27 Ocak 2013 Pazar

PERFORMANSIMIZIN ZİG ZAGLARI


Hepimiz yaşamımızın çeşitli dönemlerinde kendimize bir rol model arar, yakın çevremizde varsa onu kendimize örnek alırız. Hatta zaman gelir onun gibi yaşamak, onun yerinde olmak için her şeyimizi verecek kadar da özümseriz o rol modelin yaşam tarzını, yaptıklarını, yaşadıklarını. Onun gibi çekici, onun kadar güzel, belki akıllı, belki zengin ve en az onun kadar mutlu olmak isteriz.

Aslında o rol modelin gerçekteki halini göremeyiz her nedense. Gözümüzün önündeki onun yıldızlara bulanmış halidir çünkü; içinde yaşadıklarını, yalnız kaldığında hissettiklerini, aslında nelere ihtiyaç duyduğunu hiç bilmeyiz. Belki de bilmek istemeyiz. Çünkü kafamızda onu öyle bir yere oturtur öyle bir paye veririz ki… adeta erişilmezdir artık bir anlamda kendi düşüncelerimizde.

Bu konuyla ilgili olarak  yakın zamanda izlediğim  bir kısa filmden ve içindeki değerli  sohbetten bahsetmek istiyorum. Aslında rol model konusunda nasıl da yanıldığımızı görmek adına gelin beraberce göz atalım bu hayat hikayesine. Kim bilir belki bir an için bizlerde nerede olduğumuzu cesaretle görmek isteriz, ne dersiniz?

Burada konu edeceğim sohbet hayat defterinden gerçek bir hikaye aslında… o nedenle yer ve kişi isimlerine sadık kalarak yazıma alıyorum ben de. Gün olur bu kısa yaşanmışlık öyküsünü izlerseniz birebir irtibat kurmanız adına.

Sohbet sahibi kişi ünlü bir Amerikalı, seminerler veriyorken anlatır bu öyküyü dinleyenlerine.

Yıllar önce Toronto’lu bir beyefendiden içinde değerli bir çek olan inanılmaz bir mektup alır.

Mektupta şöyle yazar; ‘’Arkadaşım Steve Walker, yanlış bir ROL MODEL izliyor. Ölesiye çalışan, ailesi dağılmış, sağlığı tehlikede olan patronunun peşinde perişan oluyor. Size güvenir ve saygı duyar. Eğer bize bir saat ayırabilirseniz onu Dallas’a getirip size de bu çeki veririm.’’ Çeki hemen geri yollar ve Steve Walker’ı yanına çağırır, ona zaman ayıracağını söyler. Bu cevabın üzerine Steve gelir, biraz sohbet ederler. Ona sorulan ilk soru neden bu rol modeli seçtiği üzerine olur. Patronunun nesi vardır da kendi hayatında bu denli önemli olmuştur?

Steve’’ hayatımda tanıdığım en BAŞARILI ADAM’’ der. Bunun karşılığında ‘’peki başarı nedir?’’ sorusu ile karşılaşır. Steve bir iki dakika içinde bir liste yapar ve patronunun gerçekten başarılı olduğunu düşündüğü 8 maddeyi şöyle sıralar.

Eğer bir adam;
*Mutluysa
*Sağlıklıysa
*Yeterli parası varsa
*Güvendeyse
*Arkadaşları varsa
*Kafası rahatsa
*Aile ilişkileri iyiyse
* Ve geleceğe dair umutluysa…

İşte o ADAM BAŞARILIDIR der ve noktayı koyar.

İşin enteresan tarafı, listedekiler hepimizin bakış açısına göre farklılıklar gösterir. Şimdi gelin bizler de böylesi bir liste hazırlayalım kendimiz için. Ardından da her bir maddeyi düşüncemize göre değerlendirelim.

Bunu yapmak kendimizi daha yakından tanımak, bulunduğumuz noktayı değerlendirmek adına çok önemli. Çünkü pek çok insan buna cesaret gösteremiyor. Bulunduğu noktayı bilmeden de hayattan istediğin şeyleri alacak şansları önüne çıksa bile göremiyor, bir anlamda es geçiyor.

Kendisi için önemli olan ve hayatını onun gibi yapmak adına pek çok şeye gözlerini adeta kapatan Steve’ dan ise ortaya koyduğu bu listeyi patronu için yeniden işaretlemesi istenir, bir kez daha düşünerek.

Mutluluk olarak ‘’patronun ne kadar mutlu?’’ diye yeniden sorulduğunda, bu kez Steve ‘’Mutlu olduğunu sanmıyorum’’ der. Neden sorusuna ise ‘’Onu hiç gülerken görmedim. Nadiren gülümser ve ülseri var ‘’ diye cevap verir.

‘’Peki şimdi mutluluk hanesine artı mı eksi mi koyalım’’ sorusuna ise hiç düşünmeden ‘’eksi’’ yanıtını verir.

‘’Ülseri varsa bu sağlığı hakkında da bir şeyler gösterir; sağlığı için artı mı eksi mi koyalım diye sorulunca yine ‘’eksi’’ der.

‘’Bu aynı zamanda kafasının rahatlığı hakkında da bilgi verir. Çünkü seni yiyip bitiren şeyler ülser yapar. O halde bu madde için ne düşünüyorsun Steve, artı mı eksi mi?’’ diye sorulunca, yanıt yine ‘’eksi’’ olur.

Bu ana kadar  Steve’in o çok başarılı gördüğü, rol model olarak benimsediği patronunun şimdiden 3 eksisi  olur.

Ve kaldıkları yerden devam ederler sorulara. Bu kez sıra paradadır. ‘’Ne kadar parası var?’’ sorusuna  ‘’Adeta kulaklarından fışkırıyor ve her geçen gün daha da artıyor’’ der. ‘’O zaman buna artı verelim’’ deyince ‘’aynen öyle’’ diyerek katılır.

‘’Patronun ne kadar güvende’’ sorusundadır sıra.  ‘’Para ne kadar güven sağlayabilirse o kadar’’ der. ‘’O zaman Steve ‘’Dallas’taki 2 milyarder kardeşin iflas edişini okudun mu? Patronun onlara kıyasla nasıl?’’ sorusuna ise ‘’O kadar parası yok’’ der. ‘’Peki  Valinin 100 milyar doları olduğunu ama sonra iflas ettiğini duydun mu? Ya ona kıyasla?’’ sorusuna ise ‘’Tabii ki o kadar parası yok’’ der yine.

