bu zorlu süreçleri atlatabilir, umutlarımıza ekleyeceğimiz sevgi damlalarını çoğaltabiliriz. Elele beraberce.

İçimizde hep var olan, bizden sadece tek bir sinyal bekleyen ve o sinyal gelmediği sürece hep içimizde tutsak kalan duygumuz hangisiymiş biliyor musunuz?

NEŞE.

Üstelik yine bizler tarafından bir anda acıya çevrilebiliyormuş.

Nasıl mı? Beklentilerimiz olmadığında.

Gerçekten de duygularımız iç içe geçmiş labirentler gibi adeta. Ve bizler çoğunlukla duygu ve düşüncelerimizin kontrolünü kaybettiğimiz noktalarda; bu labirentler arasında gözü kapalı dolaşıyoruz. Çıkış yolunu bir türlü bulamıyoruz. İçimizdeki o güzelim cevherleri heba edip, ömür tüketiyoruz.

Neşe içimizde her an var olan en doğal duygumuz. Bizden beklediği ise sadece özgür bırakılmak. Şartlara ve durumlara göre yasaklar ardına itilmemek. Konunun uzmanları her nefes alışımızda aslında neşe titreşimleri yaydığımızı belirtiyor. Ancak bizler bunun farkında değiliz. Çünkü başka şeylere odaklanıyor, gereksiz pek çok ayrıntıda boğulup gidiyoruz.

Gelin, her yeni günde, önce sonsuzluktan çalınan bir AN yaratalım kendimize. 
Gülümseyelim, kendi ruhumuzla beraber etrafımıza. Bir tebessüm bin olurken, ANların artık sonsuzluktan çalınmasına bile gerek kalmadığını anlayalım. Hep göz önünde olduklarını, aslında bizlere el salladıklarını bilelim. Hayatın bize sunduklarını en doğru şekliyle fark edebilmenin ve mutlu olmanın tadına varalım. Gün geceye karışırken, huzur yanı başımızda, rengarenk rüyalar ise ceplerimizde olacak inanın bana.

Kendimizi seviyorsak, değer veriyorsak çevremize daha güzel enerjiler yayacağımızın bilincindeysek eğer; her yeni gün bizim için bir başka güzel yolculuk aslında. Öyle değil mi? Yaşanacak pek çok AN, görülecek pek çok detay ve paylaşılacak sıcacık sevgilerle dopdolu. Aradaki o gri siyah renkler varsın olsun. Biz diğer renklere sarıldıktan sonra ne önemi var ki?

Sevgi dolu bir ruh, aydınlık bir bakış ve bitmeyen hayallerle insan nelere imza atmaz ki? Yaşamın o dur durak bilmeyen koşturması içinde çabalarken hepimizin gayesi bu değil mi?  Bunun için hepimiz okuyor, öğreniyor, araştırıyor, tabiri yerindeyse didinip duruyoruz. Ama önceliği kendimize vermemiz gerektiğini bir an olsun unutmadan. Çünkü her şey kendimizle şekilleniyor.

Bakın İranlı İslam âlimi ve filozofu İmamı Gazali ne der?

‘’KENDİNE değer ver ve GÖNLÜNÜ olgunlaştır. Çünkü SEN bedeninle değil, Ruhunla İNSANSIN. "

İçindeki sevgiyle ruhunu hep tertemiz tutan, vicdanından yana hiç sorunu olmayan bir insan olmak ne kadar güzeldir. Kalbindekileri sadece kendisi için değil, başkaları için de isteyebilmek; sevinçleriyle mutlu olup, üzüntülerini katmerleştirmek yerine, geçirmek için çaba harcamak nasıl güzel bir erdemdir. Kısacası önce insan olmak, önce adam gibi adam olmak; hepimizin ilk gayesi değil mi? Ve çocuklarımıza vereceğimiz ilk eğitim.

Hayallerimiz olsun bir dolu. Hem de devasa hayaller. Yürekten inanarak istediğimiz her hayalimiz gün gelir gerçek olur. Olmayanlar için üzülmek yerine, başka hayalleri devreye sokmak çok mu zor? Olanlar için mutlu olduğumuzda şükrediyoruz ya dolu dolu; ben diyorum ki aynını olmayan hayallerimiz için de yapsak. Olana da olmayana da şükretmek içinizi ferahlatacak çünkü. Zenginleştirecek. Gönül zenginliğine ulaşabilmek bu kadar kolay aslında. Neşeli olmak, mıknatıs etkisi yaratmak da. (devamı 2/2 ‘de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

02.01.2014

16 Şubat 2014 Pazar

KELİMELERİN GÜCÜ ADINA

"İnsan her nefeste yeni birisi olur ve her nefes, içini doldurduğumuz kelimelerle bilmediğimiz bir aleme yolculuk eder; sonra da oradan hediyelerle geri döner." diyor Mevlana.

