22 Temmuz 2012 Pazar

KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRME ve İÇSEL DİSİPLİN (2/2)

Aslında herşey var olduğundan bu yana hep insanların ihtiyaçları doğrultusunda, yine insanlar tarafından ortaya çıkarılmış.

Önceliklerine göre sıralamaların ilk basamaklarında hep kendi özel ihtiyaçları söz konusu olmuş doğal olarak; ardından diğerleri gelmiş. Maslow tarafından ortaya atılan ve ‘’İHTİYAÇLAR HİYERARŞİSİ’’ olarak adlandırılan bu kuramlara gelin beraberce kısa bir göz atalım:

-Fizyolojik İhtiyaçlar: insanın yaşaması için gerekli temel iç güdüsel ihtiyaçlar;

-Güvenlik İhtiyacı: korunma amaçlı ihtiyaçlar;

-Ait olma ve Sevme İhtiyacı: bedeni doyurduktan sonra elzem olan ruhun
doyurulması, sevgiyle beslenmesi, yalnızlığının unutturulması;

-Saygınlık İhtiyacı: en az sevgi kadar önemli, kendini kabul ettirme, bir anlamda ben de buradayım diyen iç sese karşılık bulmaya çalışma;

-Kendini gerçekleştirme İhtiyacı: hayallerine ve umutlarına kavuşma adına yaptığı sonsuz yolculuk ;

-Bilgi ve anlama: aldığı eğitim çerçevesinde bilgilerin artırılması, gelişmeleri takip edebilmek adına kendini geliştirmek, daha çok çalışmak ve anlamak;

-Estetik: son nokta, yapılan tüm ihtiyaç giderme çalışmalarının meyvesi ya da pasta üstü kreması gibi. Tüm gaye ise gözlere daha hoş görünmek, albenisini gösterebilmek, gözü okşarken ruhu da okşamak.

İhtiyaçlar Teorisi Kuram’ının sahibi Maslow ‘’bir üst seviyedeki ihtiyaçların giderebilmesi için bir alt basamaktaki ihtiyaçların gidermesi gerekir’’ diyor.

Her bir ihtiyaç bir sonraki adıma basamak olduğuna göre; basamakları atlayarak çıkmanın da düşüşü kolaylaştıracağından hareketle Maslow’un bu sözü çok önemli. Tam ve emin adımlarla ilerlemenin tek yolu da bu zaten öyle değil mi?

Aslında bu sıralamayı hakkıyla yerine getiren insanlardan oluşan bir toplumda ahlaki ve içsel disiplin de kendiliğinden oluşmaz mı? Burada bir doyum söz konusu bence.

Karnı doyan, ruhu beslenen, korunan, sevilen seven ve saygı duyulan, çalışan ve estetik anlayışı hayatına sokan bir insan her zaman bir adım daha ileriye gitme telaşındadır. İçinde kötülük, kıskançlık, kandırma, aldatma, çalma gibi hiçbir olumsuz düşünceye yer yoktur. Çünkü ihtiyaçları giderilmiştir.

Ama tam tersi, henüz karnını bile doyuramayan, hep korkularla yaşayan, sevgiden ve saygıdan uzak bir insandan korkmak gerekir. Çünkü her şeyi yapabilecek kadar gözünün dönmesi an meselesidir. İşte o insandan ahlaki disiplin, ahlaki yaklaşım, yaptıklarından güzellikler beklemek haksızlık olmaz mı? Sonuçta da estetik anlayış hep sözde kalır, bir türlü uygulamaya alınamaz.

Bu konu üzerindeki otoritelerin dediklerine göre; mutlu bir toplumda bireylerin ulaşabileceği en son nokta ‘kendini gerçekleştirme’ basamağı. Ancak bu basamağa ulaşan çok az insan var. Neden? Çünkü, algıları, düşünceleri, davranışları, hayata bakışları, insanlara yaklaşımları, olayları değerlendirme kapasiteleri, yaşamın güzelliklerine kendilerinden de katkı sağlama beceri ve istekleri ile aslında hepimizin özlediği tüm olumlu özellikleri içerir de o yüzden.
Bizler bu küçük payda içinde yer alabilir miyiz? Neden olmasın, gönülden istemek ve gayret etmek, çalışmak, çalışmak ve yine çalışmak şartıyla.

Eğer bu kategoride yer alamıyorsak bile; yine de hepimizin doruk yaşantılarında mutluluk hazzını kucakladığımız evrelerimiz var.   İşte bu evrelerimize sımsıkı sarılmamız ve elden geldiğince çoğaltmamız gerek diye düşünüyorum. Doruk yaşantılar kısa sürelidir belki ama yaşama her daim bağlı kalır, hayattan zevk almasını bilirsek sıklıkla yaşantımıza sokmamız da an meselesi.