Yani Steve güvenliği mevki ile ve bankadaki parayla özdeşleştirmiştir aslında.
‘’O zaman Steve şimdi bu güven maddesine artı mı eksi mi yoksa soru işareti mi koyayım? ‘’ sorusunu karşısında bulur. Ve ‘’Soru işareti’’ der hiç tereddüt etmeden.

Sıra patronunun kaç arkadaşı olduğu sorusuna gelir. Yanıt ‘’Sanırım hiç yok’’ olur.
‘’Ben arkadaşı değilim sadece hayranıyım aslına bakarsan kendisi işe yaramazın teki. ‘’ diyerek de devam eder. Ve o maddeye de eksi verilir.

‘’Peki ailesinden bahset’’ deyince  ‘’Karısı boşanıyormuş’’ der. ‘’Gelecekten ne kadar umutlu’’ sorusuna ise tüm samimiyeti ile ‘’Sizinle konuşmadan önce çok umutlu sanıyordum. Ama şimdi sanırım hiç umudu yok.’’ deyiverir.

Ve maddeler biter, umuda da eksi verilerek.

Sonuçta Steve gözünü kapatıp bir hamlede dile getirdiği  başarı listesinde elinde 6 tane eksi, 1 tane artı ve 1 tane soru işareti ile kalakalır.

Ve son sorudadır artık sıra…
’’Steve şu an ki bildiklerinle patronunla yer değiştirmek ister miydin? ‘’

Şaşırmış haldedir  ve yavaşça ‘’ hayır istemezdim’’ der.

Bu tepki neden geldi? Çünkü Steve ilk defa NET ve OBJEKTİF olarak patronunu ve başarısını değerlendirdi.

Şimdi aynı soruyu biz kendimize soralım mı?

Peki ya biz ister miydik bu patronun ya da kendi rol modelimizin yerinde olmayı?
Şimdi tüm açık yüreklilikle buna cevap vermemiz lazım. Yapmamız gereken de bu; OLDUĞUMUZ YERİ DEĞERLENDİRMEK…

Ne istediğimizi, nasıl yaşarsak mutlu ve başarılı olacağımızın kendi iç muhasebesini yapmak…

Zamanımızı düzgün mü harcıyoruz ? 
Kaynaklarımızı düzgün mü kullanıyoruz? 
Verdiğimiz önemli kararların sonuçlarına hazır mıyız?
Tüm bu sorulara net cevaplarımız var mı?

İşte bu yazının biraz olsun farkındalığımızı artırmamıza ve  OLDUĞUMUZ YERİ  DEĞERLENDİRMEMİZ konusunda hepimize bir ışık tutmasını istedim. Yaşamımızı gözden geçirmek adına, hayatın ZİG ZAGlarında BİZ neredeyiz? Bu soruya samimi bir cevap bulmak adına.

Kendi performansımızın farkına varalım. Rol model olarak seçtiğimiz kişilerin aslında doğru rol model olup olmadıklarını yeniden farklı bir bakış açısı ile düşünüp, değerlendirelim. Yani kısacası KENDİ PERFORMANSIMIZIN İÇ SESİNİ dinleyelim, ZİG ZAGlarında kaybolmayalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

28.12.2012


26 Ocak 2013 Cumartesi

BAŞARMAK ÖZGÜRLÜKTÜR…


Başarmak…

Yaptığımız iş her ne olursa olsun; elimizden gelen her şeyi kullanarak, en iyisini ortaya çıkarmaya çalışmak…

Bir anlamda hakkını vermek…

Başarmayı sadece öğrencilik yıllarımızla ya da iş hayatımızla sınırlı tutmuyorum ben. Kendi felsefeme ve bakış açıma göre; hayatı KALİTEli ve olabildiğince dolu dolu, her ANI ile ANLAMLI yaşayabilmek bence hayattaki en büyük başarıdır. Ve işte o başarı bize özgürlük kapılarını ardına kadar açacaktır.

Öncelikle inanmak ve başarmayı istemekle başlar ilk adım. Eğer gerçek anlamda başarmak istersek önümüzde hiçbir şey duramaz. Çünkü başarmayı kafasına koyan bir insan; sürekli kendisini geliştirir, araştırmalar yapar, en iyisi olmak adına emek harcar. Kendine güveni olan insanlar; başarıda koşar adımlarla giderken, başarısızlığı akıllarına dahi getirmezler.

Kendimize olan güvenimiz, başardığımız her adımla daha da artar. Kendimize olan kişisel saygımız da. Başarıyı yakaladığımız noktada mutluluk bizimdir artık. Ve o anı tebessümlerle hatırlarken; kafamızda yepyeni hedefler çoktan belirmeye başlar. Endişeler, korkular, hüsran ve güvensizlik başarının yanına bile yaklaşamaz.

Giriştiğimiz bir işe ‘’ben yapabilirim’’ diye cesaretle adım atmak ise en önemlisi. Eğer içten inanarak yaparsak; beynimiz de bizi olumlu anlamda destekleyecektir. Yani aklımızla inanmayı desteklememiz gerekiyor. Çünkü eğer aklımız başaracağımıza inanmazsa, bir anlık bir tereddüt bile başarısız olmamızı tetikleyebiliyor. Elbette tüm bunlara ek olarak, disiplinli bir şekilde çalışmak, çalışmak, çalışmak gerek… İşte o zaman başardığımız her şey bize mutlulukla tebessüm edecek, ben buna inanıyorum.

Elbette önümüze zorluklar çıkacaktır. Ama pes etmeden, yılmadan, ertelemeden 
cesaretle o zorlukları yenmek mümkün. Üstelik zor olan bir şeyi başarmanın tadı daha da güzeldir, öyle değil mi? Önemli olan bir hedef koymak,  o hedefe kilitlenmek ve çalışmak olmalı.

Tam bu noktada birbiriyle karıştırılan iki terimden söz etmek istiyorum. Çünkü genellikle karar ve hedef birbirine karıştırılabiliyor. Ancak bu iki terimin birbirinden farkları var. Hedef ULAŞILAN; karar ise UYGULANANdır.  Daha açıklayıcı olması adına bu konudaki uzmanların örneklerine bakalım. Örneğin uzmanlar; maraton koşmak iyi bir hedeftir diyor. Belirlidir, başarıyı ölçmek kolaydır ve bir kere yapmışsanız yapmışsınız demektir. Yani bir hedef konmuş ve sonunda ona ulaşılmıştır.

