21 Ocak 2014 Salı

OKUR YAZARLIK DA DUYGUSAL OLUR MU DEMEYİN (2/2)

Şimdi gelin duygusal okur yazarlığın tarifini kendimizce yapmaya çalışalım. Aslında adı üstünde derler ya, derinden düşününce çözüveriyor insan. Duyguları tanıyıp, okuma ve anlayabilme; sonra da anladıklarını yazma, yani ifade edebilme. Elbette önce kendimizin sonra da etrafımızdaki kişilerin.

Peki, duygusal okuryazarlığı öğrenmek bizlere neler katıyor?

*Duygularımız ve nedenleri hakkında konuşmak,
*Empatik sevgi kapasitemizi geliştirmek,
*Kendi duygusal hatalarımızdan kaynaklanan zararlar için özür dilemek.

Gerek sosyal yaşantımızda ve aile içinde gerekse iş hayatımızda yapacağımız bu basit egzersizlerle daha anlayışlı ve sevgi dolu insanlar olmamız mümkün. Elbette bizlerden beklenen, duygularımızdan dürüst bir şekilde yararlanmak. Amacımız başkalarını güçsüz kılmak yerine, zenginleştirmek olmalı her daim. Bir anlamda, kaliteli bir yaşamın zemininde güçlü basamaklar yaratmak.

Çünkü hepimizin çocukluk yıllarımızdan gelen pek çok kalıcı duvarları ve engelleri var; hayatla aramızda duran. Endişeler, korkular da onların sonucu. Oluşan tüm olumsuzlukların üzerimizde daha fazla kalmaması adına duygularımızı okumamız, anlamamız çok önemli. Çünkü hayatın en kıymetli değerleri olan sevgi, aşk, zarafet, naiflik ve sonundaki mutluluk hepimizi ilgilendiriyor. Onlardan yoksun yaşamak, her şeyden el etek çekip hayata küsmek çözüm değil. Tam tersine içimizdeki korkuları besleyen duygular. İşte bunlardan kurtulmak ve duygusal hasarlardan korunmak etrafımızdaki mutlu ve pozitif enerjisi yüksek insanlarla mümkün. Bir zincirin halkalarıysak hepimiz mutlu ve güçlü olmalıyız ki asla kırılmayalım, kopmayalım.

Uzmanlar kadınların duygusal okuryazarlık konusunda da erkelere göre daha başarılı olduğunu söylüyor. Nedeni annelik dürtülerinin getirdiği kazanımlar. İletişim becerilerinin daha yüksek olması da bu yüzden. Stres altında kalan bir erkek beyni sonucu düşünürken, kadın beyni süreci düşünüyor  diye de ekliyor bilimadamları. Bu demektir ki, biz kadınlara özellikle çocuklarımızı ve kendimizi eğitmemiz konusunda daha çok görev düşüyor.

Peki duygularımızı nasıl eğiteceğiz? 

Farkındalıkla. 

Hislerimizi tanımamız gerekli önce. Duygu ve düşüncelerimiz arasındaki o naif salınmayı gözden kaçırmadan yaşadığımız her ANIN farkında olacağız. Yani aldığımız kararlarda hangisi daha egemen? Hangisi daha baskın? Duygular mı, düşünceler mi? Olumlu mu, olumsuz mu? Buna bakacağız.

Yavaş yavaş duygularımızı fark edip, yönetmeye başladığımızda onları daha verimli kullandığımızı göreceğiz. Zorlanmadan empati yapacağız. Başkalarının duygularını daha kolay anlayacağız. İlişkilerimiz daha sağlıklı olacak. Saygı ve sevginin renkleri hare hare dokunurken, biz hiç olmadığımız kadar mutlu olacağız.

Elbette iş sadece kendimizi eğitmekle bitmiyor. Eğer bunu kendimizle beraber çocuklarımıza da aşılayabilirsek, onların eğitim hayatlarında daha başarılı olmalarının da yolunun açabiliriz. Böylece hem kendine güvenen, iyi ahlaklı ve saygılı; hem de başarılı gençlerin yoluna ışık tutabiliriz.

İşte tüm bu nedenlerle hepimizin bir an önce duygusal okur yazarlığı öğrenmemiz şart. Çünkü kazandığımız akademik başarıyı hazmetmek, egomuza söz geçirip kendimizle barışık olmak bambaşka bir şey. Ve duygusal zekamızı geliştirmek tamamen bize bağlı. Hadi gelin bıkmadan yeniden tekrar edelim, edelim ki kalıcı olsun yüreklerimizde.