Son söz olarak gelecek neslimize bırakacaklarımız arasında en güzel miras bence bu içsel ve ahlaki disiplin olmalı, onların kendilerini gerçekleştirmelerinin anahtarı verilmeli. Bu sadece sözlerle, uyarılarla, tenkit ve karşılaştırmalarla değil, bizzat kendi yaşantımızdan örneklerle yapılmalı ki etkisi kalıcı olsun, devamı gelsin. Şu an için evet pek çok eksik var, evet hata üstüne hata yapılıyor. Ama hepsinin ötesinde yapılan güzel şeyler de var ve onlar bizim sandığımızdan daha çok. Üstelik bizim beklediğimizden de güçlü bir nesil geliyor arkamızdan. Bilgisiyle ahlaki disipliniyle, erdemleriyle ve gerekirse dünyaya kafa tutacak güçleriyle onlar bizim yarınlarımız olacaklar. Belki yıllar alacak ama olsun, basamakları tek tek çıkacak ve son noktada buluşacak  hepsi.

Hayatı özümseyerek yaşayalım hep beraber. Mutlu ve umutlu olsun YARINLARIMIZ…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16.07.2012

KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRME ve İÇSEL DİSİPLİN (1/2)

Erdemli bir insan olmak, saygısını sevgisini ve kendi sınırlarını iyi bilen; ben duygusundan çok biz duygusu gelişmiş, yaptığı işlerde haksızlığa ve yanlışlığa, aldatmaya hep karşı duran; değer yargıları alabildiğine açık… Kısacası KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMİŞ bir insan olabilmek. Yani; düşünce ve davranışlarıyla içten, dürüst, yaratıcı, hayata nesnel açıdan bakabilen, yaşamın temel deneyimlerini değerlendirebilen, kendisini ve başkalarını olduğu gibi kabul edebilen,  cesur ve kararlı…

Bir toplumun en güzel bileşkesini ve ilerlemesini de böylesi insanların çokluğu yaratmaz mı? Bunun içinse tek bir yol var:

Çalışmak, çalışmak, çalışmak… yılmadan, pes etmeden ve başaracağına inanarak. O toplumun refahını sağlayacak, mutluluğunu devam ettirecek ekonomiyi canlı ve ayakta tutacak olan en önemli etken bu değil mi sizce de?

Sadece çalışmak olmadığı gibi sadece inanmakta yeterli değil elbette başarıyı yakalamak için. Ama hangisi daha önemli ya da hangisi daha önce doğmuştur diye düşünecek olursak; bence bunun cevabı yok gibi. Çünkü ikisi birbirini tamamlıyor, dengeliyor ve değerine değer katıyor.

Geçmişten günümüze dinsel tarihin içindeki gelişmeler tek tek incelendiğinde; insanların inançlarını  yeri geldiğinde kendi istedikleri gibi yönlendirdikleri  görülüyor. Farklı kültürler, farklı coğrafyalar ve farklı inanışlar… aslında hepsi sonunda tek bir ortak payda da buluşuyor olsa da. Üstelik savaşlarla baskılarla kendi inançlarını dünyaya yaymaya çalışarak. İnsanların içlerindeki boşluğu doldurmak, huzuru yakalamak adına hep bir şeylere inanmaları gerekliliğini esas alarak…
                                                                                         
Sonuçta inanarak  ve çalışarak elde edilen pozitif gelişmelerin, insandaki ahlaki disiplini oluşturduğu gerçeğinden yola çıkarsak; bunun ekonomiye olan olumlu katkılarından söz edebiliriz. Ama önce insanın hasletlerine, içsel yapısına ve davranışlarına bakmak lazım.

Kendine karşı samimi olmak ne kadar önemli, çünkü kendine samimi olan bir insan etrafındaki herkese  samimi duygularla yaklaşır. Ve o samimiyetin güzel getirisi ilişkilere olumlu olarak yansır; bu güzellik karşılıklı tüm alış verişlerde hissedilir.

Başkalarının söylediği ya da baskıladığı gibi değil, kendi içsel sesi ile hareket eden ve geceleri vicdanı ile baş başa kaldığında, hiç pişmanlık duymayan insanlar haline geldiğimizde; yakalayacağımız başarı bizleri hep bir üst noktaya taşınacaktır. Ben buna eminim.

