29 Ağustos 2012 Çarşamba

TEK ÇATI ORTAK AİDİYET

İnsan faktörü…
Birey…
Toplum…

Gerçekten de insan faktörü bir toplumun şekillenmesinde, bugünün ve geleceğimizin oluşmasındaki en önemli etken. Gün geliyor tek bir insan bile bir ülkenin hatta  tüm dünyanın kaderini değiştirebiliyor, verdiği bir kararla. Tarih böylesi insanlarla dolu. Bazısı iyi, bazısı kötü olarak anılıyor ama, etkileşim kaçınılmaz şu ya da bu şekilde ki o etkiler geçmişten geleceğe tüm yelpazeyi de içine alıyor.

Tek başına yaşarken her şey normal seyrinde olan insanoğlu; ne yazık ki konu paylaşmaya geldiğinde, kendinden ödünler vermesi gerektiğini hissettiğinde bir anda sanki kimlik değiştiriyor. Hakkında yeterli bilgi sahibi olmadığı pek çok konuda yanlış donanımlarla, tamamen farklı yönlere sürüklenme ihtimali dahi yaşıyor. Her şey doğru bilgiyle ve onları doğru anlayabilmemiz ile çözüme kavuşuyor, öyle değil mi? Bu noktayı yakalayabilen bireyler ise kontrollü ve sağlıklı örgütlenmelerin yıkılmaz temel unsurları oluyor bence. Böylesi insanlar ne denli çok olursa, onlarla oluşan toplumlarda çatlak olmuyor. Girdikleri o tek çatı altında güvenle yaşama şansını yakalıyor ve yıllarca da sürdürebiliyorlar. Hatta deyim yerindeyse, çatı yıkılmaya başlasa dahi ne yapıp ediyorlar; sağlamlaştırma yollarını buluyorlar, birbirlerini yıpratmadan ve bir olduklarını unutmadan.

Bir toplumu oluşturan pek çok ortak payda var;
Ortak kader, ortak çatı, ortak sevinç, ortak yas ve ortak kimlik…

Ortak sevinç ve ortak keder fark etmeden bireyleri birbirine yakınlaştırıyor, ortak çatı dış güçlerden koruyor, ortak kader  ise tüm bireylerin kendi elleriyle geleceklerini şekillendirmelerini ve var olmalarını sağlıyor.

Dünya üzerindeki pek çok ülkede olduğu gibi Türkiye'nin de sorunları var;
1-         insani amaca yönelik olanlar,
2-         Birlikte yaşama yönelik olanlar…

Bence önemli olan önce bu sorunları kabul etmek, yok saymamak; sonra da sorunların çözümü için yapılacakları bir an önce yapmak. Ama tek başına değil, tüm fikirleri özümseyerek, geniş ve renkli yelpazeyi göz önüne alarak. Öyle değil mi?

Bir toplumun başarıyla ilerlemesi, mutlu ve huzurlu yaşaması için uyum içinde olması ilk şart. Bunun için de tüm farklı kesimlerin, tek bir çatı altında, kendi özelliklerini yitirmeden, ama çok da ayrıksı olmadan yaşayabilmeleri gerekli. Konunun uzmanları bunun için var olan ana modelleri ana hatlarıyla dört grupta topluyor:

.Asimilasyon, entegrasyon modeli,
.Gettolaşmak ve segregasyon modeli,
.Toleranslı bakış,
.Birlikte yaşam (güvenlikli yaşamı sağlayan en güzel model)

Türkiye'nin modernleşme projesi çerçevesinde ise 'ikili bir modernleşme' yapısına sahip olduğunu belirtiyorlar:
       1-ulusal hukuka ve ulusal kimliğe dayalı yapı,
       2- toplumsal yapı.

Yaşanan tüm sancıların sebebini ise; siyasi anlamda modernleşmeye geçişte, modern bir toplum yaratılmadığı için, tarihimizin bu iki kutup içinde gidip gelmesine bağlıyorlar.

Bir toplumun dönüşümünde sadece devlet dönüşümü yetmiyor, yeni ve farklı taleplerin ortaya çıkması da büyük ölçüde etki sahibi.

