30 Eylül 2012 Pazar

SEVGİNİ PAYLAŞIRKEN ADİL MİSİN?


Sevginin paylaşımı, aktarılması ne kadar güzel. Paylaştıkça çoğalıp kalpten kalbe akması da.

Ama bazen, fark edemediğimiz anlarda birisini çok severken arkada başka bir göz sizi izliyor olabilir. Sevgiye hasret, ilgiye aç bir başka kalp. Siz farkında bile değilken o başı önünde, gözleri sizde, sadece sevginizi bekleyebilir. Sevmek, sevgiyle el uzatmak, sevginin sıcaklığıyla sarılmak ve hayata sevgi tohumları ekmek çok güzel. Ama hiç düşündünüz mü sevginizi paylaşırken ne kadar adilsiniz?

Sevgi önemli olduğu kadar narin ve çok hassas bir konu aslında. Sevgiyi kalbimizden, gözlerimizden aktarırken, içimizdeki o çoşkun ırmağa söz geçiremediğimizin farkındayım. Ama biz içimizdeki o pozitif güzel enerjiyi sözcüklerle, hareketlerle, sarılmalarla aktarmanın yollarına bakarken; bir gözümüzün kapalı kaldığını hep unutuyoruz nedense. O da gönül gözümüz, kalp gözümüz ve onunla hayata bakabilmek ne kadar önemli.

Çocuğumuzu severken, hayvanlarımıza ihtimam gösterirken sadece ona odaklanıp, çevremizde olan bitene pek dikkat etmiyoruz. İşte o anlarda ikinci planda olan ve yaşananları tıpkı bir hayal gibi izleyen; olayların sessiz ve isimsiz kahramanları da var. Çoğu zaman kendilerini dışlanmış hisseden, kıskançlıklarına  yenik düşen, sevgi dolu elin bir an önce uzatılmasını bekleyen…

Tüm bunların bir ileri adımı daha var ki, işte orada durum daha vahim maalesef... İkinci planda olmak, hep bir adım geride kalmak kolay kabul edilebilir bir durum değil çünkü. Buna rağmen toplumumuzda ikinci planın gerçek aktrisi ve aktörleri o kadar çok ki… Örneğin kız çocukları ailelerde hala ikinci planda. Sevgi dolu bir ömrü beraberce geçirmeye söz veren eşi tarafından, üzerine gelen genç bir kadının gölgesinde bırakılan eşler de öyle. Böylesi bir ortama genellikle rızaları olmadan getirilen kumalar da. ikinci kez evlenen baba ya da annesinin tercihleri nedeniyle üvey evlat damgasını yemek, iki arada bir derede kalmak ve bir yerlere sığamayan çocuklar olmak da. Hepsi sevgiye  hasret, anlaşılmaya ve değer verilmeye muhtaç; tek yapabildikleri gecenin koyu karanlığında yastıklarına göz yaşlarını bırakmak o kadar.

Bunlar hep ikinci olmanın, hep bir adım geride kalmanın sanki şart olduğu durumlar. Geçmişten günümüze değişmeden devam ediyor; farklı boyutlarda ama hep aynı konsepte. Arada sırada kurallar elbette ikincilerin lehine bozulmuyor değil ama, sayıları o kadar az ki…

Hayatında hep bir adım geride kalıp, ikinci olmayı kendi adına seçenlere değil sözüm. 
Çünkü onlar kendi hür iradeleriyle böylesi bir yaşamı tercih etmişlerse, bu tamamen onların seçimi. Ama istemeden, zorunlu şartlar nedeniyle ikinci planda kalmak, hayatını çevresindekilerden bir adım geride yaşamak ve bu şekilde hayata tutunmak zor olsa gerek. Biraz dikkatle baktığımızda, biraz daha ayrıntıyla hayatları incelediğimiz de neler görüyor, neler duyuyoruz ki hepsi ibretlik aslında. Filmlere konu edilecek türden ve iç acıtıcı maalesef.