Ancak ‘’sabahları aynada kendine gülümsemek’’ ya da  ‘’daha çok spor yapmak’’ gibi yönelişlerin karar sınıfına girdiğini belirtiyor. Çünkü bir sabah uyanıp başarmış olduğumuzu göremeyiz. Sadece bir kere değil, sonsuza değin her gün yapmak zorundayız. Yani aldığımız kararların arkasında ısrarla durup sürekli uygulamak gerekiyor. Evet belki her gün kararlarımıza uymaya çalışırız ama; bunu bazen başarır, bazen de başaramayız.  İşte o anlarda her yeni günün yeni bir başlangıç ve yeni bir fırsat olduğunu asla aklımızdan çıkarmamak gerekiyor. Sürekli hatırda tutmak,  gözden geçirmek, unutmamak ve bir gün yapmadık diye tamamen vaz geçmemek asıl olan.

Başarmak için ilk adım ve niyet çok önemli dedik. Ama tabii ki iş bununla bitmiyor. 
Sonrasında bolca sabır ve dikkat göstermek; emek harcamak; kendimizin belirlediği prensiplerle çözüme odaklanmak ve çok zorlandığımız o pes etme noktalarında içimizdeki ümidi ve inancı kaybetmeden yola devam etmemiz de çok önemli. İşte tüm bunları yaptığımızda bizi hiç kimse tutamaz.

“Büyük Düşünmenin Büyüsü”  isimli kitabın yazarı Dr. David J. Schwartz’ da  başarmanın değişik yollarından bahsederken aynı formülleri koyuyor önümüze. Ve şöyle diyor ‘’Hangi yolu denerseniz deneyin fark etmez,  bir tanesi mutlaka işe yarayacak…’’

*öncelikle yapacağımız her ne ise ona tüm kalbimizle inanmak. Çünkü inandığımızda çözüm yolları da beynimizde şekillenmeye başlar.

*yeni fikirlere açık olmak,  yenilikleri denemek.

*insanın kendisini geliştirmesinin sınırı olmadığına göre her gün yaptığının ‘daha iyi ve daha çok’ nasıl yapılacağına ilişkin yolları aralamak.

*araştırmacı olmak, daha önce yapılanlar hakkında bilgi edinmek, onları kendi beyin süzgecinden geçirirek özümsemek.

*zaman zaman beyin fırtınası yapabileceğimiz kişilerle bir araya gelmek, onların düşüncelerine de değer vermek.

*belirli bir program dahilinde çözüme odaklanmak.

İşte tüm  bunlar göz önünde bulundurularak başarının merdivenlerini emin ama güçlü adımlarla çıkmak… Hep daha ileriye odaklanarak, hep hayallerimizi yakalamak için çalışarak…

Bu arada başarıyı etkileyen yan faktörler de var elbette. Olumlu düşünmek, olumlu düşüncenin diğer olumlu düşüncelere zemin hazırlaması gibi. Her ne olursa olsun, negatif düşüncelerden enerjimizi sönümleyecek haberlerden ve kişilerden uzak durmaya çalışmak. Yani yaydığımız enerji ne denli pozitifse ve biz ne kadar güzel düşüncelerle geceyi sonlandırırsak; ertesi gün bizi daha büyük başarılar bekliyor olacak. Bunu asla unutmamamız gerekiyor.

Gelin bu noktada bilimsel yöntemlerle çalışmayı seven, söylenenleri olduğu gibi kabul etmeyen, çeşitli kaynaklardan araştıran, gözlem ve deneyler yapan  ünlü bilgin Ebu Reyhan Biruni’ ye kulak verelim. Biruni Ortaçağ İslam Dünyasının en büyük bilgin ve düşünürlerinden birisiydi. ‘’Hakikatin araştırılmasını insan hayatının en yüce amacı’’ olarak görüyordu. 180 den fazla eseri olmasına rağmen günümüze sadece 20 tanesi ulaşmış. İşte bunlardan Kitab-ı Malil Hind'de güzel bir hikayesi var ünlü bilginin, dört öğrencinin öyküsü üzerine derlenen; kısaca şöyle;

‘’Bir öğretmen yanında öğrencileri ile bir iş için gece yolculuk yaparken, yolda önlerine bir şey çıkar. Karanlıkta ne olduğunu anlayamazlar. Öğretmen öğrencilerine dönüp hepsine teker teker karşılarındakinin ne olduğunu sorar. Birinci öğrenci "Ne olduğunu bilmiyorum" der. İkincisi ise "Ne olduğunu bilmiyorum öğrenme imkanına da sahip değilim" derken; üçüncüsü "Zaten bunun ne olduğunu araştırmaya gerek yok, nasıl olsa gün ışıyınca belli olacak. Eğer korkunç bir şeyse gün ışıyınca yok olur. Eğer değilse, ne olduğu ortaya çıkar" diyerek düşüncesini açıklar. Sonuçta bu öğrencilerden hiçbiri bilgiye erişemezler. Birincisi cahil olduğu için, ikincisi yeteneksiz olduğu, bilgi edinme imkanına sahip olmadığı için, üçüncüsü tembel olduğu ve cahil kalmaya rıza gösterdiği için. Dördüncü öğrenci ise: önce biraz durur. Sonra o cisme doğru yürür. Yaklaşınca karşılarına çıkanın karmakarışık bir halde duran balkabakları olduğunu görür. Karşısındakinin cansız bir cisim olduğunu anlar. Onları dağıtma yollarını araştırır, bulunca dağıtır. Sonra öğretmenine dönerek karşılarına çıkanın ne olduğunu eksiksiz olarak anlatır ve yolu temizlediğini belirtir.’’ (Öykü için kaynak1: CAHİT BÜYÜKKANBER-KAD üzerine 3 makalesi ve Kaynak2:  Dr. Harika Ercan-Yeni Yüksek tepe Dergisi 20)

İşte öykümüz böyle… bizim de hayata bakışımız; bir engelle, bir sorunla karşı karşıya geldiğimizde yapacak olduklarımız da böyle olmalı bir anlamda. Yani problemi gördüğümüz noktada durup biraz düşünmek, akabinde çözüme odaklanmak ve yapabileceğinin en iyisini hakkıyla yapmak…

İşte BAŞARMAK… işte ÖZGÜRLÜK…

Başarmadan bu denli söz etmişken; gelin satırlarımızı bilimin en başarılı isimlerinden EİNSTEİN’ a ait manidar bir fıkra ile sonlandıralım. Başarmanın yolunda biraz da tebessüm etme zamanıdır şimdi diye düşünüyorum. Fıkra kısaca şöyle…