Kimlikler…

Toplumu oluşturan kesimlerin taşıdığı, sahiplendiği sözcükler aslında. Bunlar arasındaki ilişkinin sağlıklı olması ise ayrılıklar değil, farklılar üzerine yapılırsa ve onun da dozu iyi ayarlanırsa başarıya ulaşıyor.

Kimliklerin en önemli özelliği sosyolojik olmaları da değil. Çünkü hiçbiri tek başına ne iyi ne de kötü olarak ayrılmıyor.

Bir arada uyum içinde yaşamanın anahtarı ise ‘’sosyal sermaye’’. Yani insanlar arasındaki  iletişim ve güven duygusunu pekiştiren sosyal ilişkiler.

Farklılıkların göze batmadan, var olan ortama ayak uydurarak yaşayabilmesi için toplumlar, örgütsel ortamlara yani sivil toplumlara ihtiyaç duyuyorlar. Çünkü sivil toplumun geliştiği her yerde toplumsal güven artıyor. Sorunlar masaya yatırılırken ve çözümler aranırken gönüllü tartışmaları yapabiliyorlar.

Demokratikleşme ve onarıcı yaklaşım… yaşamı güçlendiren anahtarlar.

Anlayış, hoşgörü, empati, doğru bilgilendirme…huzuru yakalamanın basamakları.

Huzur ise yeni ve güzel fikirlerin oluşumuna zemin hazırlayan en önemli olgu.

Sermayenin ve iktisadi koşulların yeniden üretiminin yanı sıra, toplumsal ilişkilerin ve toplumun bir bütün olarak yeniden üretilmesini de kapsayan’’ toplumsal yeniden üretim’’ faaliyetleri; toplumdan topluma ve zaman içerisinde çok çeşitlilik gösterir.

 Ana hatlarıyla üç temel kurumundan söz edilebilir kısaca;
1-Evlilik, 2-Pazar , 3- Din

Hepsinde de yapılacak olan BİZ olabilmeyi sağlamak; ben, öteki ikilemlerini unutmak.
İnsan beyniyle ve düşünce gücünün etkisiyle dünyadaki en büyük güç. Elindeki bilgiyi doğru yerde ve doğru zamanda kullandığında ise her şeyin hakimi olabiliyor; çünkü güçleniyor. Bir millet kocaman bir aile aslında ve bu aile sadece iyi oluşumlarda değil, kötü durumlarda da BİR olabilmeli ki; gücünü hissettirsin hem kendisine hem de dünyaya. Bunun için de geçmişi ve geleceği birlikte kucaklamak gerekli. Bir konu üzerinde TEK YÜREK, TEK SES olabildiğimiz zaman bizi kimse yıkamaz.

Toplumsal problemler grup kimliği, etnik kimlik… insanları birbirine bağlıyor. Çözümü için sosyolojik, ekonomik ve siyaset kavramlarını ele almakla beraber, bu işin psikolojisine de bakmak gerekiyor. Ancak toplum ne kadar büyürse gerilmeler o denli artıyor. Bunu süspanse etmenin yolu ise tarihi geçmişe bakmak, araştırmak, iyi anlamak ve  sahiplenmekten geçiyor.

Bu önemli konuda , devlet, siyasetçi, kendini demokratik kurum olarak gösteren Sivil Toplum Kuruluşlarına, kısacası hepimize büyük işler düşüyor. Konuşmalarda empati yapabilmek, karşımızdakinin bizi daha iyi anlaması adına uyum göstermek, gerektiğinde kendimizi onların yerine koyup neler hissettiklerini, yaşadıkları travmaları anlamaya çalışmak gerekiyor.

Tam bu noktada gelin Elif Şafak’ın Şemspare isimli kitabından kısacık bir alıntı yapalım. ‘’Rutinden beslenmez insan. Herkesin birbirine benzediği ortamlardan sanat çıkmaz. Ayrılık, sadece kendini doğurur, tek bir sesin yankılarıyla geçer zaman. Bir toplum benzerlikten, monotonluktan, tekrarlardan değil; sentezlerden, yeniliklerden, dinamik ve demokratik bir ritmden beslenir. İnsan şu hayatta bir öğrenecekse şayet, kendisine benzemeyenden, kendisi gibi olmayandan öğrenir.’’