Ticaret yapmak, ekonominin canlanması ve ayakta kalması açısından ilk şart neredeyse. Ama bunu yaparken doğruluktan şaşmamak ve elde ettiği kazancın etkisiyle şımarmamak da önemli. Çünkü ekonomi ve ticaretin tek göstergesi olan para işin içine girdiğinde; insanlar tüm güzel hasletlerini unutabiliyor nedense.

Para o denli tatlı olduğu için mi; insan yapısı gereği çok doyumsuz olduğu için mi; yoksa yeterince ahlaki ve içsel disipline sahip olamadığı için mi?

Geçmişte de günümüzde de parayı bulup şımaran, tabiri yerindeyse ‘ne oldum delisi’ olan nice insan var maalesef. Üstelik bu disiplinin eksikliği sonucu paranın getirdiği sahte gücün etkisi ile başları dönenler; bir süre sonra bu kazancı artırmak adına, her türlü uygunsuz koşulu denemekten, başkalarının canlarını yakacaklarını bildikleri halde vazgeçmeden bunu sürdürmekten de geri durmuyorlar. Ne acıdır ki teknolojinin ilerlemesi ile bu yollar daha da aleni yapılır hale gelmiş durumda.

‘’Kalbi tanımak aydınlanmanın başlangıcıdır. Tabiatı tanımak aydınlanmanın özüdür, kalbe ulaşmaksa aydınlanmanın ta kendisidir." Ishida Baiga’ya ait olan bu söze Sn Cahit Büyükkanber’in ‘’Ahlaki Disiplinlerin ekonomik anlayışa katkıları ve zenginleşme’’ isimli yazısında rastladım ve ben de çok beğendim. (Zaten bu yazıda oradan edinilen esinlenme ile ortaya çıktı. Bu anlamda desteğini her zaman hissettiren Sn. Cahit BÜYÜKKANBER’e çok teşekkür ediyorum.)

Bu mükemmel söze benim naçizane eklemek istediğim ise; kalbi tanımanın ve ona ulaşmanın tek yolunun sadece SEVGİDEN geçiyor olması. Sizce de öyle değil mi?

Böylece hem manevi anlamda çoğalmanın hazzını yaşıyor insan; hem de yürüdüğü yolun ışık hareleri ile aydınlandığına şahit oluyor. 


Hayatta bundan daha güzel bir içsel durum olabilir mi? (devamı 2/2 de)

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

16.07.2012

15 Temmuz 2012 Pazar

YALIN DÜŞÜNCE & ALTI SİGMA & KISITLAR TEORİSİ


Geçenlerde sayfalarını karıştırdığım bir dergide rastladım bu konulara. Oldukça ilgimi çekti ve aldığım kısa notları sizlerle de paylaşmak istedim. Benim gibi ilgi duyuyor ve bu değişik konular hakkında bilgi sahibi olmak istiyorsanız; cümlelerim sizleri bekliyor… belki ilerde şirketlerinize ipuçları olabilecek detayları yakalarsınız, belli mi olur?

Dünya büyük bir değişim içinde; yaşanan olaylar, yaşam şartlarının zorlukları hem birey olarak bizleri hem de çalışma sektörünü derinden etkiliyor. Kısacası tüm dünya ülkeleri yepyeni teorilerle şirketlerini geleceğe taşıma telaşındalar. Olası krizlerden kurtulmak, şirketlerinin devamlılığını korumak  ve çalışanlarıyla başarıya imza atmak adına tüm gayretleri.

İşte bu anlamda üç teorinin bir arada kullanılması söz konusu şu aralar. Yıllar önce bulunan teoriler tek başlarına yetersiz kalınca üçü ( Yalın Düşünce, Altı Sigma, Kısıtlar Teorisi ) baz alınarak daha gelişmiş bir modele dönüştürülmüş.

Bu teoriler kısa özetleriyle şöyle;

YALIN DÜŞÜNCE

Yalın düşünce teorisinin temelleri; 1950 yıllarında Toyota fabrikasında atılmış ve orada kazandığı başarı sonrası tüm dünyada uygulanan bir felsefe haline gelmiş. Temel amacı; israfı önleyerek, ürün ya da hizmetin müşteriye ulaşana kadar geçirdiği toplam süreyi kısaltmak üzerine.  Yani bir ürünün tasarımından sevkiyatına kadar geçen aşamalardaki yedi temel israfı önlemeye çalışarak; maliyeti düşürmeyi, müşteri memnuniyetini  ve nakit akışını artırmayı hedefliyor.

Temel prensipleri:

*değer,

*değer akışı,

*sürekli akış,

*çekme,

*mükemmellik.

