30 Aralık 2013 Pazartesi

SEVGİNİN SICAKLIĞINDA 2014 YOLUNDA

Yepyeni bir yıl 2014. Kucaklamamıza çok az bir zaman kaldı. Sımsıcak sevgisiyle geliyor. İçindeki bin bir rengi ve mucizesi de cabası. O güzel tınıları duymanın; gökkuşağı misali renklerinin içinde kaybolup özgürce hayale dalmanın; içimizdeki kıpır kıpır çocuğu gülümsetmenin tam zamanı.

Takvimlerden sayfalar mı azalmış? Kimin umurunda.

Yaş hanemize bir çentik daha mı atılmış? Hepsi tecrübe hanemizin en güzel nişanları değil mi?

Hayat gerektiğinde sil baştan yaparak yaşamaksa o kadar da cesuruz aslında.

Hiç bir şey için geç değil hayatta. Yeter ki karar verdiğimiz anda harekete geçelim ve hayatımızı bir ressamın fırça darbeleri gibi özenle süsleyelim. Kendimize hak ettiğimiz değeri verelim.

Her yeni yıl yepyeni başlangıçları da içinde taşır. Görebilmek içinse yaşam enerjimizin yüzümüzdeki tebessüm kadar çoşkulu olması gerek. İşte bu nedenle bırakalım sırtımızda taşıdığımız tüm fazlalıkları. Kalbimizi acıtan tüm gönül yaralarını. Dünü dünde bırakmanın tadıyla yeni bir günü nasıl kucaklıyorsak; aynını yapalım bu yeni yıl için de. Olmaz mı?

Geçen senelerden kopup gelen, unutamadığımız için ağırlığını her daim hissettiğimiz hayal kırıklıkları, üzüntüler, yanlış anlaşılmalar, öfkeler, kızgınlıklar, nefret ve kin dolu duygular… Öyle kalabalıklar ki aslında farkında değiliz belki de. Ama inanın onları sahiplendiğimiz sürece kalbimizde bize, sevgimize, sevdiklerimize ve hayallerimize yer kalmaz.

İşte vakit tam da şimdinin vakti. Bir seneyi daha uğurlarken silkinme vakti. Kendimize sevgiyle bakıp, geçmişte yaşadığımız her ne varsa onlarla yüzleşme vakti. Yeniden kalbimizin acıyacak olmasına aldırmadan, içimize dönüp yaptıklarımızı ve yaşadıklarımızı cesaretle sorgulama vakti. Sonrasında ise önce kendimizi sonra çevremizdeki herkesi, her şeyi affetme vakti. Kolay olmayacak biliyorum, ama denediğinizde ve sırtınızdaki tonlarca ağırlıktan parça parça kurtulduğunuzda kendinizi bambaşka hissedeceksiniz, inanın bana.

Eğer tebessümlerle ve sevgi dolu gözlerle karşılarsak bu yeni yılı  her şey bambaşka olacak. Eğer mucizeler getireceğine ve tüm dileklerimizin gerçek olacağına kalben inanırsak; her yeni günümüz bir diğerinden kaliteli geçecek. Unutamayacağımız pek çok güzel anı hatıralarımıza eşlik edecek. Denemekten ne kaybederiz ki? Sorarım size.

Paylaşıldıkça  artan ve bir bumerang misali sahibine tekrar geri dönen üç naif duygu var benim çok sevdiğim.

SEVGİ, AŞK ve TEBESSÜM

Aşkın ışıltısında, sevginin sıcaklığında ve tebessümlerin güzelliğinde gelsin bu yeni yıl tüm dünyaya, güzeller güzeli ülkemize ve bizlere. Umutlarımızın çiçeklendiğini görmenin keyfinde kucaklayalım birbirimizi, sıcacık kalp dokunuşlarımızla, içimizi ısıtan sözcüklerle. Huzur katre katre içimizi sararken, gelecek yeni günleri kocaman tebessümlerle karşılayalım. Hep karşımızdakinden beklemeden, ilk adımı atıp ilk tebessümü biz gönderelim hiç tanımadıklarımıza. Yerini öyle güzel bulacaklar ki hiç şüpheniz olmasın. Ve siz bunu hissettiğinizde tebessümünüz yüzünüzün ayrılmaz bir parçası olacak.

Daha anlayış dolu olmanın, empati yaparken karşımızdakileri saygıyla dinleyebilmenin, gönül gözümüzle baktığımız herkesi ayırım yapmadan sevmenin yılı bu yıl. İçimizdeki güzellikleri çoğaltacak, saygının gölgesinde yaşam kalitemizi daha üst noktalara taşıyacak bir yıl. Ben heyecanla ve merakla bekliyorum yaşayacaklarımızı. Hep iyi şeyler olmasına, hep güzelliklerde bir araya gelmemize olan inancımla. Her birinizin yüreğine kocaman tebessümler gönderiyorum tüm güzel dileklerimle beraber.

Sizler de bana katılın istiyorum. Paylaştıkça çoğalan, BİRken BİN olan tebessümlerle çok daha güzel bakalım birbirimize. Yeni yılın çoşkusu kalplerimizde, hayallerimiz kucağımızda kocaman bir adım atalım 2014’ ü karşılarken.

Elele yürek yüreğe verdiğimiz, BİRden BÜTÜNE ulaşıp çoğaldığımız, tüm zorlukların su gibi akışta olduğu bir sene olsun hepimiz için.

Sımsıcak sevgisi ise gelen 2014… HOŞGELDİN SEFALAR GETİRDİN…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.12.2013




21 Aralık 2013 Cumartesi

KIZGIN BİR ÇELİK TAVA KIVAMINDAYIM…

Hani çok bildiğimiz bir tabir vardır uzmanların öğütlediği. ‘’Teflon tava gibi olacaksın, dertleri üzüntüleri ve varsa kaygıları üzerine yapıştırmadan kurtulacaksın. ‘’ Bırakın bu tabirin yakınından geçmeyi; gün geliyor insan kendisini kızgın çelik bir tava gibi hissedebiliyor. Ve üzerinize ne düşerse yapışıp kalıyor. Kazınsa dahi derin izleri hiç silinmiyor.