Ne kadar doğru ve tarihimiz hep bu güzel sentezlerin sonucunda böylesine ses getirip tüm dünyayı titretti. Şimdi de aynı şeyi yapma zamanı. Tüm dünyaya ne kadar güçlü olduğumuzu, ne kadar sarsılmaz bir bağla birbirimize bağlı olduğumuzu göstermek adına.

Sonuç olarak gerçekleri yok saymadan, onlarla yüzleşerek; dinlemenin de çözüme katkı sağlayacağı gerçeğinden hareketle, yeniliklere ve sentezlere kucak açarak, temel problemleri el birliği ile ortadan kaldırmanın yolları bulunmalı. Biraz zamana yayarak, biraz var olan sesleri dinleyerek, çözüm yolları konusundaki çıkışlara, tepkilere duyarsız kalmadan. Bu süreçte var olan yollar gerekirse revizyondan geçirilmeli ve toplumun geneline uyum sağlaması adına tek taraflı değil, çok yönlü düşünülmeli. Bu uyum ve birliktelik sağlandığında ve kalpler TEK YÜREK olup attığında ilerleme kaçınılmaz olacak hiç şüphesiz.

Konuyu kısa bir özetle bitirelim;

.Birey,
.Toplum,
.Aidiyet,
.Uyum,
.Ortak düşünebilmek,
.Ortak ve bir hareket edebilmek,
.Özgürlük alanlarını kısıtlamadan BİR olma  bilinciyle yaşamak…

Sevgi, saygı, uyum ve hoşgörü içinde kal güzel ülkem.
Belgin ERYAVUZ

27.08.2012

NOT: ‘’Türkiye’nin Büyük Çatısı’’ isimli yazılarıyla önümü açan ve benim bu Çalıştay’dan haberdar olmamı sağlayan Sn. CAHİT BÜYÜKANBER’e teşekkürlerimle…

24 Ağustos 2012 Cuma

OTİSTİK BİR YAZARIN SESSİZ ÇIĞLIĞI


Geçenlerde elime geçen Engelsiz Life isimli bir dergide rastladım bu güzel kalbe. Sessiz sesine minicik bir katkım olsun istedim bu satırlar aracılığıyla. Bir kişi ekleyebilirsem ben de onun hanesine, ne mutlu bana…

Otizm ülkemizce pek bilinmiyor hala. Otizmli çocukların varlığından bile habersiz pek çok kişi ne yazık ki. Ancak otizmli çocuğu, yakını olanlar bu işin peşinde; gelişmeleri yakından takip edip, uygulama çabasında. Otizme dikkat çekmek adına ilk yazımı kaleme aldığımdan bu yana epey zaman geçti; ama değişen pek bir şey olmadı sanki. Hala pek çoğumuz duyarsız ve umarsız davranıyoruz bu önemli konuya. 

İşte bu aşamada gelin gençliğinin henüz başlarında olan bu otizmli genç kızımıza kulak verelim. ‘’Ben de Fark Edilmek İstiyorum’’ isimli kitabın da yazarı aynı zamanda. Otizmli olduğunu, anlaşılamadığını, toplum içine girmekte nasıl da zorlandığını anlatıyor satırlarında. Teşhisi çocukluk yaşlarında konmamış ve hep içine kapanık, hep utangaç bir çocuk olarak algılanmış bu güzel genç kız ilk yaşlarından itibaren. 

Şimdilerde ise bir yazar artık. Ülkemiz de yeterli desteği göremediği için kitabını gelen destekle Hollanda’da bastırmış. Otizmli birinin belki de ilk kitabı ülkemizde. Önemli bu açıdan, yeterince ses getirmeli, pek çok kişinin düşünce yapısında yer etmeli bence.

Yaşına göre sosyal ve duygusal açıdan geri kaldığını, yani zeka devam ederken duygularının onu izleyemediğini söylüyor satır aralarında. Bu nedenle de hep yalnız, hep bir başına kalmış okul yıllarında. Hiç arkadaşı olmamış. Grupların arasına katılamamış, hep dışlanmış. Bu durum onu üzmekle birlikte iyice yalnızlığa yöneltmiş. Her türlü kontrol sonrası ancak 21 yaşında otizm tanısı konmuş. Oysa ki otizmde erken tanı ve farkındalık çok önemli. Çocuk ne kadar erken yaşlarda fark edilir ve tedaviye başlarsa o denli büyük iyileşmeler gösteriyor çünkü.