ALTI SİGMA

Altı Sigma teorisinin temelleri ise; 1970 yıllarında yine Japonya’da Motorola Şirketi tarafından atılmış. Temel düşünce; operasyonlarda mükemmelliğin sağlanması amacıyla,  işletmelerde süreçlerin tanımlanması, ölçülmesi, analiz edilmesi, iyileştirilmesi ve kontrolü.
Amacı;

*müşteri memnuniyetini artırmak,

*çevrim sürelerini düşürmek,

*hataları azaltmak.

Uygulamalardan bu yana yıllar içinde kendini kanıtlamış bir yöntem. Sürekli başarı yaratması, herkes için performans hedefi sağlaması, iyileştirme, bilgi alış verişi ve öğrenmeyi artırması en iyi özellikleri. Her türlü şirkette kullanılabilir olması tercihte avantaj sağlıyor.

Temel ilkeleri;

*müşteri odaklılık,

*verilere dayalı yönetim,

*proses odağı,

*proaktif yönetim,

*sınırsız işbirliği,

*yukarıdan aşağıya eğitim

KISITLAR TEORİSİ

Süreçlerdeki en zayıf halkanın bulunması üzerine etkili bir uygulama olup; varsayımları ve hedefleri açısından yepyeni bir yöntem olarak karşımıza çıkıyor. İşletmenin başarıya giden yolunda önüne çıkan engelleri belirlemekte ve bunları yok etmek adına uygulanacak yöntemleri oluşturmakta kullanılıyor. Küçük büyük pek çok işletmede son yirmi yıldır başarı ile uygulanıyor.

Sorun çözme önerilerinde;

*önce en zayıf halkayı güçlendirmek: şirket bünyesindeki en zayıf halkayı bulup ona odaklanmak. Bu konuda otoriteler ‘’Şirketler en yetersiz elemanları ya da ekipleri kadar yeterlidirler. Çünkü diğer halkalar ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, kurumun başarısını sınırlayan en zayıf halkadır. ‘’ diyor.

*önce temel soruna odaklanıp semptomlara aldanmamak: gerçek problemlerin peşinde olmak ve kalıcı çözümler aramak.

Teoriye göre sıralama, sorunun kaynağından semptomlara doğru yapılmalı; yani önce sorunun nerede olduğu fark edilmeli, ardından o sorunu giderecek yollar aranıp, iyileştirme hamleleri yapılmalı.

Dünyadaki hemen hemen tüm büyük şirketler varlıklarını sürdürmek, krizlerden daha güçlü çıkmak, yok olmamak ve daha da büyümek adına bu yöntemleri tercih ediyorlar. Şimdilerde ise özellikle sağlık sektöründe bu üç yöntemin karması bir arada uygulanmaya başlandı ve sonuç beklenenden daha da iyi çıktı. Bu konuya ilgi duyanlara Sn. Prof. Dr. Bahadır İnözü’nün ‘’ Performance Improvement for Healthcare (Sağlık Sektöründe Performans Geliştirme: Yalın, Altı Sigma ve Kısıtlar Yönetimi ile Değişime Liderlik Yapmak) ‘’ isimli kitabını önerebilirim.

Başarıya giden yollarınız her daim açık olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

02.07.2012

8 Temmuz 2012 Pazar

HAYATA SIMSIKI SARILALIM MI?

Zor olan yaşam koşullarında hayata gülümseyebilmenin metotları…

Bakış açımızı, kendimizi ve hayatı sevmemizi, farkındalığımızı yakalamak adına yapacaklarımızı anlatan bir dolu cümle…

Hemen her gün karşımızda.

Bir kısmı kısa, net, anlaşılır.

Bir kısmı uzun, ağdalı ve karmakarışık.

Okuyoruz, hatta anlamak için defalarca okuyoruz bazen; ama bilmek ayrı elbette, bunu hayat geçirmek an be an uygulamak ise apayrı.

Yazılanları  başarmak içinse hep denemek gerekiyor. Yeri geldiğinde kendimizi zorlayarak, yılmadan, bir an bile pes etmeyi düşünmeden. Çünkü bir süre sonra alışkanlık haline geldiğini görüyoruz. İnsan yapısı her türlü koşula ve şarta uyum sağlamaya meyilli; biz bile farkında olmadan nelere alışıyoruz aslında bir düşünsenize.

ARINMAK… en önemlisi; arınıp tüm negatif ve olumsuz duygulardan kurtulmak. Ama bilinçaltımızın bize oynadığı oyunlara yenilmeden, onu alt etmenin metotlarını kullanarak. Bunun için de hep iyi ve olumlu duygulara sahip olmayı denemek; kolay mı elbette değil. Hele hele hayat bu denli zorlarken bizleri. Her yeni gün her şeye yeni baştan başladığımıza göre; yapılacak ilk iş sabahları kendimize gülümsemek ve o günün gerçekten çok güzel geçeceğine kendimizi bir çocuk saflığında inandırmak. Hatta olmuş ve biz çok güzel anlar geçirmişiz gibi mutlu olmak önceden, yaşamadan; hani ‘’mış’’ gibi yapmak. Bence ilk adımımız bu olmalı.