Önce kendimizi fark edeceğiz. Duygularımızı tanıyacağız. Olaylara karşı verdiğimiz tepkileri neden verdiğimizi bileceğiz. Hislerimizden emin olacağız. Yani bir gözümüz kendi içimize dönük olacak. Ve fark ettiğimiz olumsuz duyguları hemen olumlularla değiştirmeye çalışacağız. Belki başlarda zorlanacağız. Yapamayacağız. Ama deneyerek sonunda hepsinin hakimi sadece biz olacağız.

Kabul etmek gerekiyor ki en zor bölüm kendimizle ve duygularımızla alakalı olanı. Çünkü uzmanlar gerçekte yüze yakın farklı duygu yaşadığımızı belirtiyor. Klasik olanların dışında pek çok duygu sarmalının ortasındayız her gün. Ama aslında bu bile içsel anlamda ne kadar zengin olduğumuzu göstermiyor mu size de? O halde bu zenginlikten hem kendimizi hem de başkalarını mahrum etmeyelim derim ben. Egomuzun sesini kendi kontrolümüzde tutarak, empatinin yollarında koşma zamanıdır şimdi. Siz de bana katılır mısınız?

Öğrendiğim her yeni konuyla yolun daha çok başında olduğumu, öğrenecek çok şeyin bulunduğunu fark ediyorum. Bu durum ise beni hem mutlu ediyor, hem de heyecanlandırıyor. Düşünsenize önünüzde bir bilgi deryası var ve siz her yeni gün ondan bir avuç içiyorsunuz kana kana. İçinize sindirdikçe de farkındalığınız bir başka açılıyor. Daha önce yakalayamadığınız noktaları yakalayıp yine ve yeniden şaşırabiliyorsunuz. İşte hayatın güzelliği. İşte yaşamın altın anahtarları. Bizi biz yapmaya doğru yönlendiren en güzel vesileler.

Duygusal okur yazarlığımızın, duygularımızı bir meşale gibi aydınlatması dileğimle… Tek bir meşaleden ne olur ki demeyin. Meşalelerimiz birleştiğinde öyle güzel bir ışık hüzmesi yaratırız ki; yüreklerde karanlık tek bir nokta dahi kalmaz. Akıllı kalbimizle  inanalım yeter.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.12. 2013

NOT: 1-Bu önemli konuyu fark etmeme vesile olan ve bilgilerini benimle paylaşan Sn. Cahit Büyükkanber’e teşekkürler ediyorum.
3-Daha detaylı bilgi sahibi olmak isteyenler, Claude Steiner’in AKILLI BİR KALPLE DUYGUSAL OKUR YAZARLIK isimli kitabından yaralanabilirler. İçeriği hayli zengin. Duygusal yaralarımızı nasıl iyileştireceğimizi; ilişkilerimizde kalbimizi sevgiyle nasıl açacağımızı gösteren bir rehber.







OKUR YAZARLIK DA DUYGUSAL OLUR MU DEMEYİN (1/2)

Duygular, duygularımız… bizi en iyi anlatan iç sesimiz. Ama gün oluyor biz bile kendi duygularımızı anlamakta ve anlatmakta zorluk çekiyoruz. Öyle derin olaylar yaşıyoruz ki, o anda bizi hangi duygumuzun ele geçirdiğini ve ne tarafa yönlendirdiğini bilemiyoruz. Oysa ki bu farkındalık hali çok önemli. Neden mi? Hem kendi hayatımızdaki kaliteli duruş ve zarafet için. Hem de çevremizdekilerin, hayat ve olaylar karşısında duruşlarını daha iyi anlamak ve çözmek için.

Hepimiz birbirimizden farklı pek çok yeteneğe sahibiz. Zekamız ve kapasitemiz, hayat sahnesindeki rollümüzü oynarken bize yol gösteriyor. Her yeni gün bilgi dağarcığımıza eklentiler yapıyoruz. Başarı basamaklarını hızla çıkıyoruz. Ancak ne kadar başarılı olursak olalım; yaşadığımız topluma uyumlu ve duyarlı değilsek, tavan yapmış bir ego ile herkese yukarıdan bakıyorsak; bir yerlerde bir eksiklik var demektir.

İşte EQ (Emotional Quotient) yani duygusal zeka burada devreye giriyor. Kendimize ve başkalarına ait duyguları anlama ve yönetme becerisi. Önemli olan noktası, sadece anlamak değil. Sezdiğimiz andan itibaren yönlendirme ve yönetme de yapabiliyor olmamız. Bu o kadar da kolay değil elbette.

Ölçümü oldukça zor, çünkü belirsizlikler söz konusu. Bazı bilim adamları onun da sabit olduğunu ileri sürüyor olsalar da çoğunluk zamanla geliştiğinden yana.  Bu konuda sizler ne düşünürsünüz bilemiyorum; ama ben de zamanla artacağına ve bunun insanın kendi elinde olduğuna inananlardanım.