Ne kadar özel bir cümle aslında değil mi? Ağzımızdan çıkan sözcüklerin gizemli yolculuğunu ve oradan tekrar bize geri dönüşünü özetliyor. Kelimelerin gücü nasıl da naif bir edayla anlatılmış.

Duygularımız, düşüncelerimiz ve ağzımızdan çıkan kelimelerimiz… Titreşimler yayarak bilmediğimiz bir aleme yola çıkıyor gerçekten de. Sinyallerimizin gücü nispetinde kimi duyuluyor birileri tarafından, kimi yanlış anlaşılıyor belki, kimi mutlu ediyor, kimi kızdırıyor, kimi ise duyulmuyor. Ama hepsi evrenin o büyük boşluğu içinde bir yerleri titreştiriyor. Ve oradan bize aynı frekans ve güçle geriye geliyor.

Eğer doğru yerlerde doğru kelimeleri kullandıysak, bize geri döndüğünde yanına kattığı hediyeler gönül zenginliğimizi artırıyor. Aksine gönül kırıcı, onur zedeleyici, aşağılayıcı, iğneleyici, azarlayıcı sert kelimeler kullandıysak bir gün bir yerlerde; işimiz oldukça zor. Çünkü her şey yolunda giderken birden bire kendimizi; sinir bozucu, karmaşık, negatif olaylar silsilesi içinde bulabiliriz. Ve öylesi zor anlarda şaşkınlığa uğrar, ‘Neden ben?’ diye sormaya başlarız kendi içimizde. Ama bilmeyiz ki tüm bunları belki dün, belki geçen ay, belki bir önceki yıl, belki de yıllar önce biz kendimiz hazırladık farkında olmadan.

Yaşam hakkında okuyup araştırdıkça kelimelerin ruhumuz ve hayatımız üzerindeki inanılmaz gücünü de öğreniyoruz. Her zaman söylediğim gibi elbette bilmek başka, uygulayıp yaşam biçimi haline getirmek başka. İstiyorum ki bu yazımla kelimelerin o albenili gücünü yeniden hatırlayalım.

Bazı uzmanlar ‘’Söz büyüdür.’’ diyor. Yazı için de ‘’Evrenle yapılan sözleşme.’’ Her iki cümle de aslında, kullandığımız kelimelerin niyetinin ne denli önemli olduğunu vurguluyor.

Kendimizi, duygu ve düşüncelerimizi; ya sözel olarak ya da yazı ile anlatıyoruz. Bunu yaparken kelime hazinemiz ne kadar zenginse o denli doğru ifadeler kullanıyoruz. 
Tıkanmıyoruz. Akışa uyum sağlamakta zorluk çekmiyoruz. Daha az yanlış anlaşılıyoruz. Daha çok kalbe dokunabiliyoruz. İşte bu nedenle bilgi dağarcığımızdaki kelime zenginliğimiz çok önemli. Bunu pekiştirmenin yolu ise basit. Elindekilerle yetinmemek. Merak etmek. Okuyup araştırmak. Geniş bir bakış açısı ile alıcıları hep açık tutmak. Bakış açımızdaki zorluklarda aşkın ve sevginin o büyülü filtresinden yararlanmak.

Tam bu noktada ‘’İçinizdeki Devi Uyandırın’’ kitabından minicik bir alıntı yapalım. Amerikalı ünlü yazar Anthony Robbins kitabın bir bölümünde şöyle der;

‘’Kelime hazinesi yoksul olan insanların duygusal yaşamı da yoksuldur. Kelime dağarcığı zengin olanların o tecrübeyi boyayabilecekleri çeşit çeşit renkleri vardır.’’

Elimizde gökkuşağı misali renklerimiz olduğunu düşünsenize! Anlatamayacağımız duygu, düşünce; olay;  tasvir edemeyeceğimiz yer ya da kişi olmazdı herhalde. Tıpkı ünlü yazarlar, ünlü konuşmacılar gibi. Kelimelerimiz henüz uçuşurken dikkat çekmeye, insanları etkilemeye başlardı. Bundan güzel zenginlik olabilir mi?