Nereden mi geldi aklıma? Kızgınlıklarımızla ilgi düşünürken.  Hal böyle olunca duygu harmanımızı eşelemek istedim. Bakalım bu sefer hangi yakıcı duygumuz, bize nasıl oyunlar oynuyor? Yine uzmanların satırlarından yola çıkmakta fayda var elbette.
Artık pek çoğumuz biliyoruz ki, ne düşünürsek, nasıl davranırsak aynısını kendimiz yaşıyoruz. Kızgın ve çelik tava kıvamına geldiğimizde ise zararın büyük bir kısmı yine kendimize. Teflon tava kıvamında olmayı başarmak bir mucize mi peki? Elbette değil. Düşünsenize üstelik o kuvvetli yapının üzerine çekilecek teflon katı ile neler başarabileceğimizi.

Bunun ilk adımı kendimizin nerede olduğunu görmek. Olumlu olumsuz yanlarımızla yüzleşmek. Sevmek ve affetmek. Önce kendimizi. Sonra da etrafımızdakileri. Ancak bu şekilde hafifleyebiliriz. Kendi enerjimizin farkına varıp hayallerimize sarılabiliriz. Sırtımızda affedemediğimiz olay ve kişilerin yükleriyle, hangi hayal balonunu uçurabiliriz ki sorarım size? Bir şekilde kaldırsak dahi bir süre sonra yere çakılacaklar tabiri yerindeyse.

Affedemediğimiz noktada başlıyor zaten kızgınlıklarımız. Önce kendimize sonra başkalarına. Söylemediğimiz cümleler içimizde kabarıp çoşarken biz kızdıkça kızıyoruz hayata. Bilmiyoruz ki bu arada üzerimize serpilen sevgi damlaları buhar olup uçuyor. Belki bir belki iki damlayla ateşimiz sönecekken ve onlar sayesinde akışa katılacakken ama hayır. Biz kızgın olmayı seçiyoruz. Neden peki? Hayatın zorlukları mı? Çektiğimiz dertler mi? Elbette herkesin yükü kendine ağır. Ama bizler hayata küstükçe, o minicik sevgi damlalarını görmezden geldikçe nasıl durulacağız ki?

SEVGİ her şeyin en güzel ilacı demiyor muyuz her daim? Gün olur bir satırda buluruz o nadide damlaları, gün olur bir arkadaşımızın gözlerinde. Belki gülümseyen bir çocuğun masum yüzünde. Belki ansızın çalan bir telefonun sesinde. Belki de hiç beklemediğimiz anda geliveren bir mailde. Ama görebilmek, hissedebilmek için kızgınlıktan arınmak gerekiyor, diğer olumsuz duygularda olduğu gibi.

Anlıyorum sizi, incindiniz. Ruhunuz yaralandı bir kez. Ve siz de kızgınlıkla karşıladınız yaşadıklarınızı. ‘Ben karşımdakine böyle davranmadım ve bunu hiç hak etmedim’ diyorsunuz belki de iç sesinizle. Hepsi kabul. Haklısınız da. Hepimiz aynısını yapıyoruz zaten. Üstelik uzmanlar; kızgınlık duygusu dozunda ve yerinde kullanılırsa sınırlarımızı belirleme de yardımcı olduğunu dahi söylüyor. Ancak gurur yapıp,  öfkeye, hiddete dönüştürmek ve daha da fenası içimizde biriktirmek felaketimiz gibi adeta.

Yapılacak ilk şey ne peki? Kızgın olduğumuzu kabul etmek. İtiraf edelim ki; bu kabullenişte bile ne denli zorlandığımız ortada. Ama deneyeceğiz başka çaremiz yok. Ardından uygun zaman ve yerde bunu karşımızdakine doğrudan belli etmek. Açık açık konuşmak en iyisi. Elbette zarafetle, bize yakışan şekliyle.

Tıpkı ünlü Yunan düşünür Aristo’nun dediği gibi;
 “Kızgınlığı doğru kişiye, doğru zamanda, doğru ölçüde, doğru yolla doğrudan ifade etmek gerekir.”

Sırada kendimizi suçlamaya başlamadan rahatlamaya çalışmak var. Kendimize iyi gelecek herhangi bir yöntemle. Bunu en iyi kendimiz deneyerek öğrenebiliriz. Önemli olan o baskıyı üzerimizden atmak. Kızgın tava olmadan serinlemeye çalışmak. İşte bu noktada o sevgi damlacıklarını dört gözle aramak. Fark ettiğimiz noktada gülümsemek, ses vermek, uzatılan eli tutmak için çaba göstermek. Hepsi damlaların sayısını artırmak adına.

Her zaman derim; gerçekten de kızdığımız da elimize hiçbir şey geçmiyor. Sadece kendimizi yiyip bitiriyoruz o kadar. Enerjimiz azalıyor. Hayat daha çekilmez görünüyor gözümüze. Ve biliyor musunuz kızgınlıklarımızın temelinde yatan gerçek sebebi? Korkularımız. Uzmanlar böyle diyor. Özellikle de suçlanma ya da güçsüzlük korkusu bunun başlıca sebebiymiş.

Ben kızgınlığımızı sıcak çelik tavaya benzetmiştim. Bakın Avustralya yerlileri Aborjinler neye benzetiyor? "Bir Çift Yürek" kitabının yazarı Amerikalı ünlü kadın yazar ve metafizikçi Marlo Morgan’ın satırlarıyla.

‘’Bir kimse kızdığı zaman, yaşam enerjisi; su gibi akmak yerine, her iki tarafa itilir ve keskin uçlu bir hale gelir. Bu, bedenin içine girer ve organlara zarar verir. Kızgınlık aynı, bedende yara açan ve çıkarılması zor bir mızrak gibidir. Gücenmenin de uçları sivridir ama onunkilerin uçlarında bir diken vardır. İnsanın içine saplanıp daha uzun süre orada kalır. Zaman bir dairedir. Bizim ilişkilerimiz de. Bizler yaşamın ilk yıllarında her bir daireyi (ilişkiyi) kapatmanın önemini öğrendik. Eğer bir anlaşmazlık varsa biz bu çözümlenene kadar uyanık kalırız. Yarın ya da ileri ki bir tarihte çözüm bulmayı umarak gidip uyumayız. Çünkü bu, daireyi uçları kırılabilir bir halde açık bırakmak olur. Eğer yüreğinde başka insanlara karşı kötü duygularla yürüyüp gidersen; bu yaşamının başka anlarında yinelenecektir. Bir kez değil, dersini alana dek defalarca acı çekersin. İncelemek, öğrenmek, olanlardan ders almak ve huzur içinde yürüyüp gitmek en iyisidir."