İsterseniz gelin tüm bu bilgileri harmanlayalım. IQ ve EQ bize neler katıyor bir bakalım. Hepimizin çok daha yakından tanıdığı IQ (intelligence quotient) akademik zekamızı ölçüyor. Ve zaman içinde değişmiyor hep aynı kalıyor. EQ ise bambaşka. Bizim duygusal zekamız. Yeteneğimizi tanımlıyor. Aklımızın verimli çalışması tamamen ona bağlı. İnsani niteliklerimizin çoğu duygusal zekamızdan geliyor. Sosyal yeteneklerimiz, empati ve sosyal becerilerimiz ne kadar gelişirse insanlarla diyaloğumuz o oranda başarılı oluyor. Karşımızdakilerin isteklerini, duygularını, konuşurken anlatmaya çalıştıklarını daha kolay anlıyoruz. Ön yargısız yaklaşabiliyoruz. Yeri geldiğinde gözlerinin içine bakarak gerçekten onların yanında olduğumuzu hissettirebiliyoruz.

İnsanın kendisini önemli hissetmesi, duygularının anlaşıldığını duyumsaması ve hepsinden öte güvende olduğunu bilmesi o kadar önemli ki… işte bunu başarmanın yoluna doğru gidiyoruz biz de satırlarımızla. Bunu gerek iş yaşantımıza, gerekse sosyal yaşantımıza ayırt etmeksizin uygulayabilmenin yolu ise duygusal okur yazarlıktan geçiyor. Nasıl mı? Yolculuğumuz hayli keyifli olacak, inanın bana. Düşünen yanımızla hisseden yanımızı uyum içinde çalıştıralım yeter ki.

Bir insan duygularını kontrol edebildiği ölçüde sorunları çözüme ulaştırmada başarı kazanıyor. Yaşadığı olaylar karşısında sakinliğini koruyabilen, öfkesine hakim olan, kendini hemen toparlayan insan bunu başarıyor demek. Hadi gelin soralım kendimize. 
Hangimiz başarılıyız olaylar karşısındaki kontrolümüzde? Yaşadıklarımızın hemen sonrasında kendimizi motive edebiliyor muyuz? Yeri gelip kabullenip, ilerideki olayların kendi lehimize gelişmesi adına o olayın da yaşanması gerektiğine ikna olabiliyor muyuz? Yoksa hemen karalar bağlayıp, hayata küsenlerden miyiz? Düşünsenize, kendinizi ve duygularınızı tam olarak bilemezken, onları kontrol edemezken; karşınızdaki insanlara nasıl yardım edebilirsiniz ki?

Düşünen yarımız, bilincimize daha yakın olduğu için olayları mantık süzgecinden geçirip tartıyor. Hisseden yarımız ise tamamen duygularımızın eseri. Ancak bir karar alırken her ikisine de ihtiyaç duyuyoruz, öyle değil mi? Kendi iç sesimize, hislerimize güvenmeye çalışıyoruz. İşte bu noktada bize sıkıntı veren duygularımızın farkında olabilmek ve olumlu duygularla değiştirmek bizim için çok önemli. Neden mi? Pozitif enerjimizi koruduğumuz her olay sonrası öz güvenimiz daha da sağlamlaşır da ondan. Böylece bir sonraki adımda daha umutlu, daha güçlü bakarız yaşama.

Biz duygusal ahengimizle yaşamın içinde gökkuşağı misali renkler yaratabilirsek, etrafımızdaki herkese bunu yayma şansımız da olur. İlişkilerimizde, temaslarımızda yarattığımız olumlu enerji sinyalleri çoğalarak bize geri gelmeden önce pek çok kişiye bulaşır. Bir damla ikiye üçe çıkar, bizler fark etmeden. Empati kurmak daha kolaylaşır. Anlayış, hoşgörü ve gönül gözüyle bakabilmek de. Üstelik duyguların sağlıklı olması ruhen ve bedenen bizi olumlu anlamda da destekler.

Uzmanlar tüm bunların öğrenilebilir olduğunu savunuyorlar. İyimserliğin, hayata hep umutla bakmanın, duygularımızı fark edip güzelleştirmenin… Ben de buna inananlardanım. Yaşımız kaç olursa olsun hiç önemli değil. Yeter ki bir ucundan tutalım ve kalpten isteyelim. İşte duygusal okuryazarlık da bunlardan bir tanesi. Üstelik yaşadığımız zorlu dönemler itibarıyla hepimizin anlaşılmaya, empatiye, hoşgörüye eskisinden daha çok ihtiyacı var. (devamı 2/ 2 ‘de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.12.2013

13 Ocak 2014 Pazartesi

BENİM GÜNAHLARIM ( MEA CULPA 2/2)


Yaşantımızın tek sorumlusu biziz. Bizim düşüncelerimiz. Her yeni güne onlar şekil veriyor; biz istesek de istemesek de. Farkında olduğumuz düşüncelerimiz için sorun yok elbette. Ama farkında olmadan düşündüklerimiz, minicik bir kar topundan kocaman bir yığına dönüştüğünde altında kalan yine biziz. Bizim duygularımız, ruhumuz ve hatta bedenimiz. Bu nedenle hep dediğimiz gibi hayat koşusunda ara molalar gerekli. Ve bu molalarda kendimizle yüzleşip, gerektiği noktada MEA CULPA diyebilmemiz.