Böylesi bir ortamı hazırlayanlara sözüm. Yaşayanları suçlamak neyime.

Erkek evladına tüm sevgisini verirken, kız çocuğunu görmezden gelen anne babalara…

Düzgün bir aile yaşantısı olduğu halde eşinin üzerine bir ikinci kadını getirip, kendi zevki uğruna her iki kadına da hayatı çekilmez yapan erkeklere…

Kendi mutluluğu için evlenip, çocuğunun geleceğini hiçe sayan adeta görmezden gelmeyi yeğleyen duyarsız anne ve babalara keza… 

Yaşarken hayatın zor kenarları hepimize dokunuyor zaman zaman. O sivri köşelerden kaçabildiğimiz sürece sakin ve dingin kalabiliyor, hayata dört elle sarılıyoruz. Ama bir de çevremizdeki kişiler bu köşelerin sayısını artırdığında yanımıza yöremize daha çok batıp, daha çok canımızı acıtıyor. O nedenle biraz olsun bencilliği bir yana bırakıp yanımızdakileri, bir zamanlar o en çok sevdiklerimizi de düşünelim lütfen. Herkes güzel bir yaşamı hak ediyor; bencil  ve sorumsuz davranmak ise hiç birimize yakışmıyor.

Dilerim hayat koşusunu yaparken sevgimizi adil dağıtmayı becerebiliriz. Ardımıza ikincileri eklemeden, yaşamı daha güzel hale getirmenin yollarını bulabiliriz. Hem kendimiz hem de çevremizdekiler adına...

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

17.07.2012

20 Eylül 2012 Perşembe

HANİ BAZEN YORULUR YA İNSAN…


İnsan yaşadığı duyguların derinliğinden midir, yoksa yaşadıklarının etkisinde çok kaldığından mıdır; şarkılardan bir başka etkilenir. Gün gelir en masum şarkıda göz yaşlarına main olamazken, gün gelir içi öyle çoşar ki en hüzünlü şarkıyı bile tebessüm ederek dinler.

İşte ben de duygu yoğunluğumun çok olduğu zamanlarda müzik dinlemeyi seviyorum. O an ki ruh halime uygun şarkılara denk geldiğimde ise en çok sözlerine takılıyorum. Bazen nakaratına, bazen bir satırına, bazen de tek bir sözcüğüne…

Hayat zorlu bir yokuş…

Tırmanırken yüklerinizden kurtulamazsanız eğer, adım atamaz hale gelirsiniz bir süre sonra. Zirve her adımınızda daha bir uzaklaşır sanki sizden; yol ayaklarınızın altından kayarken gerisin geri…

Akışına bıraktığımız ve artık yorulduğumuzu hissettiğimiz zamanlarda; ya kapı duvarsa her verilen sözde ya da sıcak bir demirse tutulmayan avuçlamaya çalıştığınız her şey?

Yorulmaz mı yüreğiniz?

Yoksa zaten yorgun yüreğinizle onca yenilgiye, onca pes etmeye inat hala bir umutla sarılır mısınız hayata yeniden?

Yeniden ve aşkla? Nereden ne zaman geleceğini bilemediğiniz; ama hep gönülden istediğiniz o sevgi dolu elin, elinizi sımsıkı tutmasını ve hiç bırakmamasını umut ederek...

Belki kendinize bile itiraf edemediğiniz gerçeğiniz olmaz mı bu düşünceler? Sadece bir hayal olsa bile, her hayalinize umutla sarılmaz mısınız siz de?

Ne zamandır dinliyorum Sıla’nın ‘’Yoruldum’’ şarkısını. Sözler, yorum çok güzel ve her defasında bir başka yerden sızlatıyor kalbimi.

 ‘’ Ben yoruldum
    Söyle senin gücün var mı hala
    Kac yenilgi var
    Söyle ömürde Allah aşkına ‘’

Çok mu sıcak demiri tuttu bu ellerim ki artık dağlanan ellerimin acısını duymuyorum bilemedim. Her bir kapı, devasa bir duvar olup önüme setler çektiğinde, verilen sözler tek tek unutulduğunda, hatta hiç söylenmemiş sayıldığında; yaşanan o derin sızıyla boy ölçüşebilir mi acılarım, kestiremedim.