Otizmi bizzat yaşayan, tanısı konmasa da kendi içsel dünyasında bununla hep mücadele eden ruhuyla yazmış ilk kitabını. Sosyalleşmek, arkadaş edinmek, normal insanlar gibi yaşamak ve fark edilmek istiyor sadece. Hepimizin yaptığı ve farkına dahi varmadığımız pek çok şeyi yapmak, kolay iletişim kurmak, konuşmak, sesini duyurmak çabasında.

Yolun ve şansın açık olsun Sevgili BİRSEN BAŞAR… kitabının pek çok otizmli çocuğa ve ailesine rehber olması umudumla. Ben inanıyorum ki bu güzel azminle daha çok kitap yazabilir ve otizmin bayrak savaşındaki en önemli neferlerinden birisi olabilirsin.
Biz okuyuculara düşen ise bu kitaptan bir tane edinmek, otizmle ilgili farkındalığımızı olabildiğince artırmak.

Sevgiyle farkında kalın.
Belgin ERYAVUZ

24.08.2012




23 Ağustos 2012 Perşembe

VİCDANININ SESİNE KULAK VER!

İnsanların yaşarken aradığı en önemli özellik huzur duygusu. Huzurunuz yoksa dünyanın malına sahip olsanız da nafile. Geceleri yastığa başınızı koyduğunuzda huzurla gözlerinizi kapatıp, rüyalara alemine dalabilmek ne kadar güzel. Ama bunun için içinizin her anlamda rahat olması, vicdanen kendinizi iyi hissetmeniz lazım. Eğer vicdanınızın sesi sizi yalnız bırakmıyor, aradan geçen senelere rağmen susmuyorsa bir şeyler yanlış demektir.

Belki dün kadar yakın, belki çocukluk yıllarınıza ait olacak kadar uzak bir zamanda dengeler bozulmuş ve vicdan sesiniz o andan itibaren kurulu bir saat misali çalışmaya başlamış; üstelik sizi hep gafil avlamıştır. Hayatın rutin koşturmasıyla meşgulken, kalabalıklar arasındayken belki sesini duymazsınız; ama geceleri o zifiri karanlık çöküp yalnız kaldığınızda duyulur olur, en net şekliyle. Aslında hiç susmamıştır ki… üstelik siz susturmaya çabaladıkça daha da gür çıkar sesi. Görünmez bir kelepçe misali bağlar elinizi, kolunuzu, en önemlisi de ruhunuzu.

Geçenlerde Elif Şafak’ın Şemspare isimli romanını okurken rastladım böylesi güçlü bir vicdan sesine. Aradan geçen yıllara inat susmayan, bastırılamayan vicdanının sesiyle yolu yeniden İstanbul’a düşen Amerikalı bir kadın turistle ilgiliydi. Romanı okuyanlar hatırlayacaktır hemen. 1956 yılında Ayasofya’ya turist olarak gelen bu genç kadın, oradan altın varak kaplı 11 adet mozaiği çalıp, evine götürme dürtüsüne yenilmiş ne yazık ki. Neden, hangi amaçla yaptığı belli değil. Belli olan bir şey var ki o da mozaikleri evinde sakladığı. Ama yıllar geçtikçe içinde biriken ve dayanılmaz olan vicdan azabını bir türlü yenemeyip; çaldığı eserlerle geri dönmüş ve gözyaşları içinde iade etmiş. Üstelik çaldığı yere götürmeye cesaret edemeyip Kapalıçarşı’da bir kuyumcuya bırakmış.

Bu satırlarda pek çok detay var elbette. Bir turist gezip görmek amaçlı yaptığı uluslararası bir yolculukta böylesi bir şeyi neden yapar? Onca riski nasıl göze alır? O anda hangi duygusuna yenik düşer? Sadece görmekle yetinmeyip neden sahiplenmek ister ve hangi hakla? Tüm bunları anlamak zor. Ama sonuça, hayatının son demlerine ulaştığında vicdanının sesine daha fazla direnemediği açık.