‘’Einstein konferanslarına hep özel şoförü ile gidermiş. Yine bir konferansa gitmek üzere yola çıktıkları bir gün şoförü Einstein'a;  "Efendim, uzun zamandır siz konuşmanızı yaparken ben de arka sıralarda oturup sizi dinliyorum ve neredeyse söyleyeceğiniz her şeyi kelimesi kelimesine biliyorum" demiş. Einstein gülümseyerek ona bir teklifte bulunmuş:  "Peki, şimdi gideceğimiz yerde beni hiç tanımıyorlar... O halde bugün palto ve şapkalarımızı değiştirelim, benim yerime sen konuş; ben de arka sırada seni dinlerim." Şoför, gerçekten çok şahane ve başarılı bir konuşma yapmış ve sorulan bütün soruları doğru cevaplamış. Tam yerine oturacağı sırada bir kişi, o güne kadar konferansta sorulmamış ağır bir  fizik sorusu sormuş. Şoför, hiç duraksamadan soruyu soran kişiye dönüp: "Böylesine basit bir soruyu sormanız gerçekten çok  garip" demiş.  Sonra da salonun arkasında oturan Einstein'ı işaret ederek şöyle devam etmiş: "Şimdi size arka sırada oturan şoförümü çağıracağım ve sorduğunuz soruyu,  göreceksiniz, o bile cevaplayacak."

Aslında sadece bir fıkra ama, zeki ve hazır cevap olmanın güzel bir örneği. Evet zeki insan yeteneklidir, üstelik hazır cevaptır. Ancak akıllı insan da neyin ne olduğunu, nasıl yapılması gerektiğini bilir. Bu nedenle her ikisiyle de donanımlı olan bir insanı ve hayallerini tutmak mümkün değildir. Öyle değil mi?

Herkesin idealleri, hedefleri, başarmak istedikleri var elbette. Kimi kilo vermek istiyor, kimi üniversiteye girmek, kimi iyi bir iş sahibi olmak, kimi yabancı dil öğrenmek, kimi yıllardır içtiği sigaradan kurtulmak, kimi yazar olmak, kimi hayalini kurduğu eve sahip olmak… belirlenen hedefler ve alınan kararlar her ne ise yapılmaması için hiçbir neden yok. Yeter ki başarı için kolları sıvayalım ve hiç tereddüt etmeden emin ve kocaman adımlar atmaya istekli olalım… gerisi zaten kendiliğinden gelecektir, ben buna inanıyorum. Ya siz? Unutmayın sizler de benim gibi ‘’inanıyorum’’ derseniz; ilk adımı fark etmeden atmış olacaksınız.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.01.2013




22 Ocak 2013 Salı

TEKERLEKLİ SANDALYEDEN BAŞARININ ZİRVESİNE GURUR…

Hayat her birimize ayrı noktalardan dokunuyor. Kimsenin hayatı dört dörtlük değil. Önemli olan elindekilere şükredip yaşama sımsıkı sarılmak ve ideallerinden asla vaz geçmemek. Bu uğurda önüne çıkabilecek her türlü engeli de elinin tersiyle itecek cesarete sahip olmak. Kendi yaşamına herkesten çok sahiplenmek. Yenilmeyi, pes etmeyi bir an olsun düşünmeden, hedefe kilitlenip hep ileriye doğru koşmak.  Tüm bunları yaparken yaşamın lezzetlerini de içine sindirmek, hayattan alabileceği tüm zevki almaya çalışmak.

Biliyorum gerek  dünyamız, gerekse ülkemiz olsun çok zor bir süreçten geçiyor. Evet tüm dengeler bozulmuş durumda; ama her şeye rağmen nefes aldığımız her ANIN kıymetiyle yaşama tebessüm edebilmek asıl olan. İşte böylesi zor zamanlarda gurur verici başarı öykülerinden haberdar olmak, bunları paylaşmak; insanı bir anda kabuğundan çıkmaya zorluyor ve kendisiyle yüzleşmeye adeta. Üstelik hepimizin böylesi anlamlı rol modellere de ihtiyacı var.  Hele hele bu rol modeller zoru, hatta imkansızı kocaman başarılara döndürmüşler ise… 

Her türlü zorluğa ve olumsuzluğa rağmen kazanılan bir haklı gurur ve başarı öyküsü sözünü edeceğimiz öykü. Hem de ülkemiz adına büyük bir gurur vesilesi. Şimdi amacım bu yazı vesilesi ile bu haklı gururu alkışlayacak daha çok kişiye ulaşmak ve belki de onların hayatlarına küçük dokunuşlar yapmak. Çünkü bu öyle bir yaşam öyküsü ki her anında cesur bir yüreğin yaşama sımsıkı sarılmış dokunuşları var. Ve hayat adına hepimizin alacağı muhteşem bir ders.

Engelli olmayı bir kenara bırakıp hayata azimle asılan ve hedefine başarıyla ulaşan harika bir insandan söz etmek istiyorum sizlere. Bilenler  varsa da yeniden hatırlayalım beraberce.

Bu mucize öykünün kahramanı Onur Güntürk.


Ordinaryüs Profesör Dr. Onur Güntürk.

Tekerlekli sandalyede bir bilim adamı.

Mahlası TÜRK Hawking.

35 yaşında profesör olup, en üst bilim mertebesi olan Ordinaryüs Profesörlüğe 39 yaşındayken yükselen genç bir bilim adamı.

Pek çok bilim ödülü sahibi.

Nobel’ e aday.

Ve hepsinden önemlisi; umutsuzlukları UMUDA çeviren KOCAMAN bir YÜREK.

Şair ve yazar Kemal Yalçın’ın tanımıyla ‘’Beyin evrenini aydınlatan önemli bir yıldız.’’

Tekerlekli sandalyeden başarınızın zirvesine GURURla  çıkan bu  güzel kalbin yaşam öyküsü hepimize ibret olacak nitelikte…

1958 yılında İzmir’de doğmuş Onur Güntürk.  Hayatını alt üst eden bisiklet kazasını ise Zonguldak’ta sadece dört yaşındayken bir yaz günü geçirmiş. Sağ ayağını kesen paslı teneke yüzünden çocuk felci hastalığının o amansız pençelerine düştüğünde başlamış hayat mücadelesine. Henüz minicik bir çocukken, tam da oyun çocuğu olacak yaşında. Türkiye’de aylarca süren tedaviler sonuç vermeyince Almanya’daki dayısının yanına gönderilen Onur, ilk ayrılıklarını ve ilk acı derslerini orada tatmış ne yazık ki. Yaşından beklenmeyecek bir olgunlukla tam sekiz ay ailesinden ayrı kalma pahasına yabancı dil öğrendi. Çünkü tedavinin daha başarılı olması için o ülkenin dilini öğrenmesi gerekiyordu. Sonuçta dili kavrayınca ailesiyle yeniden bir araya geldi ve artık tedaviler tüm hızıyla başladı.