İşte o anlarda öyle düşünceler gelir ki aklınıza… nakarata takılır diliniz, kalbiniz…

   ‘’Akışına bıraktım gidiyorum,
     Sonu hayır mı şer mi bilemiyorum’’

Doğrusunu yanlışını düşünmeden yol almak, en azgın dalgalarla boğuşmak,  o deli rüzgarda savrulmak, belki de kaybolup gitmek bir yaprak misali… Yeni huzur dolu bir maviliğe yelken açmanın dayanılmaz arzusunu duyarken bir yandan… Binlerce düşünce yumağının içinde bir o yana bir bu yana…

Hani bazen çok yorulur ya insan tüm bu duygu yumağından… düşünmeden hareket etmek ister, içindeki çılgın sesine uyup ve her şeyi unutup; ama ya sonrası? Hepimizi korkutan, hayallerimizi ertelememize neden olan da bu değil mi zaten? Yarım kalan hayallere bir başka zaman devam etmek ise tek tesellimiz.

Peki ya ertelediklerimiz bizi beklemezse? Peki ya bir daha o kadar şanslı olamazsak? Şimdi avuçlarımızın arasındakini; yarın olup, biz kendimizi daha hazır hissettiğimizde bulamazsak? Tüm bu sorulara verecek cevabımız varsa, bırakalım hayaller yerinde kalsın. Ama ya yoksa… İşte bunun cevabı sadece kalplerimizde.

Çok yorulduğunuzda, hayatın üstünüze üstünüze geldiğini hissettiğinizde siz de benim gibi yapın ve müzik dinleyin. Belki bazı şarkılar anılarınızı depreştirecek, kabuk tutan yaralarınızı kanatacak ama olsun, bir süre sonra kendinizi eskisinden çok daha iyi hissedeceksiniz.

Hayatın her şeye rağmen yaşanılası tüm güzelliklerinde buluşmak ve buluşturmak dileğimle… Sevginin ve aşkın büyüsü sarsın etrafınızı…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

29.08.2012


11 Eylül 2012 Salı

KALİTENİN GÜCÜ


Kalite… ben bu kelimeyi çok severim. Sıfat olarak bir ismin önüne geldiğinde ona güzel bir albeni kattığına inanırım. Kaliteli bir yaşam, kaliteli bir birliktelik, kaliteli bir ömür, kaliteli bir gün, kaliteli bir saat ya da AN, kaliteli bir hizmet, kaliteli bir ürün,…

Kelime anlamı olarak araştırdığımızda bakın kalite nasıl tanımlanıyor. ‘’Kalite: belli standartlara uyan, güzel, gelişmiş, gibi sıfatların ötesinde ‘’beklentileri aşmak’’. Yani olduğu gibi bırakmamak, sürekli geliştirmek bir nevi. Durağan kalıplaşmış bir kavram değil, tam tersine alabildiğine dinamik bir kavram.

Kalite hayatımızın her alanında var; kullandığımız ürünlerden, seçtiğimiz hizmete kadar aklımıza gelebilecek her alanda. Ama kaliteyi yaşama taşımak, duygularımıza, davranışlarımıza, paylaşımlarımıza, kısacası hayatımızın her anında yaşayıp hissetmek bambaşka bir güzellik bence.

Uzun olması gerekmez, günler ya da saatler sürmesi… öyle bir AN vardır ki yaşanan değme saatlere bedel olur. Kalitesini, size kattıklarını, içinize yaydığı o güzel enerjiyi ömür boyu unutamazsınız. Tabii bunun farkında olabilmek, o ANa sımsıkı sarılmak ve değerini bilmek kaydıyla. Kalitesiz geçecek uzun günlere yeğlerim ben kaliteli geçireceğim birkaç saati. Unutamayacağım AN’larım olur onlar. Bundan daha güzel bir birikim olabilir mi hayatımızda?