Doğru yerde doğru kelimeyi kullanmak yarınımızı inşa ederken de önem taşıyor. Farkında olmadan kullandığımız pek çok olumsuz sözcük yerine, daha uygun ve olumluları kullanabiliyor olmak; bize artı enerji olarak geri dönüyor çünkü. İşte bu nedenle kelimelerin sihirli gücünü önemsiyorum ben de.

Zorlukları aşabilmek adına yaşantımızı daha olumlu hale getirmeye çabalıyoruz ya her seferinde. Bazen düşe kalka. Bazen yerimizde sayarak. Ama her defasında beynimize olumlu olmamız gerektiğini öğütleyerek. İşte bu adımda da kelimelerimizin zenginliği önem taşıyor. Nasıl mı? Hadi gelin kelimelerin gücü adına daha olumlu olmanın yollarına bakalım.

Tüm bunlar için yine FARKINDALIĞIMIZ karşımızda. Farkında olmadan kullandığımız olumsuz kelimeler yerine, uygun kelimeleri kullanmayı alışkanlık haline getirmemiz önemli. Bunun için düşünceler ve duygular tekrar mercek altına alınmalı. Çünkü farkında olmadan ağzımızdan çıkan ya da dileklerimize eklediğimiz olumsuz sözcüklerle hedefi yakalamamız mümkün değil. Ancak evrene yaydığımız doğru ve olumlu titreşimler güzel enerjiler şeklinde bizlere geri dönecek.

Eğer zengin bir kelime hazinemiz varsa, bazen öyle bir kelime söyleriz ki karşımızdaki kişiyi tam kalbinden vururuz. Bize bakışı, düşünceleri anında değişir. Doğru yerde doğru kelimelerle konuşmak. Kendimizi doğru ifade edebilmek. Kalitemize ekleyeceğimiz en özel basamaklardan biri değil mi sizce de?

Hani bazen düşünürüz ve karamsarlık bulutları içimizi kaplar ya. Dileklerimiz bir türlü olmaz. ‘Neden?’ deriz. ‘Ne zaman olacak, artık sabrım kalmadı.’ diye de hayıflanırız. Belki de doğru olumlamalar yapmadığımız, doğru sözcükler kullanmadığımız içindir o tıkanıp kalmalarımız. Neden olmasın? Samimiyetle itiraf etmemiz gerekirse; hemen hepimizin farkında olmadan kullandığı her şeyi yıkıp geçen kim bilir ne çok kelimesi var.

Burada alışkanlıklar da önemli. Ailemizden, çevremizden duyup öğrendiğimiz kalıplar da. İşe bunları fark edip değiştirmekle başlamak en iyisi. Bu sayede hem yeni kelimelerle elimizdeki renk skalası zenginleşecek, hem de hayata bakışımız. Yoksa şu ana kadar idare ettiğimizi sandığımız kısıtlı kelime dağarcığımızla hayatın o zorlu çarkları arasından çıkmamız, kendimize çeki düzen verip hayatımıza isteğimiz ve hayallerimiz doğrultusunda yön vermemiz mümkün değil.

Uzmanlar alıştığımız kelimeler yerine; özenle seçeceğimiz yeni ve olumlu kelimelerin sihirli gücünü daha o anda hissedeceğimizi vurguluyor. Böylece o olaya, o insana, o yaşam şekline bakarken düşündüklerimiz de değişecek çünkü. Daha olumlu, daha yapıcı, daha hoşgörülü, akışa daha uygun.  Bunu hangimiz istemiyoruz ki? Ancak bunun yolu çalışmaktan geçiyor. Denemekten, farkındalığımızın kaybolduğu anlarda sil baştan yapmaktan belki de. Böylece daha güçlü, hayata karşı daha dirayetli olmamızın basamaklarını da inşa ediyoruz aslında.

Kelimelerin gücü adına! Güç bizde artık!

Yazımın sonunda bilindik, ama hatırlamamız gerekli güzel bir anekdota yer vermek istedim.

