29 Aralık 2012 Cumartesi

2013 SEVGİ AŞK TEBESSÜM ile DOLSUN…


Yepyeni bir sene daha kapımızda…

Yaşayacağımız pek çok güzellikle beraber geliyor.

Bizler her sabah, her yeni günü kocaman renkli bir hediye paketi olarak görüyor ve itinayla açıp her ANın farkındalığını yaşamaya  çalışıyoruz ya; işte yeni seneye de aynı düşünceyle sarılmalıyız diyorum ben.

Nasıl mı? Gelin biraz hayal kuralım. Ve yaklaşan yeni senenin bizlere sunduğu o rengarenk, o albenili, içi her türlü sürprizle dopdolu hediye paketine bir bakalım…

Kocaman süslü bir paket bu elimizdeki.

İçi tıka basa dolu.

Üstelik ağır mı ağır.

İçinde her şeyden var, kimi az kimi çok.

Ama bu paketin bir özelliği var. O da paketi teslim almamıza rağmen içindekilerin hepsine hemen sahip olamıyoruz. Çünkü içinde 12 tane ay paketi  ve her ay kutusunun içinde de 30-31 tane gün paketi var. Tamamı elimizde ama hepsini hemen açmak mümkün değil, sırası gelinceye kadar beklememiz gerekli. Bu nedenle dışarıdan bakmakla yetiniyoruz sadece. Meraklıyız elbette hepimiz yaşayacaklarımız adına, umutluyuz hiç olmadığımız kadar bir de. Üstelik içimizdeki çocuk sevinciyle sımsıkı sarılıyoruz şimdiden yeni senenin getireceklerine.

Hepsini açıp görmeyi ne kadar çok istesek de bu mümkün değil. An be an, gün be gün, adım adım yaşayacağız her bilinmeyeni. İşte hayatın tadı da burada değil mi zaten.

Gizemli olması…

İnsanı merakta ve her daim heyecanda bırakması…

Sevinci, kederi, tebessümleri, acıyı, gözyaşını, neşeyi, kahkahayı, kazanmayı, kaybetmeyi, çoğalmayı, azalmayı, paylaşmayı… hayata dair her ne varsa HER ŞEYİ.

O kocaman paketin içine ay ve gün kutuları yerleştirilirken üzerilerine UMUT tohumları da serpilmiş… tıpkı yaldızlı pırıltılı süsler gibi… her ayın her günün üzerine bulaşmış, kimine az kimine çok, ama hepsinde var… İşte o umut tozları bizi en zor anlarımızda karanlıktan çıkaracak ışığımız olacak, bu nedenle çok önemli. Eğer bir günü umutsuz geçirirsek bu ertesi günlerimize, duygu ve düşüncelerimize de yansır. O nedenle umuda o minicik ışıklara dört elle sarılmak gerek, tek bir toz zerresi halinde olsa bile…

Ve şimdi bu güzel hediye paketine tebessümle sarılma zamanı.

Onu itina ile tek tek açtığımızda içindeki her ANın farkına varmaya söz verme zamanı. 

Sevgi aşk tebessüm dolu ANları çoğaltmak adına paylaşmak zamanı.

Hayallerimize, isteklerimize, geçen seneye kadar tüm ertelediklerimize sımsıkı sarılma zamanı.

Tüm üzüntüleri, sıkıntıları, kalp ağrılarını, terk edilmeleri, terk etmeleri, içimizi acıtan tüm negatif duyguları silip, umutla yeni senenin güzelliklerini görmek ve fark etmek zamanı.

Geçmişe GEÇMİŞ diyebilmenin becerisinde, yarına UMUTla bakarken bugünün her ANINA değerini verme zamanı.

Şükredecek yığınla sebebimize artılar ekleyerek, şanslı olduğumuza gerçekten inanma zamanı.

Sevgiyi de aşkı da tebessümü de en çok hak edenin, kendi kalbimiz olduğuna gerçekten inanma zamanı.

Güzel düşüncelerin hep güzelliklerle dolu yollara açılacağı inancıyla, önce kendimizi sonra da hayatı yeniden sevme zamanı.

Kendi gücümüzün farkına varıp, niyet ettiğimiz her ne varsa hepsini an be an yaşayacağımıza tüm kalbimizle inanma zamanı.

Henüz vakit varken, yaşamın gizeminde saklı renklerden kendimize gökkuşağı misali renkler yaratma zamanı.

Yani 2013 aslında yapamadığımız her türlü çılgınlığı yapıp, içimizdeki çocuğun sesine kulak verme ve hayatımızı doya doya yaşama zamanı.