Öyle güzel özetlenmiş ki yapmamız ve yapmamamız gerekenler. Bile bile kendi bedenimize hasarlar veriyoruz aslında. Unutmadıkça, affetmedikçe de o hasarlar hiç kaybolmuyor. Öyle değil mi? Biraz cesaret, biraz özveri; SEVGİnin bir damladan binlerce damlaya dönüşmesi demek. Önce içimizde çoğalsın bu damlalar. Sonra da etrafımıza dağıtalım cömertçe. Ruhumuz ışıl ışıl olsun.

Amerikalı bir bilim kadını ve aynı zamanda psikoterapist olan Barbara Ann Brennan; kendimizi iyileştirebilecek tek kişinin yine kendimiz olduğunu belirtir her yazısında. Ve böylece güçleneceğimizi vurgular. Yazılarından çıkardığım ana hatları paylaşmak isterim.

Değişime hazırlanmak,
Korkmayı bırakmak,
Hayal ettiklerimize ve özlemlerimize yoğunlaşmak,
Hayatın zorluklarını(acı, hastalık, sorunlar) bir vesile gibi kabul etmek,
Cesaretle ruhumuzun ışığını ortaya çıkarmak,

Önce kendimizi mutlu etmeye çalışmak ve sonra etrafımızdakilere yaymak.
Başta biraz zorlayıcı gibi dursa da aslında hepsini biliyoruz. Biliyoruz ama yapmıyoruz ya da yapamıyoruz. Neden mi? Çünkü kalbimizin, ruhumuzun kilitlerini açamıyoruz. O kilitlerin ardında yaşamayı, yaşamak zannediyoruz. Belki deniyoruz kendi çapımızda. Ama bir kez olmayınca hemen küsüyoruz hayata, hatta kendimize. Böyle yaptığımızda sadece zamanı öldürdüğümüzün farkına varamıyoruz. Üstelik yaşamın güzellikleri bizim bu aheste takılmalarımızı beklemiyor. Saatler günler aylar birbirini kovalıyor. Bunu hiç unutmamak gerek.

Ama olsun belki vakit ŞİMDİ gelmiştir. Belki doğru zaman sizin için, benim için, bizler için ŞİMDİKİ zamandır. Hiçbir adım için geç değil. Yeter ki kalben inanalım. Ve ilk adımı sevgiyle atalım. Olmaz mı?

Gelin son sözlerimizi M.Ö. 2000’li yıllarda yazılmış bir Hitit duvar yazısında yer alan duaya verelim. ‘’Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR, ikisi arasındaki farkı bilmek için AKIL ver!’’

Ben inanıyorum hepimizde bu özellikler var. Cesaretle değişebilir, sabırla dayanabilir, akılla hayatın zorlu kulvarlarındaki koşuda neyin ne olduğunu net bir şekilde fark edebiliriz. Işıltısı göz kamaştıracak bir ruh mu? Yoksa yer yer lekeler içinde kalmış hatta dibi aşınmaya yüz tutmuş kızgın bir çelik tava olmak mı? Tercih sadece BİZİM KENDİMİZİN.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

18.11.2013


20 Aralık 2013 Cuma

Yılbaşı Hediyelerinizi Almadan Önce Bu Önerilere Kulak Verin

Yeni yıl heyecanının hepimizi iyiden iyiye sardığı bugünlerde, bir yandan yılbaşı akşamı için planlar yaparken bir yandan da “ne hediye alacağım?” endişesi içerisine giriyoruz. Yılbaşına kısa bir zaman kala alışveriş merkezlerinde telaşla gezmek yerine sizin için hazırladığımız alternatif hediye ve kampanya önerilerini mutlaka inceleyin!

Sizin için ilk seçtiğim hediye alternatifi ev hediyesi almayı düşünenlerin oldukça ilgisini çekecek!

2014'ün en güzel kahvaltıları, en hoş sohbetleri için Vestel’in sunduğu kahvaltı setlerine mutlaka göz atın derim!


Vestel yılbaşına özel hazırladığı kahvaltı setleri ile hediye alışverişini kolaylaştırıyor. Kırmızı, Inox ve Siyah Kahvaltı Setleri hem şıklığı ile göz dolduracak, hem de sevdiklerinizi çok mutlu edecek. “Hediyem yılbaşı ruhuna uygun olsun!” diyenler için kırmızı set ideal bir seçim.

Vestel Inox Su Isıtıcı, Dijital Tost Makinesi, Türk Kahve Makinesi'nden oluşan Inox set de çok şık ve pratik bir alternatif. Bu setin farkı ızgara olarak da kullanılabilen Vestel Dijital Inox Tost Makinesi.

Modern ve şık bir hediye arayanlar içinse önerimiz Siyah Set. Vestel Siyah Su Isıtıcı, Ekmek Kızartma Makinesi ve Filtre Kahve Makinesi içeren bu set farklı tasarımı ile benzersiz bir hediye olmaya aday.

Setler için buradan online sipariş verebilir, ücretsiz kargoyla hemen hediyelerinize kavuşabilirsiniz! Unutmadan, Vestel Kahvaltı Setleri 2014 yeni yıla özel hazırlandı. Yılbaşı’ndan sonra bu şekilde set olarak bu fiyatlarda bulmanız pek mümkün değil. 

Özel, başka hiçbir yerde olmayan bir hediye arıyorsanız Vestel'de harika bir öneri daha var: Yılbaşı özel tasarımlı Türk Kahvesi Makinesi yeni yıla özel indirimli sadece 59 TL!