‘’Günlerden bir bahar günü, ünlü Brooklyn köprüsü üzerinde gözleri görmeyen bir adam dilencilik yapıyormuş. Oturduğu yere dizlerinin tam dibine de herkesin görmesini arzu ettiği minicik bir tabela koymuş. Üzerinde ‘doğuştan kör’ yazılıymış. Yolu o köprüden geçenler haliyle dilencinin önünden geçip gidiyor, ama yere para bırakanlara pek rastlanmıyormuş. Bu durumu gören ve birkaç dakika izleyen bir reklamcı, hemen dilencinin önünde duran tabelayı alıp arkasına bir şeyler yazmış. Sonra da aldığı yere bırakmış. İşte o andan itibaren ne olduysa olmuş. Gelip geçen ve tabelayı okuyan herkes dilencinin şapkasına para atmaya başlamış. Ne olmuş da insanlar o denli etkilenmişler dersiniz? Aslında onları etkileyen sadece kelimelerin sihirli gücüymüş. İfade ise şöyle; ‘Güzel bir bahar günü… Ama ben baharı görmüyorum.’

Amaç bir FARK YARATMAK ise bundan güzel bir örnek olmazdı herhalde. Doğru yerde doğru ve zengin kelime hazinemizle pek çok sevgi dolu kalbe ulaşmak, hoşgörünün engin deryasında beraberce çoğalabilmek dileğimle.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

13.01.2014

Kaynak: Mutlu Yaşamlar Ve Olumlamalar


8 Şubat 2014 Cumartesi

HAYAL GÜCÜNÜN RENÇBERLERİ

Evrensel ve çok güzel bir dil sanat. Yaratıcılığın ve hayal gücünün ifadesi olarak belirtiliyor pek çok kaynakta. Bu dili sevgileriyle aşklarıyla yoğuran; emeklerini alın terlerine katıp; eserleriyle yaşama damgasını vuranlarsa sanatçılar. Her kültürde, her mozaikte ses getiriyor yaptıkları. Farklı renkleri, tınıları ve dokunuşları ile bizleri adeta büyülüyor. Yeri gelip başımızı döndürüyor. Yeri gelip düşündürüyor. Yeri gelip gözyaşlarımızı çağırıyor usul usul ya da gülümsetiyor.

"Yaratmanın başlangıcıdır hayal gücü. Dilediğinizi hayal edersiniz; hayal ettiğinizi amaçlarsınız; amaçladığınızı yaratırsınız nihayet."  der ünlü İrlandalı yazar George Bernard Shaw.

İşte hayal gücünün en güçlü rençberleri onlar. Hangi dalda olursa olsun müthiş bir yaratıcılık ve hayal gücü var eserlerinde. Rençberlerin toprağı milim milim kazıp havalandırmasına, bereketlendirmesine benzetirim ben onların yaşam içinde eserleriyle var oluşlarını. Öylesine değerlidir varlıkları hepimiz, ülkemiz ve hatta dünyamız için.

Sanat devasa bir kaynak. Alabildiğine geniş bir yelpaze. Hangi birini sayalım ki? Edebiyat ve müzik bir yana; görsel anlamda ruhumuzu okşayan heykel, mimari, resim, tiyatro, bale, opera, fotoğraf ve sinema öte yana. Sanatın hangi dalında olursa olsun sanatçı olmak ise bambaşka bir değer. İçlerindeki o güçlü enerjiyi bizlere aktaran, aktarırken kalbimizi esir alan, sevgimizi çoğaltan, anlarımızı güzelleştiren gönlü güzel insanlar.

Yaşantısı ve eserleriyle dünyaya adeta damgasını vuran ünlü sanat adamı Leonardo da Vinci bakın ne demiş?

‘’Güzel olan her şey insanın hafızasından kaybolabilir, fakat sanatta asla. ‘’

Sanatçılar hayatı bizim gördüğümüzden daha farklı görüyor. Detaylardaki güzelliklere kendi duygu, düşünce ve hayallerini de katıp ortaya öyle bir eserle çıkıyorlar ki… Hayran olmamak, saygı duymamak elde değil. Eserleriyle zamanı ve anı adeta donduruyorlar. Hayatın albenili dokunuşlarını hissedip, onları ölümsüzleştirken; aynı zamanda bizlere yaşama sevinci aşılıyorlar. Elbette her sanatçının olaylara bakış açısı, yorumlayış biçimi ve anlayışı farklı. Ama bu çok çeşitlilik, etrafımızdaki renklerin sayısını artıran en güzel etkenlerden de birisi.