Arındıktan, sırtımızdaki yüklerden bilinçaltımızdaki safralardan kurtulduktan sonra yine kaldığımız yerden devam. Üstelik daha enerjik, daha pozitif ve daha tecrübeli olarak. Her bir adımda merdivenin basamaklarını çıkıyoruz inanın bana.

Hayaller mi? Hepsi bizim.

Özlemler mi? Kucaklayabiliriz.

Yeter ki yaşam sorumluluğumuzun farkında olalım ve her adımımız kaliteli naif bir yaşam için olsun. Elbette kalbimizin sesinden, onun sevgi dolu tınılarından uzak durmadan.

Şu sıralar okuduğum James L. Rubart’ın ‘Odalar’ isimli romanında da buna benzer bir yaşamın geçmişe dönük sorgulamaları var.

‘Her an seçimler yaparız. O seçimler dalgalar yayarak hayatlarımızın her alanını etkiler. Kanat çırpan bir kelebek, binlerce mil uzakta bir kasırgaya sebep olabilir.’ diyor bir satır arasında.

Bizim duygularımız da aynını yapmıyor mu sizce? Bir de biriktirdiysek tüm olumsuz hayat anılarımızı, geçen senelerin tozlu raflarına yerleştirdiysek vay halimize.

Yıllarca bastırılan ve yok sayılan duygularla yüzleşmek kolay değil elbette. Ama madem bir zamanlar yaşandı, o halde kabul edip son bir defa daha; ama sadece affetmek ve unutmak için yeniden hatırlamak gerek. O tozlu raflarda bizi rahatsız eden hiçbir anımız kalmayacak şekilde tertemiz yapmak gerek. Karşılaşacağımız tablo ve geçmiş senelerin taptaze acı dolu anları için cesur olmak ise ilk şart aslında. Çünkü aynı acıyı yeniden yaşayacağız. Belki de romandaki ana karakterin yaşadıkları gibi;

‘’O acı dolu günün bölünemeyecek kadar küçük her ayrıntısı bir anda kalbinin derinliklerinden fışkırıp ortalığa saçıldı. Şu anda gördüğü gün değil. Dehşetin başladığı gün. Sanki bir odada haykırıyorum ve kimse bana dönüp bakmıyormuş gibi hissediyorum.’

O denli çaresiz ve yalnızız aslında evrende, kendimiz ve acılarımızla bir başına. Ancak cesaretle ‘mea culpa’ dediğimizde, eskisinden daha güçlü bir şekilde hayatı kucakladığımızda her şey değişmeye başlıyor. Adeta sihirli bir el yardımıyla merhemler sürülüyor kalbimize, incinen en hassas duygularımıza.

‘’Dünün acısı, bugünün gücüdür.’’ der Paulo Coelho. Bu kadar kısa ve net her şey. Dünü dünde bırakırken güçlenerek adım atabiliyorsak her yeni güne, mutluluk hemen yanımızda. Ama tersini yapıyor ve geçmişle yüzleşemiyorsak işimiz hayli zor. Derindeki o acı dolu anlar bizi hep rahatsız edecek bir şekilde. Huzurumuzu kaçıracak. İçimizde tarif edemediğimiz duygular yaratacak. Nedensiz mutsuzlukların, can sıkıntısının, gittiğimiz hiçbir yere sığamıyor olmanın ruh hali yakamızı hiç bırakmayacak.

Öyle ilginçti ki okuduğum kitabın satırlarının tam da araştırdığım konuya denk gelmesi.

‘Geçmişteki yaralarımızı açıp bakmazsak acıyı uyuşturacak ve onu derine gömecek çeşitli merhemler imal ederiz. Bıkıp usanmadan amansızca parayı kovalamak, ün şöhret peşinde koşmak, insanların onayını aramak, zararlı alışkanlıklar… Bizi yaralayanları bağışlamayı deneriz ama, sadece belirtiler çıkınca. Köküne inmeli, yarayı tamamen söküp atmalıyız ki bir daha geri gelmesin acılar. İşte ancak o zaman gerçekten bağışlarız.’ 