Bu bir örnek hayatın kesitleri içinde; biraz marjinal belki ama hepimizin hayatında öyle şeyler oluyor; öyle şeylere duyarsız kalıp sesimizi çıkartamıyoruz ki yeri geldiğinde; sonuçta hepsi bir gün geliyor bizi vicdanımızın sesiyle baş başa bırakıyor. İşte o sesi duyduğumuzda ertelemeden hemen kulak vermeli bence. Zararın neresinden dönülürse kardır hesabı; hemen vicdan muhasebesi yapılıp o ses rahatlatılmalı. Onu duymazdan gelmenin, yok saymanın, zaman bırakmanın bir faydası olmayacağı açık. 
Tam tersi o sesin desibeli daha da yükseliyor belli ki. Ve artık dayanamaz hale gelip itiraf ediyor insanlar yaptıklarını. İş işten geçtikten sonra elbette, son haddede. Tam olarak rahatlıyorlar mı, işte orası da muamma.

Vicdan azabı zordur, tok karnına yemek yemeğe benzer. İçiniz almaz bir saatten sonra. Hazmetmeniz mümkün değildir. İşte bu denli acımasızdır gerçeklerde aslında, yüz yüze kalınca.

Vicdan rahatlığı, vicdanımızın sesinin yumuşak ve olumlu tınısı kulaklarımızda yer etsin. Bunu önemseyelim. Çocuklarımıza da daha küçük yaşlardan itibaren bunu vermeye çalışalım. Vicdan azabının yakıcı etkisini yaşamamak, geceleri rahat uyumak, hayata gülümserken rol yapmamak için bu şart bence. Yoksa aradan geçen yıllar içinde o sesle yaşamak bizlere ve hatta çevremize hayatı çekilmez hale getirebilir.

Hepimiz duygularla yoğrulmuş, zayıflıkları da olan varlıklarız. Zaman zaman içsel istek ve dürtülerimizin, hırs ve nefretlerimizin bizi nefsimizle karşı karşıya getirdiği de doğru. Üstelik bu gibi negatif duygular, manevi bakışımıza da her an bir set çekme hazırlığında. Tüm bunları aşmanın en güzel yolu ise nefsimizi terbiye etmeye çalışmak ve vicdan sesimizle uyum içinde yaşamak olmalı.

Yalan söylememek, yalanın beyaz ya da pembe renklerine sığınmamak, aldatmamak, başkalarının özgürlük alanlarına girip rahatsız etmemek, can yakmamak, sevgi ve saygının o gümüşi tonlarını hayatın her tarafına serpiştirmek, her an herkese yardım elimizi uzatmak, sadece kendimiz için değil başkaları için de iyilikler dilemek  ve paylaşmanın güzelliğini bilmek yeterli bunun için.

Gelin bu noktada uzmanların sesine ve felsefik açıklamalarına kulak verelim kısaca. ‘’Nefsaniyet, maddenin bir araç olduğunun unutularak amaç edinilmesiyle, bencilce duyguları tatmin etmek hırsı” olarak tanımlanır ki; nefsaniyet sesinin karşıtı vicdan sesidir.’’ Bu durumda kökü bencillik ve bencil duygular olan nefsaniyeti denetleyebilmenin en büyük silahı insanın her anlamda kendi nefsini denetleyebilmesi, en büyük yardımcısı ise vicdan oluyor. Tam yerinde Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin şu önemli sözüne de yer vermeden geçmeyelim. 

“Suri olan put yılan ise, nefsin putu ejderhadır.(…) Kendindeki şu müthiş savaşa bak! Başkalarının savaşıyla ne meşgul olup durursun!”

Ülke olarak, bu güzel ülkede yaşayan bireyler olarak vicdanı hür ve rahat olmak önce kendi vicdanımızın sesini yok etmekle mümkün unutmayalım.

Sevdiklerimize, yakınlarımıza henüz hayattayken sevgiyle kalbimizi açmak, yapabilecek olduğumuz her şeyi yapmak, ilerde keşke dememek için çabalamak, iyi ki hanemizin artılarını çoğaltmak; bize vicdanımızla rahat ve huzurlu bir yol açacak ben buna eminim. Bunun içinse çaba göstermek gerek ki bu çaba vicdanımızın rotasını huzura döndürsün.

Sevgiyle, vicdanınızın kadife sesinde huzurla kalın.
Belgin ERYAVUZ

18.08.2012

22 Ağustos 2012 Çarşamba

BENCİLLİK TOHUMU ekMEyelim!