Nice güzel senelere AŞKla SEVGİyle TEBESSÜMle ve hep SEVDİKLERİMİZle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

12.12.2012

23 Aralık 2012 Pazar

ŞİDDET SÖZE DÜŞMÜŞ

Hani bir tabir vardır ya ‘’söz ayağa düşmüş’’ diye; işte bu da ona benziyor. Şiddet söze düşmüş adeta.

Sadece el kaldırmakla, vurmakla, dayak atmakla, bedene darp yapmakla, fiziki olarak can yakmakla yetinmiyoruz artık. Günümüzde öyle tahammülsüz olduk ki, ağzımızdan çıkan sözleri frenleyemez haldeyiz her birimiz.

Şiddet söze düşmüş, düşmüş de kimsenin haberi olmamış sanki.

En saygın, en görmüş geçirmiş insanlara bakıyorsunuz, dışarıdan hanımefendi ya da beyefendi gibi görünen pek çok maskeli insan… gerçek kimlikleri ise tamamen tersi.

Sakinken, her şey normal seyrinde devam ederken, gerek davranışları gerekse sözleri bizler gibi olan bu kişiler; maalesef öfke ve kızgınlık anlarında maskelerini kaybediyor ve gerçek kimlikleriyle karşımıza çıkıveriyorlar. Kullandıkları kelimeler, üslup tarzları, seslerinin volümü ile her konuşmaları adeta bir şiddet gösterisini andırıyor. Ağızlarından çıkan her sözcük bıçak misali keskin, kurşun misali ağır bir şekilde   gelip yüreklere saplanıyor acımasızca.

Bu sözler öyle derin izler açıyor ki insan ruhunda, telafisi kolay kolay mümkün olmuyor. Geri alınamıyor, üzerine merhem olarak sürülecek hiçbir şey bulunamıyor.

Elinizi kaldırıp tüm kuvvetinizle tokat atmakla, yetinmeyip birbiri ardına indirdiğiniz darbelerle  birebirdir sözsel şiddet. Birinde davranışınız, diğerin de ise sözlerinizle şiddeti konuşturursunuz.

Karşınızdaki kişinin bedeninde yarattığınız izler kadar ruhunda da onarılmaz yaralar açarsınız. Açarsınız da içiniz nasıl rahat eder? Vicdanınızın sesini, geceleri sizi uyutmayan haykırışlarını nasıl görmezden gelirsiniz; işte ben onu bir türlü anlayamam. 
Sanırım bu anlamda insanları en iyi tanıdığımız anlar, öfke nöbetlerine ve kızgınlıklarına rastladığımız anlar olmalı. Oysa ki tartışmaların, öfke ve kızgınlıkların da bir seviyesi, bir ölçüsü olmalı. Kabalaşmanın, hakaret yüklü sözcüklerle adeta saldırmanın, işi duygusal ve sözel şiddete taşımanın, gurur kırmanın, rencide etmenin, sırf kendi gibi düşünüp davranmadığı için kalp yaralamanın kime ne faydası olmuş ki şimdiye değin sorarım size? O bir anlık rahatlama dışında…

Eğer siz kaliteli bir yaşamı savunuyor ve saygıyı her davranışınıza yansıtıyorsanız, ne kadar öfkelenirseniz öfkelenin asla kişiliğinizde bir değişme göstermezsiniz. Maskeniz yoktur yüzünüzde, kimliğinizi saklama gereği duymazsınız çünkü.

Neyse odur sizin haliniz, duruşunuz, davranışlarınız ve sözleriniz…

Kibarlığınız, hanımefendiliğiniz ya da beyefendi duruşunuzla kalitenizi konuşturursunuz. Ve ne güzel bir duruştur bu aslında herkeste olması gereken.

Yoksa çirkinleşmek, bırakın duymayı ağıza dahi alınmayacak sözleri sarf etmek; o an rahatlamak adına ağızdan çıkacak sözlere sahip olamamak o kadar kolay ki… ve ne yazıktır ki hep kolaya kaçıyor insanlar. Hem de normal hallerinde değişeceklerini hiç düşünmediğiniz, maskeleriyle sakladıkları yüzlerine baktığınızda asla kendilerine konduramadığınız kişilerdir  bunlar çoğu kez.  Kişilikleri tam olarak oturmamış, egoları adeta tavan yapmış…

Yüzlerinde hep maskelerle dolaştıkları için olsa gerek, öfke anında maskelerini yüzlerinde tutmayı unutuyorlar galiba, o hiddet cehenneminde. İçlerinde sanatçılar, saygın meslek sahipleri, iyi eğitim görmüş pek çok insan… maalesef adam gibi adam olabilmek için bunlardan daha önemli olan bir nüans var ki o da insanlık ve vicdanı duygulara sahip olabilme. Gönül gözüyle bakmasını bilen sevgi dolu bir yürek ise bunun için yeterli. Başkalarının canını yakmayı bırakın, onlara her türlü kusurlarına rağmen bağışlayarak ve sevgiyle sarılabilme potansiyeline sahip olabilmektir asıl olan. Sizce de öyle değil mi?