AFFETMEK, herkesi ve yaşananları… evet zor ama imkansız değil. Affetmediğimiz zaman kendi kendimizi yiyip bitiriyoruz aslında ve zararı sadece kendimize oluyor. Hatta çoğu zaman o affetmediğimiz kişi ya da kişiler bundan habersiz kalıyor. O halde bu eziyeti kendimize neden yapıyoruz? Neden beynimizin içinde sürekli aynı olayları çevirip duruyor ve kendimize acı çektiriyoruz ki? Bence değmiyor, affedip hafiflemek varken.


Kendimizi bir varoluşun mucizesi kabul etmek ve her şeyden önce kendimizi SEVMEK. Kendi bedenimizi, görüntümüzü, eksikliklerimizi ve fazlalıklarımızı her şeyimizi kabul edip sevmek. Ne kadar önemli. İkili ilişkilerde özellikle. Pek çok evlilik bu yüzden bitmiyor mu? Hep kapalı konular bunlar, hep utanılan ve dile getirilemeyen mahrem sayılan noktalar. Sırasında eşler bile kendi aralarında açık açık konuşamıyor pek çok şeyi. Neyi nasıl istediğini anlatamıyor o en sevdiği kişiye, o en yakınına. 
Sonuç mutsuzluk, hüzün, doyumsuzluk, çareyi dışarıda arama belki de, yanlış yollara sapma… bakar mısınız insanın kendi bedenini sevip kabullenmesinden ya da kabullenmemesinden nerelere geliyoruz bir anda. Ama maalesef hepsi yaşanan gerçekler.

İnsanın kendine olan güveninin oluşmasını sağlayan ilk adım oysa ki bedenimizi, kendimizi sevmek. Duruşumuzla, sözcüklerimizle bu güveni yansıtmak, bir anlamda içimizdeki sevgi dolu ışığı açığa çıkarmak.

Bunun için her yeni gün bedene puja yapmak (bu kelimeyi ilk defa bir NLP yazısında rastladım, anlamı açısından sevilmeyecek gibi değil bence) Bedenimizi sevmek; saygı duymak; beslenirken geçiştirmeden adeta bir tören edasıyla her lokmanın tadına varmak (sanki arkamızdan koşturan birileri varmışcasına, hızla yediğimiz, tadını alamadan yuttuğumuz lokmaları düşünsenize); hayatın keyiflerinin farkına varmak (kısacık molalarda kendimizi ödüllendirmek, bir kahve molasını örneğin ya da güzel bir müzik dinlemeyi kendimize çok görmemek, çocukların o masum gözlerine birkaç dakika dalıp gitmek belki de)

Bu güzel ilk adımla etrafımızdaki her şeye sevgi ve saygıyla yaklaşmak… sonuçta İÇİMİZDEKİ SEVGİYLE HAYATA GÜLÜMSEMEK . Getirisi ise gerek ikili ilişkilerde olsun, gerekse çevremizde   ışığı hep parlayan ve mutlu olduğu için hep aranan kişi olabilmek (ne kadar önemli ve ne kadar güzel; hep yapabilmek lazım; ne kadarını yapıyoruz, ne kadarını es geçip hemen unutuyoruz aslında; öyle değil mi?)

Bu arada okuduğum pek çok NLP yazısı içinden benim en sevdiğim paragraflardan birisini sizlerle paylaşmak yerinde olur diye düşünüyorum:

‘’Paylaşılan sevgilerin sunabileceği olanakları bir hayal edin. Dokunmanıza bile gerek kalmaz. Birbirinizin gözlerinin içine bakmak zihin ve ruhun gereksinimlerini karşılamaya yeter. Sevginizle beslendiği için beden doyuma zaten erişmiştir. Kendi sevginizle dolu olduğunuz için, artık yalnız değilsinizdir. Yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin, sevgiyle dolarsınız.’’