Bu sözler yazımın özeti gibi…

Gerçekten de kalbimizin yaralı kısmını iyileştirdiğimizde o ana değin hiç tadına varamadığımız huzur ve dinginlik bizi kucaklar. Şimdi, kazandığımız bu motivasyon ve enerji ile tüm antagonist düşüncelerimize karşın; hayallerimize göz kırpma zamanıdır. Ne dersiniz?

Ama önce MEA CULPA diyebilmek lazım… Dileğim bu sözü kullanmamıza vesile olacak hiçbir anımız olmasın, ama varsa da kendimize bu şansı tanımak en güzeli. Hayatın kaçan vagonları bir yana, arkasındaki son lokomotif de olsa yetişeceğimiz; bence değer.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

28.11.2013



BENİM GÜNAHLARIM ( MEA CULPA 1/2 )

Okumak, yazmak ve bu arada araştırmak… tıpkı bir zincirin halkaları gibi. Biri diğerine bağlıyor beni. Adeta aklımdan yakalıyor ruhumu da içine katıyor. Gördüğüm her yeni kelime, her yeni bilgi benim için hazine kadar değerli. Hele bazı kelimeler var ki sanki okurken ışıldıyor. İşte bunlardan bir tanesi MEA CULPA.

Latince iki sözcük. MEA benim; CULPA ise suç, günah demek. Yani mea culpa benim suçlarım, günahlarım anlamında. Yerleşmiş bir kalıp aslında. Pek çok şarkının da sözünde kullanılmış haliyle.

Kendimizle yüzleştiğimiz ve başımıza gelenlerin başkalarından çok bizim seçimlerimizle şekillendiğinin göstergesi. Hatalarımızdan kurtulup, ruhumuzu arındırmak adına bir anlamda kendimizden özür dilediğimiz bir süreci anlatıyor. Çünkü biz bu sözcüğü kullandığımızda kendi iç sesimizi duymuş, hatalarımız ve günahlarımızla boy ölçüşmüş oluyoruz. Kısacası hayatın, seçimlerimizin ve düşüncelerimizin bizi getirdiği noktanın farkındayız. Evet içimiz acıyor belki ama olsun.

Bundan sonrası kendimizi affetmek ve bu suçlardan arınmak. Yani işimiz son bir hamleye kaldı.

Sonrası mı?

Sonrası alabildiğine hafiflik ve özgürlük.

Bilinçaltımızda bizi rahatsız eden, hayat enerjimizi kıran her şeyle yüzleşiyoruz bu kelime sayesinde. Kabulleniyoruz yani. Kolay mı? Değil biliyorum. Zorlu ve dimdik bir yokuş. Üstelik ‘mea culpa’ diyebilmek cesaret istiyor. Ama kendimizden kaçıp saklanmak nereye kadar sürer ki?

Unutmamak gerekiyor ki, o sesin varlığı, ara sıra artan debileri ile yaşam kalitemiz bir türlü istediğimiz noktaya erişemiyor. Hayallerimiz hep ertelenirken, bizler ha bugün ha yarın mutlu olacağımız ANLARI bekliyoruz. Ama nafile.

Başımıza belki dünyanın en berbat olayı geldi. Hani düşmanımın başına bile gelmesin dediğimiz türden. Sınandık günlerce, belki aylarca. Yok saydık, görmezden geldik yaşananları, ama olmadı. Kendimizden kaçtık, belki yıllarca. Şehir hatta ülke değiştirdik. Sonuç ise hep aynı.

Yaşananları kabul etmediğimiz, yok saydığımız sürece hep bir arayış içinde olacağız.  Ta ki durduğumuz, kendimizi tarttığımız; duygu ve düşüncelerimizin arasına kurduğumuz hamaktaki zoraki salınmalarımıza bir son verdiğimiz ANa değin. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

28.11.2013





6 Ocak 2014 Pazartesi

ANTAGONİST DÜŞÜNCELERİMİ SEVİYORUM (2/2)

Hani konuşurken ya da birbirimize öğütler verirken, ‘Yeter ki hayal kur, ucu bucağı olmasın.’ deriz ya. Hayallerimizde hiç olmadığımız kadar özgürüz aslında. Bizi kısıtlayan kimse yok. Ama nedense bu sınırı koyan birileri var. Görünmez bir çizgiyle daha ötesine geçmemize mani oluyor hep. Ve bu kişi kendimizden başkası değil.

Daha düşünürken bile ‘’Yok canım, o kadar da değil, ben kim, bunu başarmak kim?‘’ demez miyiz bazen iç sesimizle. Gitti hayalimizin yarısı. Kesip biçtik, üstten yandan kırptık adeta. Neden? İnanamadık çünkü kendimize, yapabileceğimize. ‘’Ben buyum daha fazlasını istesem de yapamam.’’ dedik bir kez daha. En güzel hayalimizin ortasına negatif düşüncelerimizi bir bıçak gibi sapladık. ‘’Para yok.’’ dedik. ‘’İmkansız.’’ dedik. ‘’Beni aşıyor.’’ dedik. Kendimizi küçülttükçe küçülttük. Sonuç? Havası kaçmış bir hayal ve biz.