Elimizdeki en kıymetli hazineyi, zamanı kaliteli geçirebilmek adına olsun tüm çabamız. 
Sevdiklerimize, çocuklarımıza, arkadaşlarımıza, dostlarımıza ayırdığımız kaliteli zamanlar… Sevgi ve saygı da bile kaliteli bir duruşun izleri varsa tadına doyum olmuyor, öyle değil mi sizce de? Yoksa çok mu abarttığımı düşünüyorsunuz bilemiyorum ama ben kaliteyi çok önemsiyorum. Kaliteli uyku uyuyan, sabaha kocaman tebessümlerle kalkan bir insanın mutluluğu, huzuru ve dinginliği kim de var ki, sorarım size? Ya da kaliteli bir yemek sonrası içinize yayılan o tatlı mutluluğun… Kaliteli, sevgi ve paylaşım dolu bir sohbetin… sonuna kadar değdiğine inanırsınız o iç huzurunuzla ki önemli olan da budur.

Kalitenin sanıldığı gibi parayla pulla maddiyatla da ilgisi yok aslında. Kalite hayata bakışımızla, onu yaşayış ve algılayış bicimizle ilgili. Sevginin ayrılmaz ikilisi saygıyı korumakla var olan ve tercihi tamamen bize ait bir durum. Bazen suskun kalmak kalitenin bir göstergesidir, bazen konuşmak… Kaliteli bir yaşam asaletin, hanımefendiliğin ve beyefendiliğin yolunu açar. Siz kaliteli yaşamı kucakladığınızda; aldığınız nefesten, yediğiniz yemeğe, seçtiğiniz arkadaş meclisinden, gezdiğiniz yerlere, irtibat kurduğunuz kişilerden, tavır ve davranışlarınıza kadar aklınıza gelebilecek her şeyde kaliteyi arar, yakalar, bulur ve hem kendinize hem de çevrenize yaşatırsanız; değmeyin keyfinize.

Düşünceleriniz kaliteli olmalı. Beyin kıvrımlarınız gereksiz şeyler yerine, az ama özde kıymetli düşüncelerle dolmalı. Buram buram sevgi kokmalı, saygının tılsımlı dokunuşları hissedilmeli. Gözlerimize ve tebessümlerimize bu güzelliğin ışıltıları yansımalı. Keza konuşurken seçtiğiniz sözcükleriniz. Naif, içten, samimi, belki biraz  mesafeli ama uzak değil, her daim sımsıcak. Tavrınız, hareketleriniz, tebessümleriniz karşınızdaki kişinin kalbine işlenmeli nakış nakış. Bütün de kendimize olan sevgiyi çevremizdekilerle paylaşırken hayatın her adımında kullanabilmeliyiz kaliteyi. Daha huzurlu, daha mutlu ve daha umutlu yaşamak adına.

Kısacası, kalitenin bir yaşam felsefesi haline getirilip özümsenmesi çok önemli. Bunu başardığımızda, çevremizle paylaştığımızda ve çocuklarımıza birer ayna olduğumuzda; suya düşen bir damlanın hareleri gibi yayılır bu güzel enerji. İnsanın sürekli kendisini geliştirmesi, bunun için çabalaması ve paylaşması yaşamdaki en büyük ilkemiz olmalı bence.

Kalitenin yaşamımıza ve etrafımıza güzel renk hareleri katması dileğimle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.08.2012

9 Eylül 2012 Pazar

SADECE YAPMAK YETER Mİ?


Bu öyle bir döngü ki… Yok diye hayıflanırsınız ayrı üzülürsünüz; var ama işlevini yapamıyor, ihtiyacı olanlara el uzatamıyor diye ayrı…

Engellilerin yaşama alanlarının ne denli kısıtlı olduğunu, sırf bu yüzden hiçbir yere çıkamadıklarını, sosyal yaşam alanlarına adım atamadıklarını artık hepimiz biliyoruz. Biliyoruz ama yapılacak küçük hamleleri yapmaktan, onlara bir ses, bir ışık olmaktan da hep kaçıyoruz nedense. Her zaman söylediğim için bunu başarmanın ilk yolu farkındalığımızı artırmak. Biraz onların gözüyle bakabilmek. Empati yapıp bu işin ne kadar zor olduğunu görmek, hissetmek.