Ruhumuzu dinlendiren bir melodinin bestekarı; bizlere dünyanın pencerelerini açan ve içimizi sıcacık yapan bir romanın yazarı; duygusal dünyamızı besleyen, aşkımızı dizelerine hapseden bir şair; renklerin harmonisini hayal gücüyle bütünleştiren bir ressam; gözlerimize görsel şölen yaşatan balerinler, baletler, akrist ve aktörler; kulaklarımızın pasını silen şarkıcılar ve daha niceleri. Varlıklarıyla, eserleriyle ülkeler arası iyi ilişkilerin, keyifli diyalogların sessiz ve mağrur elçileri. Bir milletin gelişmişliğinin en naif göstergesi değil midir sanata ve sanatçılara verilen değer?

Tıpkı güzel Atamızın dediği gibi; ‘’ Bir millet sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata mâlik olamaz.” Var olmamız için gereken yaşamsal bir zorunluluk adeta. Hava gibi su gibi gerekli hepimize. Çünkü ruhumuzun beslenmeye, gönlümüzün zenginleşmeye ihtiyacı var. 

Yaşamın zorlu kıskaçları gün geliyor hepimizi bunaltıyor, enerjimizi yok ediyor. İşte böylesi zamanlarda; sanatın herhangi bir dalı bizleri bu kıskaçtan kurtarıp, bir anlığına da olsa tebessüm etmemizi, mutlu olmamızı sağlıyor. Hele hele baktığımız bir resimde, okuduğumuz bir romanda ya da şiirde, dinlediğimiz bir melodide, seyrettiğimiz bir filmde kendimizden bir şeyler buluyorsak yaşadığımız heyecan ve keyif katlanarak artıyor. Kendimizi daha iyi hissediyoruz. Mutlu olduğumuzun farkına varıyoruz. Yarına umutla hazırlanıyoruz. Ders alıyoruz zaman zaman, bir şeyler öğreniyoruz. Eğleniyoruz. Yaşamın getirdiklerine daha geniş açıdan bakabiliyoruz. Bunlar az şeyler mi? Asla.

Modern dünyamızda değerleri hala yeterince anlaşılamayan gönlü zengin insanlar onlar. Sessiz sedasız, kendi iç dünyalarındaki hayalle bizleri şaşırtan, her defasında yüzümüzü gülümsetenler. Maddiyatı düşünmeden maneviyata gönül verenler. Yaşama yaptıkları katkıların değeri, daha ileriki zaman dilimlerinde ancak fark edilenler. Yıldızlarla süslü hayatlarını yaşarken yanında olanların, alkışlar azaldığında bir başına bıraktığı biraz da yalnız insanlar. Bir ülkenin ilerlemesinde ve dünyaya tanıtılmasında tartışmasız en güçlü aracı onlar.

Sanatçılar hepimizden cesur aslında. Özgür ruhlarıyla hayatın içinde yol alırken, hayal ettiklerini gerçekleştirme cesaretine sahipler çünkü. Kim ne derse desin, yorumlar ne kadar negatif olursa olsun onlar için fark etmiyor. Bu işe gönül verdikleri için maddiyatı ikinci plana atıyorlar. Çok zor yaşam mücadelesi içinde olsalar dahi eserleri uğruna her zorluğa katlanıyorlar. Sonunda yanlış anlaşılabiliyorlar. Yeterince övgü ve alkış da almayabiliyorlar. Ama onlarda öyle engin bir yürek var ki, eserlerini yaratmaya devam ediyorlar; hem de yaşamlarının son anına değin. Zekaları yaratıcılıklarını beslerken, akılları hep bir adım önde. Yaşamın içinde neden var olduklarını biliyorlar. Eserleriyle yıllara meydan okuyorlar. Ve bence sevgiyi saygıyı fazlasıyla hak ediyorlar.

Sanatçıları ve eserlerini yorumlarken; düşüncelerine daha saygıyla yaklaşabilsek, ön yargılı olmasak keşke. Ne düşündüklerini, neden o satırı yazdıklarını ya da o resmi yaptıklarını, o melodiyi neden o tarzda bestelediklerini sorgularken naif olmaya çalışmak öyle önemli ki. Hepimizin aynı şeyi düşünmesi mümkün değil elbette. Çünkü her insanın olayları, duygu ve düşünceleri yorumlayış biçimi farklı. Aynı anda aynı şeyleri düşünmemiz, madalyonun hep aynı tarafından bakmamız öyle zor ki. Bu bağlamda eserlerini oluştururken sanatçıların ne düşündüğünü bilmemize de imkan yok. Unutmamak gerekiyor ki zevkler ve renkler tartışılmaz. Üstelik içinde hayal dünyasının gizemli tozları varsa.