Sonuçta yürüyemeyeceği kesinleşti, ama en azından elini kolunu hareket ettirebilecekti.  Bir yandan okuluna devam ediyor, bir yandan ameliyatları sürüyordu. 
Okulundaki tek engelli Türk çocuk olmasına rağmen hiç isyan etmedi. Ve kendisini kitaplara, okumaya, araştırmaya verdi. Yeni şeyler öğrenme merakı onun hayata farklı bakmasını sağlıyordu. İşte bu bakış açısı, bu azim ve merak onu öğretim yıllarında başarıdan başarıya taşıdı. Ortaokul bittiğinde ailesinin de oturma izni de bittiği için doğduğu şehre geri döndüler. Lise üçüncü sınıfta katıldığı Tübitak yarışmasında 'balıkların siyah beyaz gördüğünü' kanıtlayan ve finale kalan Onur; aynı yıl liseden birincilikle mezun oldu.

Ardından Almanya’ya geri dönüp üniversitede psikoloji eğitimine başladı. Tezini beyin üzerine yaptı. Çocukluğundan itibaren ilgi duyduğu hayvanlar, onların hareketleri ve beyinleri üzerinde pek çok deney yaptı. İnsan beynine benzerliği olduğu için güvercin beyni üzerinde yaptığı ameliyatlarla tezini verip üniversiteyi de birincilikle bitirdi.

Okulda kalıp doktora yapmaya başladı. Özellikle beynin zedelenmeleri üzerine yoğunlaştı, bu zedelenmelerin sağ ve sol loplarda yarattığı farklılıkları inceledi. Artık onu tutmak imkansızdı.  İçindeki o müthiş öğrenme merakıyla beynin işlevleri üzerine iyice yoğunlaştı.  24 yaşında genç bir doktorken Bochum Üniversitesi Üstün Araştırmalar Ödülü’nü aldı. Sonra da aldığı bursla Amerika’ya gitti. Dönüşte Almanya’da doçentlik tezini verdi ve Alman Araştırma Fonu’nun bilim ödülünü kazandı.

35 yaşında elde ettiği profesörlük unvanıyla yetinmedi. Özellikle güvercinler üzerindeki çalışmalarına hız vererek; güvercinlerdeki   beyin asimetrisinin oluşum sürecini ve mekanizmalarını keşfetti. Bu keşif ona Almanya’nın en saygın bilim ödüllerinden Krupp Bilim Ödülü’nü kazandırdı.  Beş sene sonra  ise ordinaryüs profesör olarak bilimin en üst mertebesine erişti. Gerek yurt içinde gerekse yurt dışında çok sayıda ödül aldı. Bunlardan en sonuncusu ise geçtiğimizin yılın son ayında almış olduğu ve Almanya’nın Nobeli sayılan en büyük araştırma ödülü Leibniz Bilim Ödülü oldu.

Çocuk denecek yaşta başına gelen olumsuzluğu, olumlu hale çevirip; vazgeçmediği disiplin ve öğrenme aşkını en güzel şekliyle sonuçlandıran bu cesur yüreği; bilime kazandırdıkları ve bizlere yaşattığı bu güzel gurur nedeniyle ayakta alkışlıyorum ben.

Dünyada beyin alanında yaptığı buluşlarla, araştırmalarıyla, yazdığı bilimsel makaleleriyle en ön sıralarda yer alan bu önemli bilim adamının yaptıklarından da kısaca söz etmek istiyorum. Çünkü her biri gelecekteki pek çok hastalığa derman olacak nitelikte.

Sağ ve sol beynin birbirinden bağımsız çalıştığını, yani aynı işlevleri yapmadığını ispatlayan Onur Güntürk; beynin bu sırrını çözerek otistik ve parkinson gibi nörolojik hastalıkların tedavisinde önemli bir adım atmış oldu.  Güvercin beyninin her iki yarısının birbiriyle olan ilişkisini matematiksel modeller kullanarak ortaya çıkardı. Bunu çözmek için Belçika’da altı ay süren bir bilimsel araştırma yaptı. Sinir hücrelerindeki elektrik akımlarını, güvercin beynine yerleştirilen elektrotlarla kaydedip; beyin birimlerinin görevlerini ve ilişkilerini aydınlattı. Böylece beynin mimarisinin ilkelerini, temel yapı mekanizmalarını, işleyiş kanunlarını bulmuş oldu ki; bu da insanlarda unutkanlığı en aza indirmekten, bunamayı önlemeye kadar pek çok derde çare olacak nitelikte.

Bir başka araştırmada; bebekliğinde kafası sağ tarafa çevrili duran bir insanın, ileriki yaşlarda sağ elini kullanma yatkınlığına kavuştuğunu deneylerle kanıtladı.  Kültür farklılıkları olabileceği düşüncesiyle değişik hava alanlarında gözlemler yaptı. Sonuçta çiftlerin öpüşürken başlarını sağ tarafa çevirme eğilimi yüksekse; sağ el kullanma oranının yüzde 80 olduğunu  gözlemledi.  Bu duruma  ‘’Epigenetik faktör’’  deniyor ve  bu durum bebekliğimizde kafamızın yatırıldığı taraf, beynimizin çalışacağı tarafı etkiliyor şeklinde açıklanıyor ki buna öpüşmemiz, yazmamız ve söylenenleri anlamamız da dahil.

Çalışmaları bunlarla da sınırlı değil Onur Güntürk’ün.  Bunlardan bir tanesi kuşdili üzerine oldu. Bu dil dünyada sadece üç yerde; Türkiye’de ise bir tek Karadeniz Bölgesinde Kuşköy’de konuşulan bir ıslık dili. Tamamen ünlü seslerden oluşuyor, içinde ünsüz ses yok. Bu amaçla  Kuşköy’ de yaşayanlarla sağ ve sol kulakların algıladığı sesler üzerine pek çok deney yaptı. Dile bağlı olarak bir sinyal geldiğinde, sağ kulağın sesleri öncelikli olarak algıladığını fark etti. Şu  anda yunus balıklarının beyin ve seslenme sistemlerinin asimetrisi üzerinde yoğunlaşmış durumda.