Ne acıdır böylesi insanlarla bir arada olmak. Hele hele bir hayatı paylaşmak… 
Sabretmek, her defasında belki artık yüzüne takacak maskesi kalmamıştır diye, ama nafile. Çünkü öfkesi yatışınca ne yapıp ederler ve her nereden bulurlarsa artık, bir şekilde o aslında kendilerine oldukça bol gelen kimliklerine bürünüp, maskelerinin ardına saklanırlar. Bu şekilde herkesi kandırdıklarını sanırlar ama, asıl kendi kendilerini kandırdıklarını fark edemezler.  Sarf ettikleri o son derece seviyesiz sözlerin lekesiyle aslında kendi kişiliklerini lekelediklerini bilmezler. Bilmezler ki, söz insanın kişiliğinin olgunluğunun ölçüsüdür. Ve söyledikleri sözlerle karşılarındakini değil; aslında kendi seviyelerini, kendi ölçülerini belli ederler.

Tam bu noktada gelin Montaigne’nin sözlerine kulak verelim;

‘’İnsan her yerde hep o insandır ve bir insanın özünde soyluluk olmadı mı, dünyanın tacını giyse yine çıplak kalır.’’  Yani boş yere maskelerinin ardına saklanırlar ve sadece kendilerini kandırdıklarını, aslında çıplak olduklarını fark edemezler.

Maskelerin ardına saklanan, öfkesine yenik düşen ve sözsel şiddeti alışkanlık haline getirenler unutmasınlar ki, benzer tavırlar hiç beklemedikleri anda sevdiklerini de bulabilir. Çünkü hiçbir kötülük karşılıksız kalmaz bu dünyada, bumerang misali döner sizi bulur, sizin de canınız hiç olmadığınız kadar yanar, tıpkı canlarını yaktıklarınız gibi. İşte bu nedenle çok geç olmadan dilinize, sözünüze hakim olmayı, maskelerinizi bir yana bırakarak, en azından bundan sonra gerçek kimliğinizle hayatın içinde var olmaya çalışın. Ve niyetleriniz sadece iyilik için olsun, çünkü bir insan neye niyet ederse onunla karşılaşır, ilahi adalet gün gelir kendisini bir şekilde bulur. 

Kalp kırmak niye, öfkeye yenilmek niye? Bir gün gelir o kırdığınız kalbi onarma zamanı bile bulamayabilir insan...

Asıl kimliğini hep saklayan, maskelerinin ardında kendince güç bulan insanlardan uzak tutalım kalplerimizi. Ve her türlü şiddetten uzak bir hayatın sımsıcak renklerinde yaşayabilmek umudumuz her dem taze kalsın diyorum ben yine de her şeye rağmen.


Ve son söz Mevlana’dan gelsin mi?
‘’Kelimelerini yükselt, sesini değil; çiçekleri büyüten yağmurdur, gök gürültüsü değil.’’

Bence bu söz tüm yazımın özeti gibi… kelimelerimiz hep tatlı, hep nağmeli olsun, kalp kırmasın, aksine kalp kazanmasını bilsin.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.12.2012















10 Aralık 2012 Pazartesi

VE KIRAR GÖĞSÜNE BASTIRIRKEN...


Hepimiz kendimize ait özelliklerimizle, hayat görüşümüz ve yaşama karşı verdiğimiz mücadelemiz ile nevi şahsına münhasır bireyleriz. Hiç birimiz bir diğerine benzemiyoruz. Birbirinin tıpatıp benzeri ikizlerde bile davranış anlamında, duygu ve düşünce anlamında pek çok farklılıklar göze çarpıyor.

Hepimiz kalıtsal, ailesel, çevresel pek çok donanımla şekilleniyor ve birer yetişkin halini alıyoruz. Hayatın derin çarkları arasında acı tatlı  tecrübelerle şekillenirken, karşımıza çıkan insanlarla az ya da çok mutlaka bir şeyler paylaşıyoruz.

Hayatı…

Sevgiyi…

Aşkı…

Aile bağlarımız, ikili ilişkilerimiz, iş ilişkilerimiz, arkadaşlıklarımız ve dostluklarımız…

Ancak hangi ilişkimizde olursak olalım, karşımızdaki kişi bizi olduğumuz ve göründüğümüz gibi sevip kabullenmiyorsa orada sorunlar baş gösteriyor.

Özellikle aşk ve sevgiye dayalı duygusal ilişkilerde karşımızdaki kişi bizi kendi kalıplarına sokmayı istiyor nedense. Çünkü hayalinde yarattığı özlemini çektiği bir sevgili, bir eş, bir hayat arkadaşı modeli var orada.