Bayramın ikinci günü. Herkeste bir telaş. Bir yerlere, birilerine yetişme derdinde olan kalabalığın içindeyiz biz de. Kıyafetler özenli, temiz; özellikle çocuklar pamuk şekeri misali süslenmiş, özenle giydirilmiş. Gayrettepe’de boş bir metrobüse biniyoruz ön taraftan. Genelde ön koltuklar hamilelere, engellilere ve yaşlılara ayrılır; usul erkan böyledir. Hatta ön koltukların yanında bunu hatırlatan mini amblemler de vardır.

Ama o da ne? En ön koltukları bir aile kapıyor. Anne baba ikili koltuğa geçiyor ve diğerlerine de çocuklarını oturtuyor, deyim yerindeyse adeta savuruyor. İkisi de erkek çocukların. Biri beş, diğeri sekiz yaşlarında en fazla. Metrobüs ise doldukça doluyor ve kalabalıklaşıyor. Ayakta duranlar zar zor yer buluyor kendilerine dikildikleri yerde. Bir elleriyle de tutunacak yer arıyorlar, hareket anında düşmemek adına. Biz tam çocukların oturduğu tekli koltukların önünde ayaktayız. Pür dikkat anneyi ve çocukları izliyorum. Çocuklar sıkılıyorlar, oturmak istemiyorlar belli ki. Anne ise kaş göz hareketleri ile onları yerlerinde tutma ve koltukları başkasına kaptırmama telaşında. Onca oturmaya ihtiyaç duyan, yaşlı, kucağında çocukla dikilen insana inat üstelik.

Babası ise belli ki duyarsız, umursamıyor bile.

Bu nasıl bir tablodur böyle anlamak mümkün değil. Bu nasıl bir bencillik aşılamasıdır anneden oğullara verilen. Çocuklar rahatça ayakta durabilir, hatta anne ile babalarının kucaklarına oturabilirler. Ama hayır. Anneleri onlara toplum içinde nasıl bencil olunacağını öğretme cabasında anbean. O kısacık zamanda öğretti de. 

İşte bu çocuklar büyüyecek, topluma karışacaklar; yarın baba olup kendi çocuklarını yetiştirecek belki de. İçlerindeki o bencillik tohumları kimbilir nasıl dokunacak etraflarındakilere. Eşine, çocuklarına, hatta yıllar içinde yaşlanan anne ve babasına bencilce davranmayacağını kim söyleyebilir ki? O tohumu yüreğine eken annesini bile belki de görmezden gelecek pek çok hareketiyle. Çünkü her düşünce gün gelir bumerang misali sahibini bulur derler. Bundan kaçış yok. Bir anne nasıl olur da çocuklarına böylesi bir bencilliği aşılar? Bencilliğin toplumsal yaşamdaki en büyük çıbanbaşı olduğundan nasıl habersiz, daha doğrusu duyarsız olur? İşte bir anne olarak bunu anlamam mümkün değil.


Üstelik Ramazan ayı gibi duyguların, anlayışın, hoşgörünün, yardımlaşmanın ne denli önemli olduğunun her yerde vurgulandığı kutsal bir aydan çıkalı henüz iki gün olmuştu. Ama o annenin kalbindeki anlayış ve hoşgörü bayramla beraber bitmiş olmalı ki; çocuklarına bencillik tohumlarını eliyle tek tek ekmekte bir sakınca görmedi.


Toplumda yaşamanın altın kuralı; sevgiyi, saygıyı, hoşgörüyü, anlayışı ve gönül gözüyle bakmayı bilmek olmalı. Anne babalar olarak bizlere düşen ise çocuklarımıza bunu küçük yaşlardan en doğru şekliyle vermek, yaptıklarımızla da örnek olmak. Yoksa birbirini sevmeyen, anlaşamayan, saygı ve sevgi duymayan bireyler haline geliriz ki; böylesi bir çoğunlukla hiçbir alanda ilerleme sağlanamaz. Paylaşmanın o güzel enerjisini öğretelim çocuklarımıza. Yeri geldiğinde ekmeğini, yeri geldiğinde koltuğunu paylaşmasını bilsin. Bilsin ki paylaştıkça yüreğiyle büyüyeceğini bir güzel öğrensin.