Yeni yıl, yeni umutlar, yeni hediyeler… Peki 2014 için dileğiniz hazır mı?

Siz sevdiklerinizi unutmayıp yeni yıl hediyeleri alırken Garanti de sizi unutmamış!
2013 yılını geride bırakırken yeni yıldan yeni dilekler eksik olmuyor. Yeni yıla girerken Garanti Bankası bazılarımızın dileklerini duymuş gibi sosyal medya takipçilerini sevindirecek bir kampanya yapmış!

Yeni yıl hediyeniz Garanti Link’ten!

Yıl boyunca farklı kampanyalarla fırsatlar sunan Garanti Link, 2014’e girerken çuvalını hediyelerle doldurmuş bir Noel Baba gibi bacanızdan inmeye hazırlanıyor. Günde en az 10 kere kontrol ettiğimiz sosyal medya hesaplarımızı Garanti Link ile Link’leyerek 14 şahane hediyeden birini kazanmaya hak kazanıyoruz. Televizyondan tablet bilgisayara, telefondan fotoğraf makinasına kadar birbirinden değerli hediyelerden birine sahip olmak çok da kolay. Benim dileğim yeni yılda sevdiklerimle her anımı ölümsüzleştirebileceğim bir fotoğraf makinası. Sizin dileğiniz ne?


Siz de buradan sosyal medya hesaplarınızı Link’leyin, 14 şahane hediyeden birini kazanma şansı yakalayın!.

Diğer bir önerim ise moda ile teknolojiyi bir araya getiren Samsung Galaxy Gear! Çarpıcı renk seçenekleri, ince ve zarif tasarımı ile giyilebilir teknolojileri günlük yaşama daha da entegre eden Samsung Galaxy Gear alan herkese, 32GB microSD kart hediye ediliyor. 31 Aralık’a kadar geçerli olan kampanya ile hem yeni yılın en şık hediyesi olmaya aday Galaxy Gear’a, hem de yeni yılda en güzel anılarınızı rahatça saklayabileceğiniz 32GB microSD karta sahip olabilirsiniz.


Yenilikçi ve modaya önem veren kullanıcılara siyah, beyaz, gri, turuncu, sarı ve roze gibi çarpıcı renk seçenekleri sunan Galaxy Gear, 1.9 megapiksel BSI sensörlü kamerası ve 1.63 inç Super AMOLED ekranı ile kullanıcıları cezbediyor.

Telefonunuz cebinizdeyken bile bağlantıda kalmanızı sağlayan Galaxy Gear’da bulunan dahili hoparlör sayesinde telefonsuz konuşma deneyimini sunuyor. Örneğin, bir yandan yılbaşı partiniz için hazırlanırken, diğer taraftan telefon konuşmalarınızı yapabilir, alarmınızı kurabilir, mesaj yazabilir ya da takvim girişlerinizi oluşturabilirsiniz.

Kampanya hakkında detaylı bilgi için buraya tıklayın: http://www.samsung.com/tr/campaigns/galaksidenhediye/


Bir boomads advertorial içeriğidir.

14 Aralık 2013 Cumartesi

KÜÇÜK KADINLAR

Eskiden sadece bir roman ismi olarak hatırladığımız iki kelime. Amerikalı ünlü kadın yazar Louisa May Alcott'un nesilden nesile aktarılan çarpıcı hikayesi. Bir klasik aynı zamanda, çocukluk yıllarımızda hemen hepimizin okumayı tercih ettiği… 

Ama şimdilerde bu iki kelime bizlere bambaşka şeyler çağrıştırıyor. İçimizi acıtıyor. Yeri geliyor kanımızı donduruyor. Minicik kızlar henüz oyun çağındayken, annelerinin kucağından kopartılıp; anlamını dahi tam olarak çözemediği bir kabusun içine sürükleniyor. Hiç tanımadığı, genellikle kendinden yaşça büyük adamlarla evlendiriliyor.

Bu ne yaman bir çelişkidir böyle. Küçücük kadınlar yaratıyoruz kendi ellerimizle. Bile, isteye.

Peki neden?
Ailenin geçim sıkıntısı mı? Yoksulluğun o kahredici, yıkık, köhne duvarları mı?
Önerilen başlık parası mı?
Haneden bir boğazın daha eksilmesi ihtiyacı mı?

Nedenler o kadar çok ki. Ama cevapların hiç biri bu kararı haklı çıkarmıyor. Çünkü sebebi her ne olursa olsun asla kabul edemediğim bu durum; biliyorum ki pek çoğumuzu rahatsız ediyor.

Henüz anne sıcaklığına muhtaç, öğreneceği pek çok deneyimden yoksun, hayatın ne demek olduğunun farkında dahi olmayan minicik yürekler onlar. Genç kızlığa adım atarken yaşayacağı zorlu yolları bilmeden evlendirilmeleri nasıl bir trajedidir aslında.

Ha kolundan tutup karanlık, izbe bir kuyuya atmışsınız; ha hiç bilmediği, tanımadığı, bir adamla evlendirmişsiniz; ne fark ediyor ki? Korku aynı korku. Üstelik karanlığa bir süre sonra alışır insanın gözleri. Görebildiği noktada da korkusu diner. Ama ya evlilik öyle mi?  Her gece bir başka kabusla inler minicik bedenleri. Acı çeker, feryat eder ama kimseler sesini duymaz. Duymak istemez. Gözyaşları en yakın arkadaşları, sırdaşları olur o çaresiz gecelerde.

Hangi birine ağlasın ki küçük kadınlar? 
Ana babasından, kardeşlerinden; çok sıcak olmasa, arada sırada horlansa da yuvasından ayrılmasına mı?
Eşinin kaba saba hareketlerle her gece kendisine yaklaşmasına mı?
Kabus dolu gecelere mi?
İtilip kakılmaya mı? Her geçen gün şiddeti artan dayaklara mı?
Özlediği ailesini görmesine dahi izin verilmemesine mi?
Şansızlığına mı? Kaderine mi?
Okuyamamasının verdiği ezikliğe mi?
Yok olup giden hayallerine mi?
Kendisi daha çocuk olduğu halde, anne olması için zorlanmasına mı?
Sırtına yüklenen tonlarca ağırlığın altındaki sessiz çığlıklarına mı?
Neye ağlayacaktır küçük kadınlar?