Gelin sözlerimizi bilim aşığı Onur Güntürk’ün kendi sözleriyle yapalım ve onun hayata bakışına bu kez de kendi sözleriyle ortak olalım.

“Biliyor musunuz bütün bu yaptıklarımı, devamlı insanlara yardım etmek istediğim; hastaları iyileştirmek için yapmıyorum! Araştırmalarımın sonuçları, bilimsel bulgularım insanların yaşamlarını zenginleştirir; insanların yararına, hastaların tedavisinde kullanılabilir. Bunlar gerçekleşirse çok çok sevinirim. Ama, ‘Bilimi bunun için yapıyorum!’ dersem yalan olur... Çünkü benim asıl istediğim bilmek. Bilimsel çalışmalarımı, araştırmalarımı sonsuz  bir bilim tutkusuna kapıldığım için yapıyorum. Yeni bir şey bulmanın tutkusuna kapıldığım için her sabah koşa koşa üniversiteye, laboratuvarıma gidiyorum. Hayat boyunca sanki bir yelkenliyle, Kristof Kolomb gibi bir okyanusta dolaşıyorsunuz. Küçük adacıklar için siz kendiniz Kristof Kolomb oluyorsunuz. O koskoca bir kıtayı keşfetmişti. Siz bir kıta olmasa da, okyanustaki küçük küçük adaları keşfediyorsunuz. İşte bilimin özü budur. Bu tutku olmadan, bu heyecanı duymadan bilim olmaz.”

İşte bir hayat öyküsü…

İşte bir yaşam mücadelesi…

Ve sonuçta azmin elinden hiçbir şeyin kurtulmadığının, hedef ve hayallerin insanları hayata sımsıkı bağladığının gerçek sonucu…

Bu azim dolu öyküden haberdar olup hala yaşamın kıyısında yaşayanlara sözüm; bir an önce cesaretinizi toplayın ve hayatın içine balıklama dalın. Hayallerinizi yakalamak adına koşmayı ise hiçbir engele bakmadan tamamlayın. YAŞAM sadece SİZİN, SEÇİMLERİNİZ de.Önünüze çıkan hiçbir şey vazgeçmenize neden olmasın.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.01.2013



19 Ocak 2013 Cumartesi

TEBESSÜMLERİME KONAN HEDİYEM


TEBESSÜM etmek, gönlünce hayata GÜLÜMSEMEK…

ANları fark edip bu tebessümleri çoğaltmak…

Başka insanlarla paylaştıkça daha da büyümek, hatta kocaman olmak…

Adeta benim hayat felsefem oldu TEBESSÜMLERİM…

Ama gün gelip tebessümlerimin beni getireceği bu noktayı ben bile tahmin edemezdim. 2012 yılının son gününde, sabahın erken saatlerinde; öyle bir yeni yıl hediyesi ile karşılaştım, kalbi öyle NAİF bir insanla tanıştım ki ben bile şaşırdım.

Her şey, sabah benim tebessümlerimle başlamıştı yine; her yeni doğan günün sabahında olduğu gibi. Hava oldukça sertti, tam bir kış günü. Hele hele sabahın o ilk saatleri için. Birden içime dolan deniz özlemine daha fazla dayanamayıp, kendimi sahil kenarına attığımda buldum hediyemi ve değerine paha biçemedim.

Yürürken zaman zaman karşı karşıya geldiğimiz ve her seferinde tebessümüme içtenlikle tebessüm eden çok özel bir kalp sözünü ettiğim. Konumu, statüsü, mesleği, yaşı ve mevkii gereği tanışmayı düşünemeyeceğim kadar benden uzak; ama bir o kadar da tebessümlerimizin ortak paydasında yakın birisiydi.  Ve ben bu özel kalbi sadece tebessüm ederek yürümem sayesinde kazanmıştım.

Tebessümlerimizi konuşturduğumuz o kısacık ANlık zamanlarda sadece sımsıcak bakan mavi gözleri vardı benim için. Tanıştıktan, gerçek kimliğini öğrendikten ve ara ara yapmaya çalıştığımız kısacık ama özlü sohbetlerimizden sonra ise, mesleğinin ağırlığı ve bulunduğu şartların zorluğuna inatla direnen  yumuşacık bir kalbi olduğunu keşfettim. Ben onda; çoşkulu aryaların tınısını, o çok sevdiğim valsin insanın adeta başını döndüren büyülü dünyasını,  yaşanmış yıllarına inat içindeki o yaramaz çocuğun tatlı heyecanını gördüm. En olmadık çılgınlıkları yapacak kadar cesur olan ruhuna hayran kaldım. Yaşadığı evlat acısının gözlerine indirdiği buluta ve neme karşın, hayatı tebessümle ve ışıltıyla karşılayan mavi bakışlarında kayboldum.

Her bir sohbette farklı bir yönünü, her bir karşılaşma da farklı bir heyecanını görmek; hayatın farklı alanlarında olsak da, aynı düşüncelerde birleştiğimize tanık olmak ise inanılmaz bir keyif oldu benim için. Doymadım, doyamadım…

İnsan hayatında nelerle ve kimlerle karşılaşacağını, kimilerine teğet geçip giderken kimilerini hayat çemberinin içine alacağını kestiremiyor. Bu nedenle değil  midir ki hayat hep sürprizlerle doludur diye. Gerçekten de öyle. Hele hele bu sürprizler sizin tebessümlerinizi çoğaltan, yaşamınıza renk  katan insanlarsa değmeyin keyfine.

İşte ben, bir yılı uğurlayıp yepyeni bir yılı karşılamaya umutlarla devam ederken yaşadım böylesi güzel bir sürprizi. Tebessümlerimin beni getirdiği noktaya binlerce şükrederek sarıldım hediyeme. Bir insanı tanımak, çok ayrı kulvarlarda olsanız bile ortak paydanız olan tebessümlerinizde bir araya gelip iki çift laf edebilmek, bundan keyif almak; öyle herkese nasip olacak bir şey değil biliyorum ve ben kendimi bu anlamda çok ŞANSlı hissediyorum. Dilerim aynı şansı sizler de gün gelir yakalarsınız. 

Bunun için belki de tek şart birazcık TEBESSÜM…

Tebessümlerimi çok seviyorum… tebessümlerimle çoğalmayı da…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

05.01.2013 

12 Ocak 2013 Cumartesi

DOKUNMANIN GÜCÜ tam bir MUCİZE ( 2/2)


Dokunmanın MUZİCESİne kaldığımız noktadan devam ediyoruz; gerçek yaşam öykülerini okumadan geçmeyin derim ben...

