12 Ağustos 2013 Pazartesi

DİLEĞİM GERÇEK OLSUN ( 2 / 2 )

Şimdi sırada günümüzden bir öykü var…

Sadece dakikalara sığdırılan bir mini filmden söz ediyorum. Orijinal ismi ‘’My shoes’’ yani ‘’Ayakkabılarım’’. Biliyorum ki pek çoğumuz netten izledik, sonunda verdiği derse ise hayran kaldık. Ama ben bu manidar öyküyü yazıp paylaşmadan geçemedim. Belki görmeyenler, denk gelmeyenler vardır diye…

Film güzel bir bahar günü bir parkta başlıyor. Hava mis gibi, güneşli. Arka fonda duyulan kuş cıvıltıları adeta hayatın güzelliklerine dikkat çekmek istiyor. Mutlu olan insanların sesleri ve kahkahaları eşliğinde bir  çocuğun sadece sallanan ayaklarını görüyoruz önce. Ve dikkatimizi son derece harap haldeki  spor ayakkabılar çekiyor. 
Derken bu ayakların sahibinin dokuz-on yaşlarındaki bir oğlan çocuğu olduğunu fark ediyoruz. Bir bankta oturuyor, üstü başı perişan halde. Güzel yüzünden düşen bin parça adeta. Oldukça düşünceli, mutlu değil belli ki. Ona bakarken gözlerinden gözlerimize hüznün o kırık tadı bulaşıyor adeta. Derken bankta oturup ayak sallamaktan bıkmış halde kalkıyor ve parkta yürümeye başlıyor.

Zor yürüyor çünkü ayakkabılarının önü açılmış, neredeyse parmakları yere değdi değecek. Parktaki mini nehrin üzerindeki köprüye doğru geliyor, tam ortasında duruyor ve aşağıya bakıyor. O anda kimbilir aklından neler geçiyor.
Parkın bir diğer köşesinde ise bambaşka bir hayat bizi bekliyor. Yine bankta oturan hemen hemen aynı yaşlardaki başka bir oğlan çocuğunda sıra. Ancak bu çocuk mutlu  ya da biz uzaktan öyle sanıyoruz. Çünkü yüzünde öyle masum ve tatlı bir tebessüm var ki…. Sakince etrafını inceliyor. Üstü başı tertemiz, spor ayakkabıları ise yepyeni.

İşte bu iki güzel çocuğun yolları o bankta kesişiyor. Mutsuz çocuk bankta oturan çocuğu görüp bankın en ucuna ilişiyor. O anda etrafa mutlu tebessümler atan çocuk bir arkadaş bulmanın sevinciyle hemen el sallıyor. Mutsuz çocuk ise kıyafetinden, ayakkabılarından o denli rahatsız ki… gözlerini mutlu çocuğun yepyeni ayakkabılarından bir türlü ayıramıyor. Bir kendine bir ona bakıyor. Bir kendi eski yırtılmış ayakkabılarına, bir onunkilere. Bakıyor… bir daha bakıyor… ve selam dahi veremeden, kaçarcasına banktan uzaklaşıyor.

Biraz ilerde bir ağacın dibine bağdaş kurup oturuyor.  Çocuk bu ya, kendini oyalayacak şeyler bulmak onlar için hiç de zor değil elbette. Hemen yırtık ayakkabılarını çıkarıyor. Ellerini içinden geçirip karşılıklı konuşturmaya başlıyor. Adeta iç sesi dile geliyor. Neden bu halde olduğunu sorguluyor kendi kendine. Etrafındaki çocuklar her şeye sahipken, pırıl pırıl kıyafetler ve ayakkabılar giyerken kendisi neden bu halde? Sorduğu soruya cevabı ne yazık ki yok. O anda elindeki tek gücü kullanıp tüm kalbiyle bir dilek diliyor. Dileği ise, biraz önce bankta gördüğü çocuk gibi olmak. Tertemiz kıyafetlere ve yepyeni bir ayakkabıya sahip olmanın mutluluğunu yaşamak.  Gözlerini yumuyor ve bu dileğini içinden defalarca tekrarlıyor.

Ve sonuç… dileği gerçekleşiyor. Artık o bankta oturan, tertemiz kıyafetlere ve elbette o güzel spor ayakkabılara sahip olan çocuk kendisi.  Gözlerini açtığında gördüğü değişime çok mutlu oluyor. Şaşkın gözlerle kendisini, kıyafetlerini, özellikle de ayakkabılarını inceliyor.

İşin ilginç yanı, diğer taraftaki çocuk da çok mutlu. Hiç de yepyeni kıyafetlerini, güzelim ayakkabısını kaybetmiş gibi durmuyor. Tam tersine üstünün perişanlığına, yırtık ayakkabılarına hiç umursamıyor. Üzülmüyor. Tersine gülüyor, kahkaha atıyor, koşuyor, ağaçların etrafında dolanıyor, zıplıyor, adeta hayata yeniden gelmiş gibi…

O anda henüz şaşkınlığını üzerinden atamayan dilek sahibi çocuğun yanına annesi geliyor, geç kaldığı için özür dileyerek. Ancak yanında boş bir  engelli sandalyesi var. Durumu kavramakta güçlük çeken çocuk işte o anda bacaklarına dokunuyor, ayaklarını hissetmiyor. Ve engelli sandalyesinin kendisi için olduğunu anlıyor. 

Annesinin yardımıyla arabasına oturuyor, parkta gezintiye çıkıyor. Kendi yerine geçen çocuk hoplayıp zıplamaya devam ederken; kendisi ne yazık ki istediği şeylere sahipken mutlu olamıyor. Nasıl olsun ki? O ana değin farkına dahi varamadığı ayaklarını kaybediyor; sonunun nereye varacağını bilemediği dileği sayesinde. Üzülüyor elbette, pişmanlığı çok uzaklardan bile fark ediliyor; ancak iş işten geçiyor. Bir dilekle beraber belki de çocukluğunu, heyecanını, sağlığını kaybediyor.

İşte ikinci öykümüz de böyle bir sonla bitiyor ve insanın içini burkuyor. Ancak, ilk öykümüzdeki gibi sonunda öyle güzel dersler çıkıyor ki. Hemen aklıma gelenler;

*elimizdekilerin kıymetini bilmenin ve her şeye şükretmenin önemi,

*hiç bir şeyin dışardan göründüğü gibi olmadığı gerçeği,

*dileklerimizi dilerken ne denli dikkatli olmamız gerektiği,

Hayat acısıyla tatlısıyla bize sunulmuş değerli bir armağan. Başkalarına özenmek, onların yerinde olmak istemek; her şeye rağmen dilekte bulunmak bizi her zaman mutlu etmeyebilir.

Tıpkı Tebrizli Şems’in dediği gibi ‘’olduğu KADAR, olmadığı KADER‘’ hesabı çok zorlamadan, biraz akışta kalmak da bazı zamanlarda gerekli galiba.

Düşüncelerimize, duygularımıza ve DİLEKLERİMİZE dikkat etmemiz hayatımızın şekillenmesinde, mutluluğumuzda çok önemli. Bunu hiç unutmamak gerek. En güzel dilekler bizleri mutlu edecek renklerde karşımıza çıksın. Sonunda elimizdekileri kaybetmeden, beklediğimizden daha da mutlu olduğumuzu fark edelim yeter ki…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

18.07.2013






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...