Küçüktür. Hem de çok küçük. Haliyle hataları olacaktır. Her bir hata sonrası yediği dayaklar canını acıtsa da; dertleşecek, korkularını, ızdırabını paylaşacak kimsesi de yoktur üstelik.

Peki bizler ne yapıyoruz? Henüz oyun çağındaki yavrularımızı yuvalarından koparırken içimiz acımıyor. Genç kız olamadan, kadın olma yoluna doğru kendi ellerimizle iterken; hayatlarını nasıl kararttığımızın farkına dahi varamıyoruz.

Cahillik mi? Bilgisizlik mi? Eğitimsizlik mi? İsmini varın siz koyun.

Sadece evlenmekle de bitmiyor ki çilesi. Ardından çocuk problemi başlıyor. Bedeninin gelişmesi bile beklenmeden, zorla henüz  14-15 yaşındayken hamile kalıyor. Kendisine, evine bakmanın sorumluluğuna bir de minicik yavrusu ekleniyor. Hayatı henüz sorgulayamazken çocuğuna bakması isteniyor. Aradan birkaç yıl geçiyor ya da geçmiyor, 18 yaşına varamadan ikinci kez hamile bırakılıyor. Zorlukla taşımaya çalıştığı yüklerine bir yenisini daha eklemek için. Kendi fikri mi? Haşa… Kocası kendi zevkinin peşindeyken, içinde yaşadığı aile yüzüne bile bakmazken; küçük kadının fikrini almak da neyin nesi?

Kimse umursamıyor sanki küçük kadınların dramını. Toplum olarak bizler sessizce izliyoruz. Var olan koruyucu yasalar ve caydırıcı cezalar yetersiz. Hal böyle olunca, her gün küçük kadınlara yenileri ekleniyor.

Sevgiden mahrum yavrular, sevgisiz bir ortamda kucaklarında kendi yavruları ile hayatın içindeler. Yaşıyorlar bir şekilde. Evet karınları doyuyor belki ama ya ruhları? Onu kim doyuracak? O sevgisiz ortamda büyürken kendi çocuklarına ne olacak?

Hep demiyor muyuz, sevgi her şeyin en güzel merhemi diye. Ama görmediğiniz, tatmadığınız o sıcacık duygudan yoksunsanız; yaşatamazsınız ki. Üstelik bence bir insanın ruhunun açlığı karın açlığına da benzemez. Daha vahimdir. Getirileri ve sonrası daha zorlayıcıdır.

Hepimiz bir zincirin halkalarıyız. Ve küçük kadınlarımızı bu halkaya böyle yarım yamalak yine bizler ekliyoruz. Sonrası mı? Sonrasında hepimizin içinde olduğu halka en zayıf yerinden kırılıyor. Yani bu sorun tek taraflı değil. Sadece bu dramın sebebi ve vesilesi olan aileleri değil, toplum olarak hepimizi ilgilendiriyor.

Çünkü kadın bir eş, bir arkadaş, bir sevgili, bir dost ve her şeyden öte bir anne. Ona bahşedilen doğurganlığı ile nesillerin devamını sağlayan. Var mı daha ötesi ? Yok. Sadece bu sebeple bile el üstünde tutulması gerekirken; aşağılanan, hor görülen, dayaktan kırıp geçirilen, bir anlık öfke nöbetlerini üzerine kustuğumuz, hiç yokmuş gibi davrandığımız, kafamıza esince terk edip gittiğimiz, yeri gelip kapı dışarı attığımız, bir an bile fikirlerini almayı aklımıza getirmediğimiz yine onlar. Sözün kısası kadın olmak bir lütuf, ama  bedelleri çok ağır. Küçük kadınların korkunç dramı ise madalyonun öte tarafı.

Yazı yazmayı, paylaşmayı ve bu yolla çoğalmayı çok seviyorum. Ancak bazı konular var ki dayak gibi, şiddet gibi ya da küçük kadınlar gibi; klavyemin tuşlarına basarken bile onları incitmekten korkuyorum adeta. Bir kadın olarak, bir genç kız annesi olarak içim bir başka yanıyor o minicik yavruları düşündüğümde.

Ama her yazımın sonunda mutlaka umutlara sarılmaya çalışıyorum. Bu kez de aynını yapalım istiyorum. Eğitimle çözüleceğine inandığım bu drama gelin beraberce dur diyelim. Küçük kadınların sayıları daha fazla artmadan toplum olarak bilgilenelim. Bu travmanın hepimiz için zorlayıcı olduğunu dilimiz döndüğünce anlatalım. Anlatalım ki küçük kadınlar yerine; oyuna ve sevgiye doymuş çocuklarımız, cıvıl cıvıl, umut dolu genç kızlarımız olsun. Yarının anneleri, KADINLARIMIZ el üstünde tutulsun.

Tebessüm dolu yarınlar için, umutlarımızı yeşertmek için, sıcacık yuvaların kurulması için, daha güzel bir gelecek ve nesil için; SEVGİ ve EĞİTİM önceliğimiz olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

04.12.2013


7 Aralık 2013 Cumartesi

KORKMA! SEVGİNİN GÜCÜNE İNAN! (2/2)

Korkularımızdan nasıl mı kurtulacağız? Cevabı ünlü Hintli düşünür Osho’nun özel satırlarında saklı;

‘’Kendi karanlığından KORKMA. Hepsi sensin. Dışarıda tehlike yok. Hiç kimse zarar veremez sana. İçindeki karanlığa dönüp de bakabilirsen AYDINLANACAKSIN. Hadi bu kez dön ve bak ona. Yüzleş. O zaman, ne yalnızlıktan, ne ölümden, ne de düşlerinden korkacaksın... ‘’