SEVGİ… benim olmazsa olmazım. Bu nedenle hep yazılarımı ‘sevgiyle kalın’ diye sonlandırıyorum. Sevgi gerçekten de içten geliyor ve yine ben sevginin söylenmesinden, PAYLAŞILMASINDAN yanayım. Çünkü paylaşıldıkça ÇOĞALDIĞINI biliyorum, öyle hissediyorum. Sevgiyle her kapının açıldığını, en sert kalplerin bile yumuşacık olduğunu hepimiz biliyoruz aslında ama, sevgimizi söylemekten hep kaçınıyoruz nedense. Sanki sevdiğimizi söylersek eskirmiş gibi, bence ne kadar yanlış. Tam tersine söyledikçe güçlenir, kalıcı olur, silinmesi zorlaşır. Ben sevgimi söylemeden duramıyorum ve öyle keyif alıyorum ki … Hani içimde sanki taşan bir şeyler var, söyledikçe de içime yeniden doluyor gibi…

Yine çok önemli bir duygu hali ŞÜKRETMEK! Her şeye karşı içimizdeki o şükretme duygusunu çoğaltmak. Elimizdeki minicik duygulara yenilerini eklemek ve çoğaldığını gördükçe aslında ne kadar zengin olduğumuzu fark etmek. Hayatın o naif anlarındaki minik detayları yakalayıp mutlulukla şükrettiğimizde sahip olduklarımızın çokluğu karşısında şaşırmamak elde mi? Ve bu sahiplenme duygumuz bizi daha da çoğaltacak, öyle değil mi? Yine bir yazıda okumuştum, şükretmek insan beyninin sağ yarısını harekete geçiriyor ve bize gücümüzü hatırlatıyor. Beynimiz müthiş çözümler üretirken, enerjimizin de artmasına neden oluyor ki… bizim istediğimiz de bu değil mi zaten bilinçaltımızı yenmek adına. Aslında bir de sahip olamadığımız şeylere şükredebilsek o zaman daha yüce mertebelere erişenlerin (sufiler gibi) ruh haline yaklaşmak söz konusu ama; elbette bu en zor olanı. İnsanın tevekkülde olması galiba, mütevazilikle boyun eğip o en zor haline bile şükretmeyi akıl etmek…

Pişmanlıklar, keşke’lerle geçecek zamanımız yok bizim. Yerine iyi ki diyeceğimiz ve şükür hanemize bir artı daha katacağımız nedenlerimiz olmalı. Her yeni güne yepyeni bir hediye gibi bakmak, sahiplenmek ve o umutla başlamak… sevgiyle tebessümle karşılamak ve o sevgiyi etrafımıza da bulaştırmak…

Ego ile mücadelede duygu ve düşünceleri serbest bırakmak; hani deyim yerindeyse akışına bırakmak, zorlamamak. Bir süre sonra düşüncelerimizi kontrol edebildiğimiz noktayı yakalayınca (ki kabul ediyorum bu da kolay değil); duyguları da kontrol edebiliyoruz. İç güdüyü aşmak ve zihni susturmak, konsantre olmak… en zoru da bu galiba. Düşüncelerimiz duygularımızı, duygularımız davranışlarımızı, davranışlarımız da hayatımıza yön veriyor bunu biliyoruz hepimiz. O halde ilk çıkış noktası: düşüncelerin olumlu olması. Bunun içinde kendimizle hep barışık olmamız gerekiyor. 
Pekiyi ama insan hep neşeli olabilir mi? Elbette olamıyoruz ve bir an mutluyken, sakinken; bir an geliyor her şeye kızıyor içimiz, mutsuzluk, karamsarlık kaplayabiliyor hatta.  İşte o anları HEMEN fark edebilmek gerekli, fark edip hemen en keyif aldığımız konuyu düşünmeye geçmek. Hani öyle uzunca dalıp gitmemek belki de, hüznün içimizi sarmasına izin vermemek. Ne kadar kısa yoldan geçirirsek o denli iyi.

Egoya hizmet eden 4 davranış modelinden söz ediliyor.

Onaylanma (kabul edilme) isteği,          …....         hepimiz de var maalesef,

Yönlendirme (kontrol etme) isteği,       ……         çoğu kişi yapıyor evet,

Güvence isteği,                                       ……         mutsuz evlilikler bile bu yüzden devam etmiyor mu? Dayak şiddet gibi en kötü davranışlar bile bu yüzden sessizce kabulleniliyor.

Önemsenme duygusunun tatmin isteği,…           bu da hepimiz de var.

Bence egomuzu kendimiz yönlendireceğiz, yoksa onun doyumsuz olduğu bir gerçek, üstelik aldıkça daha da büyüyor öyle değil mi?

Özetlersek;

ARINMAK,

AFFETMEK,

OLUMLU DÜŞÜNMEK,

ÖNCE KENDİMİZİ SEVMEK,

HER YENİ GÜNE TEBESSÜMLE ve UMUTLA BAŞLAMAK,

ŞÜKRETMEK ve 


ŞÜKRETTİKÇE ZENGİNLEŞMEK.