O halde gelin bakış açımızı geniş, toleransımızı ise her daim yüksek tutalım. Tutalım ki sanatın o engin yolunda verdikleri savaşta yalnız olmadıklarını, desteklendiklerini hissetsinler. Hayatımızın olmazsa olmazı saygı ve sevgi hep başucumuzda durursa; bunu başarmak an meselesi. Öyle değil mi?

Sanata gönül veren ve kalıcı eserleriyle adlarını unutulmazlar listesine yazdıran tüm sanatçılara selam olsun. Gönüllerindeki o engin güzelliği bizlerle paylaştıkları için her birine ne kadar teşekkür etsek azdır. Dileğim o ki, bizlere aşıladıkları yaşam enerjisinin fazlası onlar için de olsun. Yaşarken değerleri anlaşılsın. Eserleriyle hep var olsunlar. Ve bizlerin gönüllerini zenginleştirmeye devam etsinler.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.02. 2012





6 Şubat 2014 Perşembe

Anne Sütünün Antibiyotik Kullanımı Gerektiren Hastalıkları Azalttıgını Biliyor Muydunuz?

Sevgili anneler, anne sütü mucizedir, bebeğiniz ilk doğduğu andan itibaren büyüme ve gelişme için gerekli olan tüm sıvı, enerji ve besin ögelerini içerir. Eşsiz içeriği ile bağışıklık sistemi gelişimini destekler, antibiyotik kullanımı gerektiren hastalıkları azaltır.

Bebeğinizin bağışıklığını guclendirmek için onu 2 yaşına kadar anne sütü ile besleyin. Anne sütü alımı azaldığındaysa bebeğinizin bağışıklığını Aptamil ile desteklemeye devam edebilirsiniz.

Detaylı bilgi için tıklayınız.




Bir boomads advertorial içeriğidir.

3 Şubat 2014 Pazartesi

YAŞAMIN ANLAMI İÇİNDE SAKLI (2/2)


Biliyor musunuz, alkolikler ve uyuşturucu bağımlıları arasında yapılan araştırmalarda çok ilginç değerler elde edilmiş. Alkolik olanların yüzde doksanının dipsiz bir anlamsızlık duygusundan şikayetçi olduğu ortaya çıkmış. Uyuşturucu bağımlıları içinse bu oran yüzde yüz. Yani onların gözünde hayat tamamen anlamsız. Sonuç; hayatı yok etme pahasına kötü alışkanlıkların o geçici pembe dünyasına dalmak. Sorunları onlar vasıtasıyla unutmaya çalışmak. Yavaş yavaş zehrin derinliğinde kaybolup gitmek.

Gerçekten de kendi geleceğine inancını yitiren insan farkında olmadan kendi sonunu eliyle hazırlıyor. Hayattan elini eteğini çekerken manevi bağlarını da yitiriyor. Adeta kendi çöküşüne göz yumuyor. Ve bir gün, bir de bakıyor ki içindeki o volkan patlamış, biriktirdiklerinin ve anlamsızlığının kavurucu lavlarında yok olup gitmiş.

İşte yaşamın ANLAM SORUNU bu yüzden çok önemli.

‘İnsanın Anlam Arayışı’ kitabını okurken; Doktor E. Frankl’ın verdiği çarpıcı bir örnek vardı. İzlediğimiz filmlerin birbirinden bağımsız pek çok görüntüden oluştuğunu, her bir karenin kendi başına anlam taşıdığını; ancak filmin son karesine kadar tamamı izlenmeden bütünü anlamanın mümkün olmadığını belirtiyordu. Bizlerin de hayatımızı değerlendirirken bütüne bakabilmemiz, çekilen acılardan hayatımıza anlam yüklememiz çok önemli.

Gelin şimdi hayatın anlamını nasıl keşfedeceğimize bakalım.

Logoterapiye göre bunun 3 temel yolu var.
1-    Bir iş yapmak ya da herhangi bir eser yaratmak; yani bir uğraşımızın olması.
2-    Kalplerdeki sevgiyi hissetmek, yakalamak, çoğaltmak,
3-    Yaşanacak kişisel trajedilerden zaferle çıkabilmek,  acıların anlamını keşfetmek.
Kısacası yaşamı ANLAMLA VE AMAÇLA doldurabilmek. Böylece çok daha güçlü, cesur ve atılgan olabilir ve hepsinden önemlisi hayattan zevk alabiliriz.