Başlarda bizde gördüğünü sandığı da bu hayalin birebir benzeri…

Ama aradan zaman geçip tanıdıkça kendi istediği gibi olmayan yönlerimizi fark etmeye başlar, içten içe bir rahatsızlık dalgası sarar dört bir yanını, duygularını. Ve ne yazıktır ki, sevginin o engin gücüne ve sıcaklığına rağmen; başlar gözüne batan yönlerimizi yavaş yavaş yontmaya…

Tıpkı bir heykeltraşın eserini yontması gibi usul usul indirir çekiç darbelerini. Amaç bizi kafasında yarattığı o modele uydurmak. Hatta tıpatıp bir benzerini yaratmak. Bu arada canımızın yanmasına, gözyaşlarımıza, sesli, sessiz uyarılarımıza adeta kulaklarını tıkar ve sadece o modele yoğunlaşır.

Canınız yanar her defasında, içiniz acır, her yeriniz yara berelerle dolar ama; ne halinizi görüp anlayan, ne de sesinizi duyan olur.

Bu mudur SEVGİ dersiniz, bu mudur AŞK?  

Çünkü sevgi karşılıksızdır.

Sevgi sevdiğini olduğu gibi kabullenmektir. Hataları ile günahları ve sevapları ile. Onu değiştirmeye çalışmak değildir, olmamalıdır da. Değişmesini istediğiniz, kendi modeliniz olsun diye yaraladığınız kişiyi değil; aslında siz kendinizi ve kendi düşüncelerinizle yarattığınız modelinizi seviyorsunuz. Kandırmayın ne kendinizi ne de de karşınızdakini.

Tam  bunun üzerine seneler önce Ahmet Altan’dan okuduğum bir romanın satırları düştü hafızama. Şöyle der yazar ''Ve Kurar Göğsüne Bastırırken''  isimli romanının bir bölümünde.

‘’Ve kırıyoruz göğsümüze bastırırken sevdiğimiz her şeyi. Ve kırdığımız sevgilerden duvarlar örüyoruz hayatla aramıza. ‘’ Ne kadar doğru... 

Severken  sevginin o naifliğine, o güzelliğine yakışmayacak hareketlerde bulunuyoruz bazen…

Ağzımızdan çıkan bir sözcükle, bir hareketle, kızgınlıklarımıza ve öfkelerimize yenik düştüğümüz o anlarımızda özellikle; kırıyoruz en yakınızdakini, kıyamadığımız hatta gözümüzden sakındığımız yârimizi, canımızın canını…

Yasaklarla, kıskançlık mengeneleri ile sadece bize ait olsun istiyoruz. Kendi hayatı, kendi yaşantısı, istekleri, arzuları ve belki de hayalleri yokmuş gibi davranıyoruz. Bu yaptığımızın bencillik olduğunu bile bile kendi isteklerimizin olması adına baskılar kuruyoruz.

Bir süre uyum sağlandığını, her şeyin yolunda gittiğini sanıp hem kendimizi, hem karşımızdakini, hem de aşkımızı aldatıyoruz aslında. Çünkü o ana kadar her şeyle aramızda bir duvar ördüğümüzü fark edemiyoruz taa ki yalnız kalana değin.
Sonuç örülen duvarlar o kadar kalın, yalnızlıklarımız o kadar katlanılmaz hale geliyor ki… işte o zaman anlıyoruz yaptığımızın aslında ne denli yanlış olduğun, o yontmaların, o sürekli törpülemelerin aslında bizi bir uçurumun kıyısına sürüklediğini…

Sevgi ve aşk EMEK ister. Gerçekten sevmek ise fedakarlık ister. Gerekirse kendi modelinden bile vazgeçip, karşındakini olduğu gibi kabullenmeyi ister.

Elinize bıçağı alıp yontmak ve hayallerdeki modeli yaratmak yerine; sevdiğinizin güzel yönlerini fark etmeye, size karşı beslediği derin sevgiyi görmeye ve onu anlamaya çalışın. İkili ilişkilerde hayat tek taraflı değil ki. Ortak bir paylaşım var ve bu ortak paylaşımda her iki kişinin de söz hakkı, istekleri, arzuları, hayat görüşleri, geçmişleri… Onları görmezden gelmek ne sevgiye ne de aşka yaraşıyor, sizce de öyle değil mi?

Hayali kalıplar, hayali modellerden uzak, gerçek sevdalar ve sevgiler bulunsun hep etrafınızda. Kalbinizi çalan her kim olursa olsun SİZİ SİZ olduğunuz için sevsin. Hayatı beraberce paylaşırken sevginizi, aşkınızın sıcaklığını gönül gözüyle görüp tebessümlerinizi çoğaltsın. 

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

14.10.2012

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...