Umuyorum ki deneyimlerimizle ve çabalarımızla biz de burada sözü geçenlerin bir kısmını uygular hale geliriz, hatta geldik bile diyelim ve gelin beraberce olmuş gibi yapalım. Kazandıklarımıza bir artı daha katmak ve SEVGİYLE HAYATA SIMSIKI SARILMAK adına.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

01.07.2012

4 Temmuz 2012 Çarşamba

SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI (STK)


İnsanların gönüllü olarak ortak düşünceler etrafında bir araya gelmeleriyle oluşan Sivil Toplum Kuruluşları (STK); bireyin yalnızken yapabileceklerine kıyasla, çoğaldığı zaman yapabileceklerinin ne denli anlamlı ve güçlü olduğunun açık bir göstergesidir.

İlk çıkış yıllarında misyonları, halkın düşüncelerini ilgili kademelere aktaran bir temsilcilik şeklindedir.

Oluştuğundan bu yana pek çok anlam değişikliğine uğramış, değişik isimler verilmiştir. Ama ortak fikirlerin daha sağlam bir temele dayanarak savunulması, ses getirecek platformlara taşınması açısından önemini hep korumuştur.

Toplumun en küçük parçası olan bireyin, düşüncelerini daha dinamik ve kolayca ilgili yerlere iletmesi; aradaki diyalogların daha net açıklanması amacıyla çoğalarak ses vereceklerinden hareketle; STK ‘ların arada bir denge unsuru olduğu söylenebilir.

Tek başınıza sesinizi duyuramazken, bir araya geldiğinizde hem fikirlerin ortaya konup beyin fırtınasıyla yoğunlaşmasına zemin hazırlamış olursunuz hem de daha etkili ve kolay yoldan isteklerin iletilmesine aracılık edersiniz. Konuların gündeme taşınması, sahiplenmesi, yayın organlarının dikkatini çekmesi, halkın genel bir fikir sahibi olması açısından (desteklesin ya da desteklemesin) varlıkları oldukça önemlidir.

Toplumun ihtiyaç ve taleplerini karşılamada en etkili araçlardan birisi olan; geçen zaman içinde yapısı ve misyonu itibarı ile köklü bir yer edinen STK’ ların,  yönetenle yönetilen arasındaki ilişkilerdeki etkisi de göz ardı edilemez.

Toplumsal hayatın organize bir göstergesidir;  yeri geldiğinde hem ulusal hem de uluslar arası platformlarda seslerini duyururlar. Toplumdaki algılama gücü, nelerden etkilendiği, nelerle beslendiği, güçlü ve zayıf yanlarının ne olduğu; bireylerin şikayet ve talepleri yine bu yolla net olarak ortaya çıkar.

DOSTLUK, ARKADAŞLIK YAŞAMDIR. Ne kadar doğru bir söz ve ben tam bu noktada şunu eklemek isterim; dostlarla, arkadaşlarla paylaşılan her şeyde yaşamın en güzel renklerini görürken, en güzel tınılarını kulaklarımızda hissederiz. Ve yine Sinan Yağmur AŞKIN GÖZYAŞLARI isimli romanında şöyle  diyor:  ‘’Dostların, birlik sarayında kol kola yürümeye başlamadan önce muhabbet koridorunda buluşmaları gerektiğini biliyordum.’’

O koridor ki aradaki bağların oluşmasına zemin hazırlayan tüm sohbetlerin, sıcacık yürek seslerinin en gizli tanığıdır. Yaşamın tazelenen havasına uyum sağlayan beraberliklerdir. Yalnızlıktan kurtulmak, kendini önemsemek, yaşadığı güzelliklerde paylaşımın erdemiyle çoğalmaktır. Bir bütünün parçası olabilmenin en naif  ve sevgi dolu yoludur.

Tek başına belki bir hiçken ve sadece düşüncelerinizle baş başayken, hatta varlığınızdan kimse haberdar değilken; çoğalmaya başladığınızda etrafınızda oluşan o güzel hare ile her şey bambaşka bir anlam kazanmaya başlar. Hayatı sorgulamada, hayatın getirdiklerini daha kuvvetli karşılamada size görünmez bir destek olur.

Karşılıklı güven duygusuna dayanması  ve nitelikli olması iki temel özelliğidir aslında. Çünkü bunlar ne kadar kuvvetli olursa, STK’ların da yaptıkları o denli ses getirir ve kalıcı olur.