Tam bu noktada Doktor E. Frankl’ın sözlerine yer verme zamanı.

‘’Yaşamı oluşturan ANların hepsi ölmektedir, yaşanan bir AN asla geri gelmeyecektir. Yaşamımızın her ANINI olabilecek en iyi şekilde değerlendirmemizi anımsatan da bu geçicilik değil mi? Elbette öyle; dolayısıyla benim vazgeçilmez ilkeme kaynaklık eden de bu. İkinci defa yaşıyormuşçasına ve ilk kez şimdi yapmak üzere olduğunuz gibi, hatalı hareket etmişçesine yaşayın.’’

Biraz zorlu bir cümle ama anlamı çok güzel. İçimize sindirebilmemiz ve yaşantımıza sokmamız gerekli diye düşünüyorum.

Yine kitaptan şimdi paylaşacağım örnek ise; hayat karşısındaki güçlü duruşu ile hepimize ders verecek nitelikte.

Söz ettiğim kişi Jery Long. Logoterapide ‘insan ruhunun asi gücü’ tanımının yaşayan bir tanığı. Öyküsü çok trajik. Bir dalış kazasında boynundan aşağısı felç olan genç bir adam kendisi. Kazayı geçirdiğinde henüz 17 yaşındadır. 3 yıl içinde kendini öyle geliştirir ve acıdan öyle bir paye katar ki yaşamına; herkese örnek olur. Öncelikle hayatına sıkıca sarılır. Özel bir telefon aracılığı ile üniversiteye başlar. Ağız çubuğunu yazı yazmak için kullanır. Boş zamanlarını yazarak değerlendirir. Ve işte kendi ağzından hayata bakışı; ‘’Yaşamımı anlamla ve amaçla DOPDOLU görüyorum. Kaderimi belirleyen o gün benimsediğim tutum, YAŞAM PAROLAM oldu. Belimi kırdı ama beni kıramadı. Fakülteye devam ediyorum. Sakatlığımın, başkalarına yardım etme becerimi geliştireceğine inanıyorum. Çektiğim acılar olmaksızın, ulaştığım gelişim düzeyinin olanaksız olacağını biliyorum.’’  İşte acıdan mutluluğa giden yol.

Peki bu cümleler size ne ifade ediyor? Anlamın keşfedilmesi için acının vazgeçilmez olduğunu mu? Kesinlikle hayır. Acının kaçınılmaz olduğu durumlarda; çekilen o bitimsiz acıya karşı, hatta acı vasıtasıyla anlam bulunabileceği vurgulanıyor.

Eğer acıdan kaçabiliyorsak elbette kaçacağız. Ama acı çekilen durum bir şekilde değiştirilemiyorsa, bizim irademiz dışında gerçekleştiyse; buna karşın alınacak tutum çok önemli. Jery Long’ da başına gelen acıyı kendi seçmedi. Ama başına gelen bu kötü felaketten sonra; hayata ve kendisine küsmek yerine tam tersini yaptı. Acıya sırtını da dönmedi. Yani çektiği acıyı yaratıcı bir şekle dönüştürüp, kaldığı yerden hayatına devam etti. Acısının hayatını başarıya götürecek gizli fırsatlarını kavradı. Bir anlamda kolay yolu değil, zoru seçti. Ama başardığı her zorlu süreç sonrasında hayatına daha bir sıkı sarıldı. Bu yolla kendisi gibi acı çekenlere güzel bir ışık oldu, umutlarını tazeledi. Bu az şey midir sizce?

İşte hayatımıza anlam yüklemek,  fark edemediğimiz nice güzel Anı yakalamak, her birinden kendimize mutluluk payesi verebilmek için acı çekmeyi beklemeyelim diyorum ben. Farkındalıkla; iyi kötü, güzel çirkin yaşadığımız hayata sahip çıkalım. Her anımıza sımsıcak sevgimizi yükleyelim. Sevgiyle zorluklarla mücadelenin çok daha kolay olduğunu hiç unutmayalım. Daha güçlü, daha cesur bir birey olmanın yollarında beraberce yürüyelim. Birimizin ışığı diğerlerine yol olsun. İçine kattığımız SEVGİ dolu dokunuşlar ise paylaşılsın. Değdiği noktada katlanarak artsın. Hiç gülümsemeyen yüzler tebessümlerle buluşsun. Gelin hayatın ANLAMI BERABERCE SEVGİ olsun.