Kendimize verdiğimiz değer  bu kadar mı az olmalı? Sorarım size. Tam tersine her birey yaşama bakışıyla mükemmel aslında. Ama bunun farkında değil. Hangimiz farkındayız ki? Hiç birimiz. Kendimizi ve yapacaklarımızı küçümsüyoruz. Belki de kendimizi yeterince tanımıyoruz. Oysa ki hayatta başarılı olanların hepsi kendilerini çok iyi tanıyorlardı. Kapasitelerini zorlamanın yollarını daha da açacağından emindiler.

İşte antagonizmin varlığı burada ortaya çıkıyor. İşte bu kelime ve Antagonist yasasını bilmemiz bu nedenle çok önemli hepimiz için. Bize ‘’dur! daha neler! yapamazsın! deneme bile! ‘’ diyen antagonist iç sesimiz var kabul. Bizleri amacımızdan uzaklaştırmaya çalışan, bilinçaltına  attığımız negatif duygularla, korkularla beslediğimiz direncimiz. Üstelik hayalimizi, hedefimizi büyüttükçe onun sesi artıyor. Amacı bizi korkutup vazgeçirmek.

Uzmanların deyimiyle; Agonist ve antagonist bizim sınırlarımızı belirleyen iki farklı taraf. Bir tanesinde negatif duygulardan kocaman bir yığın. Kendimizi suçladığımız, acıdığımız, suçu başkalarına atıp kendimizi haklı gösterdiğimiz yanımız. Diğeri ise cesur. Kalbine inanıyor ama aklıyla mantığıyla hareket etmesini de biliyor. Özgüveni yüksek. Bir taraf yerinde saymaya mahkum, dolayısıyla mutluluk gelsin diye bekliyor. Diğer taraf yapacaklarını biliyor ve mutluluğun o yaptıklarında gizli olduğunu. Şansına inanıyor.

‘’Antagonistin algılanma şekli, dünyanın iki farklı vizyonu arasındaki uçurumun sınırını çizer.’’diyor Stefano E. D’Anna ve çok da haklı.

Ben bu durumu eşit güçlerle ellerindeki ipi çekmeye çalışan iki kişiye benzetiyorum. Biri biziz. Karşımızda ise kendi antagonist sesimiz var. Kuvvetler eşit ve tersine çalışıyor. Şimdi dikkat. Bu tersine çalışma aslında bizi kamçılamalı. İçimizdeki cevheri açığa çıkarmalı. Özgüvenle ipe asılmamızı sağlamalı. Pes etmeyeceğimizi önce kendimize göstermemizi sağlamalı. Yani ideallerimiz ve hayallerimizin peşinden atacağımız adımları sağlamlaştırmalı. Eğer onun bizim için çalıştığını kabul edersek. Aslında bize mani olmak istemediğine inanırsak.

Stefano E. D’Anna bu kuralı bulduğunda ise bakın ne demiş?

‘’Bulduğum en hayret verici keşif; antagonistin, sadece ‘görünüşte’, hedefimizin gerçekleşmesine karşı hareket eden zıt veya karşıt bir güç olmasıydı. Onun öfkeli maskesinin arkasında en müthiş dostumuz ve en sadık hizmetçimiz yatar. Görünenin ötesinde, antagonistik güç, başarınız için gereklidir. Evriminiz ve hedefinizi başarmanız için ihtiyacınız olabilecek her türlü fırsatı sağlamak üzere gece gündüz sizin hizmetinizdedir.’’

Kendimizi tanımamız, başkalarının ne dediğinden öte kendimize güvenmemiz bizi hep ileriye taşıyacak. Eğer antagonist sesimizin aslında bizi seven, bizi başarmamız adına motive etmeye çalışan ses olduğunu kabul eder ve inanırsak.  Ben seviyorum, onun da beni sevdiğini biliyorum.

Kendimize karşı dürüst olmamız gerekli diyor uzmanlar. Pozitif enerjimiz kadar negatif enerjimiz olduğunu da kabul etmemiz buradaki dürüstlüğün ilk adımı. Kendimizi tanıdıkça, dürüst cevaplar verdikçe; yok sayıp, bastırdığımız duygularımızı fark edeceğiz. Düşüncelerimiz bir sarkaç gibi salınırken; arada sırada bir yabancı gibi kendimizi izlememiz; koyduğumuz engellerin yine bizim tarafından kaldırılacağına inanmamız çok önemli. Kendimizi sevdiğimiz, güvendiğimiz noktada engellerimizden kurtulacağız. Hafiflemiş ve özgür bir şekilde hayallerimizin peşinden koşacağız. 