Ülkemizdeki STK lar; sayıca çok, ancak nitelik anlamında yeterli bir güçte değil maalesef. Yetersiz maddi birikim, geliştirilecek ve sistematik bir şekilde işlenecek projelerin olmaması, etkin bir iletişime geçilememesi, konuyu sahiplenip sonuna kadar arkasında duracak kuvvetli bir beyin kadrosunun eksikliği gibi etkenler başlıcaları. Aktif bireylerin oluşturduğu bir alan olmalı, her yenilik, her istek göz ardı edilmeksizin, önce beyin süzgecinden geçirilip sonra da belirli bir program doğrultusunda hayata geçirilmeye çalışılmalıdır. Yoksa sadece STK kurmak, bir iki kişiyi bu işe yönlendirmek; ama sonrasında arkasını boş bırakmakla böylesi gönül işleri yapılamaz, yapılmaya çalışılsa da verimli olmaz.

Sivil Toplum Kuruluşları sayesinde kapalı ve tutucu bir toplum olmaktan çıkılıp; daha açık, daha net olan, düşüncelerini serbestçe savunan, hakkını arayan bir toplumun önü açılmış olur.

Bir adım daha ileriye gitmek, o bir adımda arkada kocaman bir güven desteğinin olduğunu hissetmekle hedeflere daha kolay ulaşılır. Bu anlamda Sivil Toplum Kuruluşları (STK) önemlidir ve işlevleri açısından göz ardı edilmemelidir diyebiliriz.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

25.06.2012
NOT: bu yazım da bana yazılarıyla esin kaynağı olan Sn. CAHİT BÜYKKANBER'e sonsuz teşekkürlerimle...

2 Temmuz 2012 Pazartesi

MAVİ ŞEHRİN BÜYÜSÜ

İstanbul’da yaşayanlar iyi bilirler. Boğazın her bir kesimi apayrı bir güzellikle insanı büyüler. Her adımın da masmavi denizle kucaklaşmak, ben gibi denize aşıklar için bu şehri vazgeçilmez yapmaya yeter de artar.

Kanlıca, Anadolu Hisarı ile Çubukla arasında yer alan, Beykoz’un yeşil ve güzel semti. Çocukluğumda denize girdiğim, kıyısında pembe oyuncak ördeğimi yüzdürdüğüm, tebessümle hatırladığım bir güzellik. Üzerine pudra şekeri ekilerek yenilen özel yoğurdu hala damak çatlatacak cinsten. Aşıkların elele yürüdüğü Mihrabad Korusu ise sıcak yaz günlerinin en tatlı kaçamak noktalarından bir tanesi.

Tam karşı kıyısında yer alan Emirgan, Sarıyer’in bol yeşilli, nezih bir semti. Lale bahçelerinin nefes kesen görüntüsü her baharda insanları sevgiyle kucaklar. Doyumsuz manzarası, yazın bunaltıcı havasına inat serin korusu ve sevimli minicik sincapları ile mutlaka görülmesi gereken yerlerin başında gelir. Eskilerin semaver çayı özlemini  giderdikleri, buram buram tarih kokan renkli köşkleriyle İstanbul'un en güzel yaka rozetlerinden biridir adeta.

İşte bu iki güzel yaka arasında çalışan ve neredeyse denizin içinde gidiyormuş izlemini veren minicik motorlarla, boğazı adeta ikiye yarar gibi geçmenin keyfinden bahsetmek istiyorum size. 


İçinize dolan çocuk sevinci, yüzünüzdeki kocaman tebessüme eşlik ederken; hangi tarafa bakacağınızı bilemezsiniz. Bir yanınızda köprü, üzerinde karınca misali hızla ilerleyen taşıtları ; diğer yanınızda alabildiğine uzanan mis gibi bir deniz. Mavinin yeşile, yeşilin maviye aktığı anlar… arada dalgalarla mücadele eden motorun sağa sola yatmalarına eşlik eden heyecanınız mutluluğunuzu adeta körükler. Bu çoşkuyu yaşamayan bilemez, kelimelerle anlatmak ise yetersiz kalır inanın bana.

Bir değil, iki değil, defalarca aynı yoldan geçmeyi istersiniz. O muhteşem manzarayı, o tatlı serinliği, o güzel deniz tadını doya doya içmek adına. Denizin içine atlamak, o serin maviliği kucaklamak isteği ise dayanılmaz olur. Yüzünüze çarpan tuzlu deniz taneleri, elinizi sarkıtıp denizle buluşturduğunuz o ilk temas öyle güzeldir ki. Tek kelime ile muhteşem bir duygudur tüm yaşadıklarınız.

Kısacık Anların mutluluğunu  yakalamak isteyenlere, denize aşık olanlara, mis gibi deniz kokusuyla sarhoş olmak için  tavsiye edilir.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.06.2012
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...