Sevgiyle hoşgörüyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

20.08.2012

3 Ağustos 2012 Cuma

BOLLUĞUN AKIŞINA İZİN VERMEK...


Bolluk içinde olmak…

Aslında hayatımızın her evresinde gönlümüzden geçirdiğimiz bir dilek bu, dile getirsek de getirmesek de... İçimizde bir yerlerde hep saklıdır bolluğa kavuşma isteğimiz. Ama ne yapmamız gerektiğini, nasıl hareket edersek bolluk içinde yaşayacağımızı bir türlü yerli yerine oturtamayız. Bu konuda yazılan pek çok kitap, yazı ve hatta nette gezinen bilgilere bir yanımız aşinadır aşina olmasına ama; iş uygulamaya geldiğinde kolay olmadığını görürüz. Ve eğer birazcık sabırlı, birazcık hayata karşı inatçı ve azimli değilsek vaz geçeriz hemen.  Tüm o bolluk hayallerimiz olduğumuz yerde sadece düşlerimizi süsleyen bir parantez olarak kalır ne yazık ki. Oysa ki zoru başarmak güzeldir, hem de ne güzel…

İçimizde barındırdığımız her duygu ve düşünceyi kısıtlamadan, olumsuz cümleler içinde kullanmadan, tamamen olumlu şekliyle tutmak, hatta olmuş gibi yapıp enerjinin çoğalmasına yardımcı olmak.

Bir anlamda gelecek olan güzelliklere, kafamızdaki olumsuz düşünceler nedeniyle set çekip mani olmamak. Bir şeyi isterken ya da düşünürken elimizdekilerin kıymetine kıymet katarak, artırarak istemek, gönülden geçirmek…

Evrenin akışında olmak aslında. Bir tür nehirde yüzerken o akışın gücünü arkamıza almak, ters yöne yüzmemek. Suyun gücünü hayatın güzelliklerini kendi lehimize çevirmek…

Bu akışta olunca çevremizdeki her şeye pozitif baktığımız için de tüm güzellikleri fark etmemiz, etrafımıza da aynı pozitif enerjiyi yaymamız an meselesi. Böylece bir bumerang gibi bizim yaydıklarımız katlanarak bize geri dönerken, çoğaltacak yüreğimizdeki her şeyi; sevgiyi, aşkı, hayata bağlılığımızı, şükran duygumuzu, tebessümlerimizi… öyle değil mi?

Tam tersine yoksunluğu içimizde yaşatmak ise ne büyük hata. Sahip olamadıklarımıza bakıp üzülmek, hatta bazılarının yaptığı gibi başkalarında olan şeyleri kıskanmak, bizi giderek güçsüz yapmaya başlıyor. Güçsüz ve mutsuz. Hayatın güzel yönlerini bir yana bırakıp hep eksikleri görür hale geliyoruz ve içten içe üzülüyor, daha agresif, yüzü gülmeyen, negatif insanlar haline geliyoruz. Bu ruh halindeyken hayata asılmak, çalışmak, hatta hayal kurmak bile eziyet gibi geliyor. Kendimize hayrımız dokunmadığı gibi etrafımıza yaydığımız negatif enerjiler bize geri döndükçe biz daha da diplere iniyoruz. Oysa ki tek fark düşünceyi, duyguları olumlu tutmakla ilgili. Aklımıza gelen olumsuz düşünce ve duyguları da (ki gelmemesi mümkün değil) hemen o anda, fark eder etmez değiştirmeye çalışmak.

Halbuki bizler ne yapıyoruz? İşin daha zor kısmı olan bu farkındalığı, bu hep tetikte olma halini (ki öyle olmayınca düşüncelerin hemen olumsuza kayma ihtimali hayli yüksek, böyle diyor uzmanlar, haklılar da; hele bu son zamanlarda dünyaca yaşadıklarımızı düşünürsek) hemen bırakıp; işin kolayına kaçıyoruz. Yoksun olduğumuz şeylerle yaşadığımız dünyamızı değiştirmek için kılımızı dahi kıpırdatmak istemiyoruz neredeyse. O cesaret, o öz güven yok çünkü içimizde ya da var ama yeterli değil, korkuyoruz.