İşte bu kadar basit aslında. Belki de korktuğumuz kadar bile yoktur korkularımız. Belki de sabun köpüğü gibi yok olup gidecektir hepsi. Ne zaman mı? Bizler aslında korkulacak hiçbir şey olmadığını fark ettiğimizde. Tıpkı çocukken karanlıktan korkmalarımız gibi. Karanlıkta göremediğimiz noktada; canımızı yakacak bir şeylerin varlığı değil midir en çok içimize korkuyu salan. Işık açıldığında bir de bakarız ki 
korkacak bir şey yokmuş. İşte başa çıkamadığımız korkularımız için de aynını yapalım mı? İçimizdeki ışığı yakıp bakalım. Korkacak hiçbir şey olmadığını, çoğunun bizim endişelerimizden kaynaklandığını göreceğiz. Kısacası bilinçli bir şekilde korkaklığımızdan sıyrılacağız. Her ne durum için hissediyorsak artık. Önemli olan bu yüzleşmelerde ruhumuzu nadide bir elmas gibi korumak, dengede kalmayı başarmak. O zaman gelsin huzur, gelsin hayatın en güzel renkleri ve sıcacık sevgi dolu enerjiler. Biliyorum kolay değil. Ama hayatımızın tüm enerjisini alan korkaklığımızı sevginin iyileştirici gücü ile yenebiliriz. Biraz gayret ve bolca inanma olsun  yüreklerimizde; yeter bence.

İşin bir başka gerçeği daha var. Bu soruya tüm iyi niyetimizle cevap verelim mi? Hepimiz canımızdan çok sevdiğimiz çocuklarımızı yetiştirirken bile içlerine korku salmıyor muyuz? Bazen o çok çaresiz kaldığımız noktalarda bilerek yapıyoruz hatta. Bazen de bilmeden, kendi korkularımızdan küçük dilimler kesip yediriyoruz kendi ellerimizle. Ve o korkular bilinçaltına yer etti mi bir daha çıkması yıllar alıyor maalesef.

O halde ne yapacağız? Adımlarımızın önündeki bu devasa seti çekip almanın yolu, korkunun içimizde bizler tarafından yaratıldığını kabul etmek. İşte onu kabul ettiğimiz noktada, Zümrüdü Anka Kuşu bizi kanatlarıyla havalandırmaya hazır. Ah bir inanabilsek. Özgürlüğümüzü, enerjimizin renkli dünyasını bir keşfedebilsek. Dışarda bizleri tehdit edecek olaylardan korkularımızla kurtulamayacağını bir bilsek. Korkarak aslında istemediklerimizi hayatımıza çektiğimizi bir anlasak…

‘’Önce korkarız, sonra da en çok korktuğumuz şey her ne ise, onu yaşamımıza bilinçsizce davet ederiz. Korkunun kendisi, korkulacak şeyi yaratır ve bizim onunla karşılaşabilmemiz için gizlice plan yapar.’’ Bu cümleler İtalyan sosyolog, yazar ve vizyon sahibi bir eğitmen olan Stefano D’Anna ‘ya ait.

Gerçekten de ne zaman aklımıza bir korku düşse, çok kısa zamanda onunla yüzleşiriz öyle değil mi? Ve korkularımız bir mıknatıs gibi çeker diğerlerini. Ruhumuza zarar verir, bizi adeta tutsak eder. Ama ya sevgi öyle mi? Sıcacık sararken içimizi, ruhumuzun en güzel merhemi değil mi sizce de? Paylaştıkça çoğalan, içimizi rengarenk yapan o vazgeçemediğim duygu.

"Düşlerinizi kovmayın, çünkü onlar gidince belki siz kalırsınız ama, artık yaşamıyorsunuz demektir"  diyor Mark Twain. 

O halde korkular yerini sevgiye bıraksın. Hayallerimiz adım adım gerçeğe dönüşsün. Hayatımızı cennet gibi yaşamak varken korkunun o soğuk ve puslu kulvarlarında ne işimiz var ki bizim. Üstelik hayallerimizle yaşıyor içimizdeki çocuk. Hayallerimizle gülüyor, kıkırdıyor mütemadiyen. Ne hayallerimizi ne de içimizdeki çocuğu küstürmemek adına yüreğimizdeki sevgimize sığınalım mı? Belli olmaz, belki  bugün belki de yarın tatlı bir sürprizle çalıverir gönül kapımız.

‘Rüyalar Tesadüfler Hayaller’ kitabının yazarı Avustralyalı Robert Moss’un çok sevdiğim bir cümlesiyle yazımı noktalamak istiyorum.

‘’Ruhun tutkuları mucizeler yaratır.’’

Anlamının derinliğinde kaybolup gitme zamanıdır şimdi. Ruhumuz sevgilerle dopdolu olduğunda ne korkuya ne de başka olumsuz duygulara yer olmaz orada.
KORKMA! SEVGİNİN GÜCÜNE İNAN! RUHUNUN TUTKULARINA SIMSIKI SARIL! HAYATINDA MUCİZELERE YER AÇ! Ben buna inanıyorum, inanmak istiyorum. Zaten yaşamak başlı başına bir mucize değil mi? Ne dersiniz?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

11.11.2013


KORKMA! SEVGİNİN GÜCÜNE İNAN! (1/2)

‘’Kendi kendime konuştum bazen evimde,
Hem kızdım hem güldüm halime,
Sonra dedim ki “söz ver kendine”
Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin,
Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin,
Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin.
KORKARAK yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin.
Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım
Öyle çok değerliymiş ki zaman, hep acele etmem bundan, anladım.’’

Bu güzel satırlar ünlü Alman filozof ve şair Friedrich Wilhelm Nietzsche’ye ait.

Hayatı seyretmek değil, bizzat içinde olup yaşamayı seçenlerdeniz hepimiz. Yeri gelecek azgın dalgalarda olacak, fırtınalar da. Ama süt liman denizi kimse elimizden alamaz biz izin vermediğimiz sürece. Her şey bizimle başlıyor ve bizde bitiyor. Öyle değil mi?

Evet kafamızın içinde dolaşıp duran pek çok olumsuz düşünce var. Üstelik ne zaman geliyorlar fark edemiyoruz bile. Ve çoğu bizim hayata bakışımızı fena şekilde etkiliyor. Adeta bize DUR diyor. İşte korkularımız da bu olumsuz düşüncelerin başında geliyor maalesef. Peki korku nedir gerçekten, neden korkarız?