Dokunmanın gücü bir de düşünce gücüyle birleştiğinde aslında pek çok hastalığa şifa da bulunuyor ve dünyanın pek çok ülkesinde bu konuda yapılan bilimsel araştırmalar bunu kanıtlayacak örneklerle dolu.

İngiltere’de Londra üniversitesi Nöroloji Bölümünden bilim adamları; aslında son derece karmaşık olan fiziksel ağrıyı azaltmak için ‘’KENDİNE DOKUNMA’’ yöntemini öneriyor. Yaralandığınızda, bedeninizin herhangi bir yerinde ağrı, sızı hissettiğinizde hemen elinizle o bölgeye dokunmanın ağrıyı sızıyı hafiflettiğini söylüyorlar. Çünkü otomatik olarak düşünce gücü hareket geçiyor ve kişinin o noktaya yoğunlaşması sağlanıyor.  Eğer elinizi çekerseniz ağrı aynı noktadan yeniden başlıyor.

Yine aynı araştırmada bu kez deneklere farklı sıcaklıktaki üç noktaya üç parmakları ile dokunmaları isteniyor. Bu noktalardan ikisi soğuk ve sadece bir tanesi yakıcı sıcaklıkta olduğu halde deneklerin parmaklarının üçü de yanıyor, hatta su bile topluyor.  

İşte tüm bunlar düşünce gücünün dokunmaya etkisinin en güzel örnekleri aslında.
Amerika Harvard Tıp Fakültesinde yapılan bir başka araştırma ise bize yine dokunmanın nasıl güzel ve iyileştirici gücü olduğunu adeta kanıtlar nitelikte. Doktorlar ameliyata girmeye hazırlanan hastaları iki gruba ayırıyorlar. Anestezi uzmanı ve psikologlar tarafından her iki gruba da önce ameliyat hakkında bilgi veriliyor. Ve ardından sadece bir gruba  dokunarak, sırtları sıvazlanarak güven duygusu da aşılanıyor. Ertesi sabah ameliyata girecek olan gruplardan ikincisi, yani dokunularak ameliyata hazırlananlar geceyi daha rahat bir uykuyla geçiriyor, ameliyata daha kolay hazırlanıyor, enfeksiyonlara kapılmadan ameliyattan çıkıyor ve sonuçta daha çabuk iyileşiyor. Diğer grupta ise uykusuzluk, enfeksiyona kapılma durumları gözleniyor.

Yine Amerika’da bir başka hastane araştırmasında; prematüre (erken doğan ) bebeklerin büyümesini sağlamak için dokunarak, masaj yaparak iletişim kurulduğunda; daha çabuk kilo aldıkları, daha düzenli uyudukları görülüyor. Ve bu bebekler ileri ki yıllarda da daha iyi iletişim kurabilen, daha hızlı odaklanan bebekler olarak büyüyorlar. Dolayısıyla Amerika bu araştırmayı biraz daha derinleştiriyor ve bakın nelerle karşılaşıyorlar? Her yıl Amerika’da 470.000 erken doğum gerçekleşiyor. Bu tür bebeklerin normal hale gelinceye kadar hastane ortamında steril şekilde bakılmaları ve hastane de uzun süre kalmaları gerektiği için; bu durum gerek ailelerine gerekse sigorta şirketlerine hayli yüklü bir bedele mal oluyor. Doktorlar; sadece süt verme aşamasında sırtı sıvazlanan bebeklerin normalden hızlı gelişme seyri izledikleri ve beklenenden kısa sürede taburcu edildikleri tespit edilince bu uygulamaya ağırlık veriliyor. Sonuçta bu basit dokunma terapisi sayesinde ülkeye önemli miktarda bir kaynak tasarrufu sağlanmış oluyor. Bu nedenle de hızla DOKUNMA ARAŞTIRMA MERKEZLERİ kurulmaya başlanıyor.

Şimdi gelin üç güzel GERÇEK YAŞAM ÖYKÜSÜNE göz gezdirelim beraberce…

İlkinde gelin Almanya’ya uzanalım. Birinci Dünya Savaşı sırasında anne babası ölen bebekler burada bakılmak üzere bir kreşte toplanıyor. Düzenli bakım ve beslenmeleri sağlandığı halde bebeklerin hepsi yaşamını kaybediyor. Ancak içlerinden bir tanesi yaşama sımsıkı tutunup hayatta kalmayı başarıyor. Nedeni ise geceleri kreşi temizlemeye gelen bir bakıcı kadının bu bebeğe özel ilgi göstermesi, temizlik sonrası kucağına alıp sevmesi. Ve sonuçta dokunulma ihtiyacı kısmen de olsa karşılanan bebek , o yaşam savaşını kazanıyor. İşte dokunmanın gücü ve büyüsü burada devreye giriyor.

Diğer iki öykü de inanılmaz aslında.

Britanya’da dünyaya gelen ikizlerden söz edeceğim şimdi sizlere. Bu ikizler dünyaya geldikten hemen sonra , doktorlar yaptıkları tetkik neticesinde sadece bir tanesinin yaşayabileceğini; diğerinin ise yaşam şansı olmadığını belirtiyorlar. Ve aldıkları kararla ikizleri AYRI kuvözlere alıp, tabiri yerindeyse diğerini ölüme terk ediyorlar. Ama aynı hastanede çalışan bir bebek hemşiresi ikizlerin ayılmasına dayanamıyor ve kimseye danışmadan ikizleri tekrar AYNI kuvöze alıyor. Ve mucize işte tam o anda gerçekleşiyor. Sağlıklı olan bebek, içgüdüsel bir şekilde ölümü bekleyen kardeşine koluyla sarılıyor. Ve bu sarılış anında etkisini gösteriyor. Hayatından ümit kesilen kardeşin kalp atışları ve vücut ısısı normale dönüyor. Böylece minicik bir bebek sadece DOKUNARAK, yaşamaz denilen ikizini hayata döndürüyor. Bu da tam bir dokunma MUCİZESİ örneği, sizce de öyle değil mi?

Bir başka öykü ise bu fotoğraf karesi ile ilgili. Yüzyılın fotoğrafı seçilen bu karede aslında fazla söze gerek yok, çünkü bu kare her şeyi tüm çıplaklığı ile anlatıyor. Henüz anne karnındayken tıbbi müdahale yapılması gereken henüz doğmamış bebek ameliyat sırasında operatörün parmağını SIMSIKI tutuyor. Kendisinden yardım ve güven beklediğini gösteriyor. İşte bu da bir dokunma MUCİZESİ değil de nedir?