Benim güzel şehrim, büyülü İstanbul’um ne yazık ki; sokaklarının darlığı, caddelerinin kalabalıklığı, bitmeyen yokuşları, devasa merdivenleri ile tekerlekli sandalyede yaşamlarını geçirmek zorunda kalan engelliler için çok zor bir şehir. Bu şehirde dışarıya çıkan, her şeyi göze alarak sosyal yaşamın içinde yer olmak isteyenler ise her defasında hüsrana uğruyor; tabiri yerindeyse çıktıklarına çıkacaklarına bin pişman oluyorlar.

Engellilerin gözüyle baktığımda öyle şeyler görüyor ve hayret ediyorum ki… oysa ki küçücük dokunuşlarla pek çok zor kolay olabilir. Bir mühendis olarak içim acıyor. İşte bana bu satırları yazdıran da böylesi içler acısı bir görüntü. Var olan keşmekeşliğin, vurdumduymazlığın minicik bir örneği.

İstanbul Karaköy’deki alt geçitler malum. Merdivenlerden inmek, sonra yeniden çıkmak gerekiyor. Merdiven sayısı az, tabii bizler için. Tekerlekli sandalye kullanmak zorunda kalan bir engelli içinse, tek bir basamak bile bazen zorlu bir yokuşa bedel olabiliyor. İşte o merdivenlere ortopedik engelliler için birer yürüyen merdiven konulmuş. Buraya kadar her şey normal ve ne güzel dedirtecek cinsten belki de; olmayan yüzlerce, binlerce merdiveni düşünürsek. Ama kilitli olmasına mı yanarsınız, arasına sıkıştırılan çer çöple heba olmasına, harcanan onca paranın yok olup gitmesine mi? Yoksa orada kendi kullanımı için yürüyen merdiven olmasına güvenip pek çok engeli aşarak gelen ve merdivenin başında hayalleri yıkılan, yine başkalarına muhtaç hale gelen engellilere mi?

Merdivenleri engellilerin de kullanımına uygun şekilde donanımlarla hazırlamak son derece maliyetli. Üstelik yerli değil hep yabancı tercihi yapan bir zihniyetimiz olduğu malum. Maliyetini ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. Hepsini bir yana koyalım, madem o kadar para harcandı, madem  insanlık adına bir adım atıldı; gerisi neden gelmez ki? Sadece yeri belirlemek, oraya takıp gitmekle iş bitiyor mu? Elbette hayır. O kilidin anahtarı nerede? Kim neden kilitlemiş? Kurcalamayı çok seven bir millet olduğumuz için bozulmasına karşı önlem almışlardır diyeceğim ama; kullanılmayan adeta çöp yuvasına dönen bir engelli merdivenin kime ne faydası var ki? Yetkililer nerede bilen var mı?

Bu ve buna benzer örnekler çok ne yazık ki. Haberlerde sizler de sıkça rastlamışsınızdır. Hiçbir engeli olmadığı halde; üst geçitlerdeki engelli asansörünü kullanmayı adeta kendine hak sayan insanlarımız var maalesef. Hepsini esefle karşılıyorum.

Engellileri anlamak, onların yanında olmak için kendimizin ya da yakınlarımızın engelli olması şart değil. Bir kere bunu anlamamız gerekiyor. Hem de ivedilikle. Sonra da çevremizdeki her şeyi farkındalıkla incelememiz ve gönül gözümüzle sahiplenmemiz. Bir uyarış, bir küçük adım bakarsınız pek çok kapıyı açar, umudumuz bu yönde.

Sevgiyle hep engelsiz kalın.
Belgin ERYAVUZ

28.08.2012

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...