‘’Korku ilginç bir duygudur. Kan akışını, kalp atışlarını, solunumu, düşünceyi, sindirimi her şeyi bozar.  Bazı şeyleri sona erdirir. Korkunun içimizde yol açtığı zarar işte böyledir.’’ der Amerikalı ünlü kadın yazar Marlo Morgan.

Gerçekten de korku devreye girdiğinde, yaşama bakışımız değişiyor. Neşemiz bir anda kaçıyor. Kurduğumuz hayallerin o pembe mavi balonları sönüveriyor aniden. O canlı enerjimizden eser kalmıyor, öyle değil mi? Peki ne yapmalıyız?

Uzmanlar; olumsuz duygularımızı hissettiğimiz anda onları olumlu olanlarla yer değiştirmemiz gerektiğini belirtiyor. Korkuyorsak, içimizden cesaretli olduğumuzu ve güvende bulunduğumuzu tekrarlamak gibi. Önemli olan bizler fark etmeden beynimize üşüşen korkularımızın farkında olmak. Korkunun sadece hayal olduğuna kendimizi inandırmak. Ve sonrasında  daha olumlu düşünmeye çalışmak.

Aslında biliyor musunuz, istediğimiz her şeyin diğer tarafında bir şekilde korkularımız var. Tıpkı Amerikalı yazar Jack Canfield ‘in (ki bizler daha çok onu ‘Tavuk suyuna çorbalar ‘’ isimli kitabıyla tanıyoruz) sözlerindeki gibi.

 "Everything you want is on the other side of fear. Yani istediğiniz her şey korkunun diğer tarafındadır.’’

Bir yanda çok istediklerimiz, hayallerimiz, arzularımız. Diğer yanda devasa korkularımız. Başa baş bir çatışma içindeler. Sadece bu durum bile yaşam sahnesindeki kaliteli duruşumuzu ve mutluluğumuzu bir şekilde etkiliyor. Bizi fark ettirmeden yoruyor.

Korku üzerinde araştırma yapan uzmanlar; korkunun iş yaşamından, sosyal yaşama ve hatta ikili ilişkilere kadar etki ettiğini söylüyor. Düşünsenize bazen hayat bizi öyle bir noktaya getiriyor ki; sadece korkularımız yüzünden evliliğimizi ya da işimizi sürdürüyoruz. Ayaklarımız her sabah geri geri giderken; korkularımızın duvarı arkasından çıkaramadığımız başımızla hayatı karşılıyoruz. Ne yaptığımız iş, ne yaşadığımız evlilik bizi doyurmuyor, mutlu etmiyor  haliyle. Oysa ki duygu ve düşüncelerimizin özgür olması dünyanın en güzel tadı. Bu nedenle ne yapıp edip korkularımızla yüzleşmemiz ve bir an önce onlardan arınmamız gerekiyor. Şimdiye kadar hiç aklınıza geldi mi bilmem ama yapılan araştırmalar; en üst düzey yöneticilerde ve hatta liderde de korkunun yaşandığını ortaya çıkarmış. Onların başarıyı yakalamaları da tıpkı bizler gibi korkularıyla yüzleştiğinde gerçekleşmiş.

O halde gelin bırakalım korkularımızı. Hayatımızda korkulara, korku dolu düşlere yer olmasın. Ve içimizdeki sıcacık sevginin korkularımızı yok etmesine izin verelim. Peki sevginin gücü bunun üstesinden gelir mi? İçimizi daraltan, baskılar altına alan tüm o olumsuzlukları silip,  tertemiz yapar mı? Bu soruya kocaman bir EVET diyorum ben. (devamı 2/2’de)

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

11.11.2013




2 Aralık 2013 Pazartesi

LOGODRAMA CESARET İSTER, VAR MISINIZ?

Victor E. Frankl’ ın hayatından ve yaptıklarından ‘’Acıyı Mutluluğa Çeviren İsim’’ başlıklı yazımda daha önce bahsetmiştim. Hani Hitlerin ölüm kamplarında yıllarca tutuklu olarak kalan, sevdiklerini orada kaybeden Viyanalı doktor. Acıyı, sabrı ve düşünceleriyle yoğurup mutluluğu yakalayan nöroloji ve psikoloji profesörü. Aynı zamanda LOGOTERAPİ’nin kurucusu.

Onu ve hayata bakışını daha iyi anlayabilmek adına; kendi imzasını taşıyan ‘’İnsanın Anlam Arayışı’’ isimli  kitabını neredeyse satır satır okudum. Ve her bir cümlede hayata bakışımızın nasıl olduğunu sorgulamaktan geri duramadım.

Not aldığım pek çok bölüm var. İşte şimdi bahsedeceğim LOGODRAMA yöntemi de bunlardan bir tanesi. Önce satır aralarında gezinelim ve yöntemi anlamaya çalışalım.

Hayatımızı ve yaptıklarımızı sorgulamak adına elimizde yepyeni bir fırsat daha. 
Yaşamımız, sıkıntılarımız hakkında düşünme zamanı şimdi. Ve hatta tabirimi mazur görün pireyi deve yapmalarımız hakkında da. Her daim yetersiz kalan şükürlerimiz içinse daha fazla geç kalmayalım derim ben. İnanın bana yazımın sonunda, kendi hayatınıza ve eğer varsa yaşamınızdaki sorunlara daha farklı bir gözle bakacaksınız.
Ancak bu yöntemi denemek, kendi hayatımıza uyarlamak biraz cesaret gerektiriyor. Neden mi? Çünkü bir AN için durup hayatınıza dışardan bakmanız ve yaşadıklarınızla; varsa acılarınızla kederlerinizle yüzleşmeniz lazım.

Eğer onları sandığınızın en dip bölümlerine atmışsanız; üstelik, üstüne kilitler vurduğunuz sandığı her açışınızda karşınıza çıkacak diye korkuyorsanız vay halinize. Unutmayalım ki böyle davranmak size sadece olduğunuz yerde kürek çektirir o kadar. Bir adım ileriye gitmeniz, hayal kurup onları canlandırmanız neredeyse imkansız. Belki siz de farkındasınız tüm olanların. Belki de hiç yokmuş gibi davranıyorsunuz kendi kendinizi kandırarak.