İşte kültür tarihi dünyada ve bizde buna benzer pek çok örnekle dolu aslında. Hepsi de bize dokunmanın iletişimin en güzel, en etkili yolu olduğunu gösteriyor sadece.
Son sözler olarak sevginizi sınırsız yaşayın; coşkularınıza dokunmanın büyüsü de katarak aynı coşkuyla sarılın sevdiklerinize, arkadaşlarınıza… Şımartın hem kendinizi hem de onları; kısacası HAYATA DOKUNUN korkmadan , cesurca, özgürce dokunmaktan yana olun…

HAYATA DOKUNMAKTAN ÇEKİNMEYİN…

Ve dokunduğunuz her gizemli anı yaşam boyunca hep tebessümlerle hatırlayın. Dokunmanın iyileştirici gücünü hem kendiniz hissedin, hem de sevdiklerinize hissettirin… hayata daha olumlu bakmak ve hayatı daha çok sevmek adına…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.01.2013

DOKUNMANIN GÜCÜ tam bir MUCİZE ( 1/2 )


Bundan seneler önce PARMAK UCUNDAN KALBE DOKUNMANIN BÜYÜSÜ isimli bir yazı yazmıştım. Dokunmanın aslında insan yaşamında ne kadar önemli olduğunu kendimce anlattığım satırlardı onlar. Ve bugün yine dokunmanın gücünden bahsetmek; yeniden hatırlamak ve yaşantımıza soktuğumuzda aslında yaşama daha sıkı sarılmamızı sağlaması açısından, ne denli önemli olduğunu vurgulamak istedim.

Çünkü dokunmak gerçekten es geçilmeyecek kadar etkili yaşantımızda, bu nedenle hayata dokunmaktan çekinmemek gerekiyor galiba. Dokunmanın iyileştirici gücünü hissetmek, hissettirmek hem kendimize hem de sevdiklerimize olumlu pek çok kapıyı bir anda aralıyor üstelik.

Dokunma bizim beş duyumuzdan bir tanesi aslında. Ve insanlar yapıları gereği gözleriyle algıladıkları her şeyi işitme ve dokunma duyusu ile de tamamlamak istiyorlar. Böylece beynin hayal bölgesinde her şey daha somut hale geliyor. 

Derimiz, cildimiz ise en duyarlı organlarımızdan birisi. Her 1 santimetre karesinde 6 milyon hücre barındırıyor ki; bunlardan 500 tanesi, dokunduğumuz şeyler hakkında en önemli bilgileri liflerle beyne taşıyan sinir hücreleri. Böylece dokunduğumuz cismin niteliğini (yumuşaklığını, sertliğini) , sıcaklığını rahatça algılıyoruz. Vücudumuzun en hassas olduğu noktalarda ise dil ucu, dudaklar, burun ucu ve parmak uçları başı çekiyor. Ve işte bu nedenle dokunmanın gücü tam bir MUCİZE diyebiliyoruz.

Bakın bu konuda, her sözü adeta bir ders niteliğinde olan OSHO ne diyor?

‘’Sadece ŞEFKATLE DOKUNMAK iyileştiricidir. Çünkü insanın içindeki tüm hastalıklar sevginin eksikliğinden kaynaklanır.’’

Ne kadar doğru satırlar öyle değil mi? İleri ki satırlardaki gerçek yaşam öykülerini okuduğunuzda bu cümlelerin değerini daha iyi fark edeceksiniz aslında.

Sevgiyle dokunmak gerçekten tam bir şifa kaynağı ve bunu yapanlar dokunmanın gücünü, mucizesini bizzat yaşayarak hayatlarını daha anlamlı hale getiriyorlar. Sarılmak, kucaklaşmak, bağrına basmak, elini tutmak HEPİMİZ için aslında en değerli besin, yaşam iksiri gibi adeta. Özellikle bebekleri, çocukları sosyal hayata doyumlu hale getirmenin İLK ALTIN kuralı dokunmak, sevgiyi tüm hücrelerine yaymak. Ancak yaşımız kaç olursa olsun hepimiz hayatımızın her evresinde dokunulmaya sevgiyi hissetmeye ihtiyaç hissediyoruz. Çünkü dokunmak, sevgiyle iletişim kurmanın, insanları yatıştırmanın, rahatlatmanın en etkili ve güvenli yolu.

Yine insan hayatında öyle Anlar var ki… sözler çaresiz ve yetersiz kalır. İşte o anlarda yumuşacık bir dokunuş, içten bir temas devreye girdiğinde hem tüm duygularımıza hem de kalpten hissettiklerimize anında tercüman olur. Sizce de öyle değil mi?

Bu konuda gelin ‘’DOKUNMANIN MUTLULUĞU’’ kitabının yazarı Doktor Russ Rueger’in sözlerine kulak verelim. Şöyle der ünlü doktor; ‘’her yıl insanın beş duyusundan dördünü tatmin etmek için milyarlar harcanıyor. TV, film sektörü görme duyumuza; radyo, müzik sektörü işitme duyumuza; süpermarketler, restaurantlar tat alma duyumuza; kozmetik sektörü ise koku alma duyumuza zevk katıyor. Ancak dokunma duyumuz hep açıkta bırakıldı. Cinsellikle ilişkilendirilip yatak odasında zincire vuruldu. Halbuki dokunma gelişen ilk duyumuz… dokunma başlıca insani bir deneyim, güçlü bir araçtır. Ve toplumlar bu güçten korkarak bunu zincirlere vurdu ve dokunmanın kendisi ‘’dokunulmaz’’ oldu. ‘’

Ne kadar doğru aslında düşündüğümüzde, öyle değil mi?

Dokunmak NAİFtir, MASUMdur, İÇTENdir, SAMİMİdir… Arkasında başka neden aramaya da gerek yoktur bence. Önemli olan niyetimizin düzgün olması zaten.

Dokunmanın BÜYÜSÜ de bu masumlukta, bu naiflikte ve incelikte GİZLİ diye düşünüyorum ben. Hatta bazen öyle anlar olur ki, o dokunuşlarda;

*HAYAT ÇOŞKUSUNU AVUÇLARSINIZ.
*SEVGİ SAĞANAĞINDA ISLANIRSINIZ.
*GÜVEN DURAĞINDA KÖK SALARSINIZ kısacası HAYATA DOKUNURSUNUZ…

Dokunmanın MUCİZESİ bunlarla sınırlı değil, ikinci bölümde okuyacağınız gerçek yaşam öykülerine inanamayacaksınız... (devamı 2/2' de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.01.2013





Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...