Neden mi? Değişimlerden, hayatımıza sokacağımız yeniliklerden, o tek düze ve belki de hiç sevmediğimiz hayatı yaşamak istemediğimiz, hep söylendiğimiz halde yapamıyoruz. Elbette  birazcık cesaret gerek, birazcık inanç gerek ve olmazsa da; üstelik elimizdekileri kaybetmek zorunda kalsak dahi bunun dünyanın sonu olmadığını anlamak gerek. Her insan bu dünyaya yalnız geliyor, paylaşıyor ve sonunda yine yalnız gidecek. Hayatın bizi zorladığı en dip anlarda bile bir umut ışığı olacağını hiç unutmayalım yeter.

Bolluk akışını kapatan ise bizim en büyük fren mekanizmamız olan kontrolümüz. İster istemez bunu uygulamada tutuyor ve akışın o büyük gelişine kendimizce setler çekiyoruz. Oradan bize ancak cılız bir su akışı kalıyor.  Evrende çağlayan misali akarken ve bir çok kişi bundan nasiplenirken hem de.

Hepimiz doğal olarak yaşantımızda her şeyin bolluk içinde olmasını istiyoruz; sevginin, aşkın, paranın, arkadaşların, sahip olduklarımızın daha da çoğunu. Ama buradaki küçük detayı hep atlıyor, görmezden geliyoruz. Çünkü bunun nasıl olacağına kafa yoruyoruz. Hani ‘’ benim etim ne budum ne’’, ‘’nasıl olur da tüm hayallerime sahip olurum’’ diye düşündüğümüz anda her şey bitiyor. Bolluk gelecekken gelemiyor, bizim setlerimize çarpıyor. Bir şeyi istemek gönülden arzu etmek yeterli, nasıl ve ne şekilde olacağına kafa yormamak lazım. Çünkü bunu yaparken ister istemez olumsuz düşünmeye başlıyoruz kendi içimizde.

Ve yine aynı noktaya geliyoruz. Kendimizi sevdiğimiz, saygı duyduğumuz ve güvendiğimiz ölçüde cesur oluruz ve bu cesaret bize bolluk kapılarını ardına kadar açar. Çünkü içsel düşüncelerimizde her şey olumlu sinyaller üretip,  etrafımıza da olumlu sinyaller gönderir.

Kontrollü olmaya devam eder, kaybetme duygularını içimizde yaşatırsak dışarıdaki bolluk bize teğet bile geçmez. Unutur gideriz dünyayı, güzellikleri. Kendi olumsuzluklarımıza odaklanıp onlarla yaşamaya başlar, geçmişi hatırlayıp kendimizi suçlarız hatta başkalarını da (ki bu durum daha da tehlikeli). 

Bolluğun herkese yetecek kadar çok olduğunu bundan bizim kısmetimize de kocaman parçalar düşeceğini hissetmeye çalışmak asıl olan. Kolay mı değil, çünkü o zaman belki de elimizdekileri kaybedeceğiz. Buna hazır mıyız, bu cesaret var mı bizlerde? Elbette buna kolay cevap vermek mümkün değil. Hani tabiri yerindeyse ne yardan ne serden vazgeçemiyoruz çoğu zaman. Hem elimizdekiler bir yanımızda dursun sırtımızı onlara yaslayalım diye düşünüyor, hem de hayallerimiz olsun diye bekliyoruz. Ama en ufak bir çaba dahi göstermeden… bu durumda o hayaller gerçekleşir mi, elbette ki hayır. Yeni hayaller kurulabilir mi? Hangi ruh haliyle? Buna gücümüz kalır mı?

Sözün özeti; herkes kendi düşünceleri duyguları ve hayata karşı gösterdiği cesaret kadar hayatın bolluğundan yararlanır.  Sevgisini paylaştığı, yüreğini herkese açtığı, gönül gözüyle baktığı ölçüde mutlu olacak; bu mutluluk ona öz güven ve yaşamında değişiklikler yapma cesareti verecek ve bolluk akışı hiç bitmeden devam edecek. 

Sevginin, saygının, aşkın, hoşgörünün, anlayışın, empati kurmanın, gönül gözümüzle bakmanın esirgenmediği, özgürce  paylaşıldığı bir dünya o kadar güzel ki… Buna tüm kalbimizle inanalım yeter bence. Bundan daha güzel bolluk olabilir mi insan hayatında?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

03.08.2012
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...