Yaşımız kaç olursa olsun. İçimizdeki çocuk her dem genç bizim. Üstelik önemli olan kalp yaşımız, gönül gözümüzle bakışımız. Hayatın değerleri onlarla daha da güzel.

İçimizde gülümseyen çocuğa, hayallerimize ve antagonist düşüncelerimize… İyi ki varlar.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

26.11.2013


ANTAGONİST DÜŞÜNCELERİMİ SEVİYORUM (1/2)

Yepyeni bir kelime ve derinliğinde düşüncelerimizi alt üst edecek yepyeni bir yasa… Hayata bakışımızı etkileyecek, pozitif enerjimizi korumamızı oldukça kolaylaştıracak bir yöntem olduğu için paylaşmayı istedim.

Antagonizm ve antagonist kurallar.

Antagonizm kelime anlamı olarak zıtlık demek. Antagonist ise engelleyen, karşı çıkan kişi. Ancak amacı  zıt çalışmak yani engellemek değil, aslında fayda sağlıyor bir şekilde.

‘Nasıl yani?’ diye sorduğunuzu, kafanızın karıştığını biliyorum. Ancak faydaları, yaşam şeklimize katacakları öyle değerli ki. Bence bu kadar zahmete, azıcık kafa yorup anlamak için çaba göstermeye değer.

Önce kendi bedenimizden basit bir örnekle başlayalım mı? Çünkü bazı kaslarımız da antagonist. Çiftler halinde çalışan iskelet kaslarımız, göğüs ve sırt adalelerimiz gibi. 
Biri kasılırken diğeri gevşiyor ve hareketimizi bu şekilde sağlıyor. Normalde çalışma prensipleri zıt. Ancak biri diğerini destekliyor. İşte antagonist düşüncelerimiz de böyle.

Felsefe dilinde antagonizm ‘uzlaşmaz çelişki’ şeklinde tanımlanıyor uzmanlarca.  Bu uzmanların başında gelen; aynı zamanda bir eylem filozofu ve bilim adamı olan İtalyan asıllı Stefano E. D’Anna, bakın Antagonizm için ne diyor?

‘’Yolunuza çıkan her zorluğa minnet duyun ve tek antagonistinizin içinizde yattığını fark edin. Tek bir düşman var, o da içinizdedir. Dışarıda ne affedilmesi gereken bir düşman, ne de size zarar verebilecek bir kötülük yoktur. Antagonist sizi geliştiren, mükemmelleştiren ve bütün haline getiren bir enstrümandır. Sizin çok daha yüksek bir sorumluluk seviyesi ve özgürlüğün dünyasına giriş yapmanızı garanti edecek eşsiz bir anahtardır.’’

Her daim arzuladığımız kaliteli yaşamın anahtarlarından bir tanesi daha karşımızda. Tek yapmamız gereken elimize almak, nerede ve nasıl kullanacağımızı öğrenmek ve sonrasında uygulamaya geçmek. Ben meraklardayım bu yolculuk için. Hadi sizler de bana katılın ve yazının sonunda hepimiz elimizde bu şahane anahtarı tutmuş olalım.

Hayatımıza ışıltı katacağınıza inandığımız pek çok hayalimiz ve hedefimiz var. Ancak bunları kucaklamak istediğimiz noktalarda karşımıza engeller çıkıyor. Ya çevremizdekiler, ya da kendi iç sesimiz daha baştan bu işin olmayacağını adeta haykırıyor. Henüz ilk adımı atmadık bile. Neden yapamayacağımızı söylüyor en çok sevdiklerimiz bile? Nereden çıktı ki şimdi bu düşünceler? Neden herkes bize cephe alıyor? Hatta kendi iç sesimiz bile. Hepsi bizim o pembe hayallerimizi yok etmek istiyor sanki.

İşte bizi bir anda arafa sürüklediler. Cesaret ve inançla devam etmekle, vazgeçmek arasındayız. Çoşkumuz azaldı. Enerjimizin o parlak turuncu enerji rengi soldu. Hemen pes mi edeceğiz yoksa tüm engellemelere rağmen kalben inanıp yolumuza devam mı? Her şey biz bağlı. Kendimize olan özgüvene. Cesaret çıtamıza.

Uzmanlar herkesin hayalinin ve hedeflerinin kendi kapasitesi kadar olduğunu belirtiyor. Yani çoğumuz sadece hayal kurarken bile çok büyük şeyler düşleyemiyoruz. O sınırı kendi kendimize biz koyuyoruz. Ve sınırı belirlerken kendimizi, kapasitemizi ne kadar tanıyorsak; sınır çizgimiz orada bitiyor. İçimizdeki cevherden habersiziz oysa. Gün gelir kendimizi anlatmamız gerektiğinde bile iki lafı bir araya getiremeyiz kolay kolay. Öyle değil mi? Şöyle bir düşünün lütfen, kendinizi ne kadar tanıyorsunuz?