Dileğim o ki; her aldığımız nefes için şükürler ederken, sahip olduğumuz hediyelerin, ANLAM ve ANların FARKINDA olalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.12.2013





YAŞAMIN ANLAMI İÇİNDE SAKLI (1/2)

Yaşamdan ne bekliyoruz? Bu soruya hepimiz pek çok hayalimizle, umudumuzla cevap verebiliriz aslında. Ama gelin isterseniz soruyu şu şekilde değiştirelim.

Yaşam bizlerden ne bekliyor? Cevabı kolay mı? Bence değil. Bilindik bir soru gibi görünse de doğru cevabı verenlerimizin sayısı ne yazık ki oldukça az. İşte önemli olan yaşamın o bazen ahenkli, bazen de deli dolu salınımı içinde bu soruya doğru cevapları bulabilmek. Çünkü bunu öğrendiğimiz noktada önümüzdeki tüm engellerle, tüm zorluklarla daha kolay baş edebilecek cesaretimiz ve özgüvenimiz olacak kendimizde. Daha da önemli olanı ise bunu umutsuz insanlara da öğretmemiz. Belki kökten bir değişiklik yapılması gerekecek yaşantımızda, belki daha az. Ama bunu kendi hayatımıza sokmanın ve başkalarına öğretmenin tek yolu birebir uygulamaktan geçiyor.

Uzmanlar yaşamdan ne beklediğimizin gerçekten önemli olmadığını savunuyor. Yaşamın bizlerden ne beklediğini anlamanın kilit nokta olduğunu ısrarla belirtiyor.
Şimdi bu da nereden çıktı demeyin. Çünkü yaşama anlam yüklemek bizleri umutlarımıza bağlayan en güçlü hat. Neden mi? Gelin önce yaşam ne demek onu aralayalım. YAŞAM; beraberce paylaştığımız toplumsal alanda, her bireyin kendi üzerine düşen sorumlulukları üstlenmesi demek. Bu arada oluşacak sorunlara doğru çözümler bulması demek. Paylaşıma açık olması demek.

Hepimiz ancak üstlendiğimiz sorumlulukların bilincinde olduğumuzda hayata dört elle sarılıyoruz. Zorluklarla mücadele etme gücünü kendimizde bulabiliyoruz. Öyle değil mi?

Yapacağımız her anlamlı uğraş, yaşamın anlamını daha da belirginleştirmez mi sizce de? İçimizde uğruna yaşamaya değer bir anlam ve amacımız olduğu hissini taşıdığımız sürece, her yeni günü sevgiyle kucaklamaz mıyız? Bir anlamda kendi yaşamımıza daha sıkı sarılmaz mıyız?

Biliyorum ki cevaplarımız aynı. Kendi yaşantımızın sorumluluğunu üstlendiğimiz ölçüde mutluluk ışıltılarını daha kolay yakalıyoruz. Bu arada yaratacağımız minicik molaları; hani hep olmadığını savunduğumuz boş zaman aralıklarını en faydalı şekliyle doldurabildiğimiz ölçüde ise zenginleşiyoruz. Anlamsızlık duygusundan, boşluğa düşmekten, can sıkıntısından kurtuluyoruz. Daha az depresyona giriyor, daha az ilaca yöneliyor, kendimizi hem bedenen hem de ruhen daha sağlıklı hissediyoruz.


Hadi gelin bu sözleri Amerikalı ünlü yazar Orison Swett Marden’in sözleriyle pekiştirelim. 


‘’Hiç bir insan, umutları yok edilinceye ve kendine güvenini yitirinceye kadar yenilmiş değildir. Bir insan hayata umutla, güvenle, sevinçle baktığı takdirde, başarısız sayılmaz; hayata sırtını dönünceye kadar yenilmemiştir.’’     

Hayata karşı böylesine güçlü bir tavır takındığımızda, acı çektiğimiz anlardan korkmuyoruz.  Aksine bizi daha da güçlendireceğini kavrıyoruz. Acıdan mutluluğu yakalamaya çalışmanın yolları işte buralardan geçiyor. Ve her şey hayata yüklediğimiz anlamla şekilleniyor.

Kısacası hayatın akışı içinde;

*AMAÇ

*ANLAM

*YAŞAMA BAĞLILIK ve

*Dertlerin üstesinden gelebilecek kadar GÜÇLÜ bir karakter yaratmak bizim elimizde.(devamı 2/2 ‘ de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.12.2013

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...