Peki ama nereye kadar? İç sesiniz bir gün çığlık çığlığa bağırdığında vakit çok geç olabilir. Öyle değil mi?  Daha fazla ertelemeden, hemen şimdi kurtulmak, cesurca yüzleşmek en güzeli. Evet canınız bir kez daha yanacak hem de çok yanacak ama o kadar. Sırtınızda yıllardır taşıdığınız yüklerden  kurtulacaksınız sonunda. Yeter ki buna inanın hem de tüm kalbinizle.

Yöntemi doktor Frankl’in verdiği örnekle daha sadeleştirerek aktarmaya çalışacağım. 
Örneğimize konuk olan kişinin hayatı gerçekten de çok zorlu bir yokuş. Kendisi otuz yaşlarında gencecik bir anne. İki erkek çocuğu olmuş. Bir tanesini henüz 11 yaşındayken kaybetmiş. Diğeri ise çocuk felcinden ötürü tekerlekli sandalyeye mahkum. Yaşamı tek başına göğüsleyen kadın, çektiği acılarla mücadele etmekten dolayı yorgundur. Kendisine çıkış noktaları ararken çeşitli terapi gruplarından ve doktorlardan yardım alır. Ancak gün gelip hayatın öyle çaresiz bir noktasında tıkanıp kalır ki. İşte o çaresizlik anında, hem kendi hem de engelli oğlunun yaşamına son vermeye karar verir. Ancak ne olur dersiniz? Kadının engelli oğlu bu keskin karara karşı çıkar. Yaşamını çok sevdiğini, ölmek istemediğini adeta haykırarak dile getirir.

İşte tam da bu noktada devreye giren Doktor Frankl, o zamana değin doktorların yapamadığını yapıp kadının hayatında bir logodrama yaratır. Ondan bir an için 80 yaşında, ölüm döşeğinde bir kadın olduğunu hayal etmesini ister. Çocuksuz ancak mali başarılarla dolu bir yaşamı olduğunu da. Sonra da neler hissettiğini sorar kendisine. Hiç evlenmemiş, çocuksuz ancak başarılı bir iş kadını olarak yaşlanmaktan mutlu mudur? Kadının cevabı hayli ilginçtir, ancak elbette Doktor Frankl’in beklediği yanıttır. Çünkü kadın; gerek iş gerekse sosyal yaşamını dolu dolu yaşadığını, ancak elindeki yüklü maddi birikime rağmen, geldiği noktada kendisini mutlu hissetmediğini itiraf eder. Bunun üzerine doktor Frankl, kadına nasıl bir hayatı arzu ettiğini sorar. Gerçek yaşamıyla o ANda yüzleşen kadının cevabı zorlu hayatına bakışını bir anda değiştirir. ‘’Çocuklarım olsun istedim. Evet oldu. Birini kaybettim, acım hala devam ediyor, üstelik diğer oğlum da engelli ve bana muhtaç. Ancak o benim oğlum. Ben onun için elimden geleni fazlasıyla yaptım. Ondan hayatı seven, çok güzel bir insan yarattım. Yaşamım asla bir başarısızlık değil, kendi adıma huzurluyum.’’

İşte burada yapılan hayatın o kısır döngüsü ve çaresizliği içindeyken; sanki ölüm döşeğindeymiş gibi geri dönüp yaşama bakmak ve yaptıklarına, hayatına bir ANLAM yüklemek. Kadın da bu logodrama yöntemiyle bunu açık olarak görür. Aynı zamanda çocuk yaşta kaybettiği oğlunun ki kısa bir yaşamın bile çoşku ve sevgi açısından zengin; üstelik 80 yıl süren bir yaşamdan daha ANLAMLI olabileceğini anlar.

Bence çok çarpıcı bir örnek. Hayatımızın anlamını kavramak ve her şart altında yaşama sımsıkı sarılmak adına. Sizce de öyle değil mi?

Hayatımızın akışı büyük ölçüde bizim elimizde. Yeri gelip unutarak, yeri gelip elimizde kalanların değerine değer katarak yaşama asılmak gerekiyor. 

Tıpkı ünlü şair Nâzım Hikmet’in dediği gibi.

‘’Gitmek sadece bir eylemdir. Unutmak ise kocaman bir devrim’’

Gelin bizler de bu devrimi yapacak kadar cesaretli olalım. Dünün endişelerini, yüreğimizi kavuran acılarını bir yana bırakırken, o acılardan da bir ANLAM yaratalım.
Oysa ki çoğumuz ne yapıyoruz? Unutulması gerekli pek çok şeyi unutmak ve hatta affetmek yerine sırtımızda taşıyoruz. İnatla unutmak istemiyoruz. Belki de kendimize acı çektirerek yaşamın anlamını sorguladığımızı sanıyoruz. Ama bu arada yüreğimizi kan revan içinde bıraktığımızı, yaşamla aramızdaki ipleri birer birer kestiğimizi fark edemiyoruz.

Bakın Halil CİBRAN ‘ın dizelerine.

‘’Zihnimiz bir süngerdir,  yüreğimizse bir nehir.
Çoğumuzun akmak yerine, sünger gibi emmeyi seçmesi ne garip!’’

Tam tersine yaşamın anlamını sorgulamanın yolu belki de kendi logodramamızı yaratıp; yaşamın yoğun trafiğinde bir AN için soluklanmadan geçiyordur. Ne dersiniz? Yaratacağımız en hafif logodrama bile farkındalığımızı artırarak, hayata bakışımızı değiştirebilir. Üstelik uygulaması zor da değil. Biraz hayal gücü yeter de artar bile. Öyle değil mi? Sonuçta şükürlerle yeni güne gülümsemek varken, ne olur fazla geç kalmayalım. Denemekten, biraz cesaret biraz da özveri göstermekten kaçınmayalım.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

05.11.2013

NOT: Victor E. Frankl’ın hayatını ve yaptıklarını yeniden hatırlamak isteyenler için; http://belgineryavuz.blogspot.com/2013/05/aciyi-mutluluga-ceviren-isim.html



Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...