Peki ya bilim adamları, pek çok buluşa imza atanlar? Dünyanın ayakta alkışladığı liderler. Onlarında mı hayalleri kısıtlıydı? Elbette değil. Üstelik hayatlarını riske atarak, pek çok kişiyle tartışarak hedeflerinin peşinden gittiler. Ve sonunda kazanan onlar oldu. O halde bizler de yapabiliriz. Evet hem de istediğimiz her şeyi. Yeter ki kalben inanalım ve tüm antagonist seslerle çıtamızı hep daha yükseğe taşıyalım. Doğru bildiğimiz yoldan şaşmadan, hep bir adım ileriye gitmeyi kendimize ilke edinelim. İnanın sonunda kazanan biz olacağız.

Bu konuyla ilgili okuduğum tüm yazılarda hep yabancılardan örnekler vardı. Kalbim ise bizden birini paylaşmaktan yana. Biliyorum ki; yokluklardan güçlü bir ulus haline gelişimizin yegane kaynağı Mustafa Kemal ATATÜRK hepimizin kalbinde saklı. Cesaretine, gencecik yaşına rağmen verdiği kararlara, bu kararların arkasındaki müthiş kalbe ve inanca tüm dünya hala hayran. O zamanın zor şartlarında; düşünce gücünün nasıl mükemmel işlediğini, duyduğu  tüm antagonist seslere rağmen tek tek hayata geçirdiğini biliyor ve bununla gurur duyuyoruz. Atamız bir hayalden dünyanın en güzel ülkesini, en sevgi dolu milletini yarattı. Bir kere bile ‘’olmaz yapamayız’’ demedi. O büyük hayali ile bir ulusu arkasından sürükledi, aydınlık yarınlara çıkarmak adına. Ve başardı. Böylesi güzel bir örneğimiz var bizim. Her düşüncesi aydınlık, her girişimi yolumuzu açan. Bizler de onun çocukları olarak neden hayal edip yapmayalım ki? (yapmamız gerekenler ve devamı 2/2 ‘de )

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ


26.11.2013

3 Ocak 2014 Cuma

O Küçük Kız Hala Gülümsüyor... Yalnızca Siz Duymuyorsunuz!

Mobil teknolojileri gençler her zaman daha yoğun kullanmış ve faydasını daha çok görmüştür. Ta ki 1 Ekim 2013’e kadar... TENA tarafından gerçekleştirilen yaşlılara özel sosyal sorumluluk projesinde, mobil ve internet teknolojileri, yaşlılarımızı mutlu etmek ve onlara unutulmaz bir gün yaşatmak için kullanıldı. Dünya Yaşlılar Günü’nde tüm Türkiye’nin sesini huzurevlerindeki yaşlılara ulaştırmak ve onları hatırlamamızı sağlamak için, dünyanın lider yaşlı ve hasta bezi markası TENA tarafından bir interaktif banner kampanyası gerçekleştirildi.

Gün boyunca www.hurriyet.com.tr ‘deki bannerlarda ve www.herzamangenc.com ‘da gerçekleştirilen sosyal sorumluluk projesinde; mobil teknolojinin gücü, internaktif bir video banner ile mutluluğa dönüştürüldü. Sabahtan akşama kadar yayınlanan reklam bannerlarına tıklayanlar, açılan ekrana cep telefonu numarasını girerek, saniyeler içinde çalan telefonlarının diğer ucunda bir huzurevi sakininin sesini duydular ve dünya yaşlılar gününü kutladılar.

Bu sürpriz kutlama kampanyasının iç ısıtan görüntülerini izleyince, kendinizi bir huzurevinde ya da bir aile büyüğünüzü ziyaret yolunda bulmanız kuvvetle muhtemel.

Bu kampanya, bir taraftan huzurevlerindeki yaşlılarımızı 1 Ekim boyunca aldıkları telefonlarla mutlu ederken, diğer taraftan 12 Kasım günü ödül töreni yapılan Mediacat Felis Ödülleri’nde 2 dalda aldıkları yaratıcılık ödülleri ile hayatlarındaki en özel anlardan birini yaşatmış oldu: http://www.herzamangenc.com/11/en-yaratici-dijital-sosyal-sorumluluk-projesi/

Siz de bu sosyal sorumluluk kampanyasına destek olmak ve huzurevlerini aradığımızda yaşlılarımızın yüzlerinde yaratabileceğimiz mutluluğu etrafınızdaki kişilere anlatmak için kampanya videosunu #bukızıgüldür hashtagi ile paylaşabilirsiniz.



Bir boomads sosyal sorumluluk içeriğidir.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...