30 Mart 2012 Cuma

İHANETİN ACISI BU KADAR MI AĞIR?


Geçenlerde bir tartışma konusu kulağıma çalındı. Soru şöyleydi: Aşık olduğunuz, çok sevdiğiniz bir kişinin hangi şekilde hayatınızdan çıkması canınızı daha çok yakar? Ölümle kaybetmek mi,  yoksa size ihanetini öğrenmek mi?

Kendi içimdeki cevabı saklı tutarak, verilen cevapları izlediğimde şaşırdığımı açıkça   itiraf etmeliyim. Çünkü tartışmaya katılanlardan pek çoğu ihanet acısının ölümden daha keskin ve travmatik olduğunu savundu. Öyle ki neredeyse hemen hemen hiç düşünmeden verdiler cevaplarını; tüm yüz mimikleri ve bedensel hareketleriyle de  sözlerinin arkasında olduklarını gösterdiler.

Ben  kendimi yaşadığım yıllar boyunca hep şanslı bir kadın olarak görenlerdenim. Elimin altındakilerle yetinmesini bilmem ve hepsine her defasında şükretmem bir yana, yaşamın hepimize güzel bir hediye olduğunu ve her türlü zorluğuna rağmen yaşanılası olduğunu savunanlardanım. Üstelik hayatımda hiç ihanete uğramadım; çok sevilip çok sevdim ve aşkı doya doya yaşayıp tadına vardım. Hal böyle olunca da bana göre aşık olup, kalbinizi bağladığınız ve her şeyden çok sevdiğiniz insanın ancak ölümle ayrılığı içinizi daha çok yakar diye düşünenlerdenim.

Ölüm bu çaresi yok, geri dönüşü hiç yok. Gitti mi gidiyor, telafisi, zamana bırakılıp affedilmesi gibi hiçbir duyguyla geri gelmiyor. Üstelik geçen zamanla birlikte içinizdeki yalnızlık duygusu daha da derinleşiyor.

Halbuki pek çok kişi ihanete parmak bastı ve neredeyse hiç düşünmeden bu acının insanın içini yakıp kavurduğunu söyledi. Cevabı verenlerin pek çoğu ihanet acısını birebir yaşadıklarını da sözlerine eklerken bu duygunun ölümle kaybetmekten de zor olduğunu vurguladı. İhanetin aradan ne kadar zaman geçerse geçsin unutulmadığını, hep içten içe kanadığından da dem vurdular. Ama bu tezi savunanların kaçı ölümle ayrılık acısı yaşadı ve ihanetle kıyaslama durumu yakaladı acaba işte bunu bilemiyorum.

Ama ben sevdiğim kişinin benden ayrı olsa da, hatta beni bir başkası için terk etse de yaşıyor olmasını isterim. Nefes aldığını bilmek bana yeter. Hele hele mutlu olduğunun da farkındaysam ben de en az onun kadar mutlu olurum. Gerçek sevgi ve aşk da bunu gerektirir bana göre. Cananınızın canınızdan daha kıymetli olması hali. Bencillikten uzak, naif, sevginin en üst katmanı belki de.

İhanet, kıskançlık, o büyük yanardağ patlaması zamanla unutulur gibime geliyor. Ama ölümle gelen ayrılıkta ne yapabiliriz ki? Hiçbir şey. Eliniz, kolunuz bağlanır adeta. 
Geriye sadece yaşanan güzel hatıralar kalır, tebessümle hatırlanacak pek çok anı, siyah beyaz resimler gibi zamanla unutulmaya mahkum. O kişi yoktur artık, canınızın bir parçası bir bilinmeyene gitmiştir. Asıl yalnızlık işte o zamandır. Gücünüzün tükendiği, dayanma sınırlarınızın bir yay gibi gerildiği, kimselere derdinizi dökemediğiniz, dökseniz de anlaşılamadığınız anlar.

Öte yandan yapılan araştırmalar ihanete uğrayan özellikle kadınların, girdikleri depresyonun onların tüm dengelerini alt üst eden en zor psikolojik depresyon olduğunu gösteriyor. Kolay kolay dile getirilmediği, paylaşılmadığı için de insanın içinde bir volkan misali patlamalar yapıp en ağır tahribata uğratıyor. Kendinize küskünlüğünüz, hayatta hiçbir şeyden tat alamayacak kadar bıkkın olduğunuz, kendinizi sevmediğiniz, hatta zaman zaman suçladığınız ağır bir süreç.

Ama ben yine de insanın içini yakan en ağır acının ölüm acısı olduğunu savunuyorum. ‘’İhanet eden insan da ölüden farksızdır benim için’’ diyenler elbette çıkacaktır. Onların fikirlerine de saygı duyarım. Yine de o kişilerin fiilen yaşıyor olmasının rahatlığı ile bunları söylüyor olduklarını da düşünmeden edemem.

Bir tek ölüme çare yok bu garip dünyada. O nedenle sevdiklerinize, aşkınıza, eşinize sıkı sıkıya sarılın, fırsat buldukça sevginizi gösterin, vakit  henüz geç olmadan. Aşkınızı yaşayın ve yaşatın kül haline gelmeden. Süresine, kısa ya da uzun sürüp sürmemesine kafanızı takmadan, doya doya tadın. İhanet de olmasın hayatınızda diğer ayrılıklar da… çünkü her ayrılık zordur kendi çapında.



Sözlerimi şiire gönül vermiş Ersin Ay'ın güzel dizeleriyle sonlandırmak istedim, ayrı düşen kalplere gelsin.

‘’Dün bir adam dolaşmış İstanbul ‘un tenha arka sokaklarında,
  Elinde üç kibritle yanmış bir sarma sigara
  Seni aramış her köşe başında,
  Ne sana rastlamış, ne de senden kalana…’’

İşte bu dizeler gibi bir de bakarsınız ki sevdiğiniz yok olup gitmiş, geride kaldığını sandığınız anılar bile yitik ve siz hiç olmadığınız kadar çaresiz... bu nedenle henüz vakit varken sevginin, güzel yüreklerin kıymetini bilmek gerek…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

23.02.2012
NOT:kalbi kadar güzel dizeleri olan, şiir aşığı Sevgili Ersin Ay'a katkılarından dolayı sonsuz teşekkürlerimle...

29 Mart 2012 Perşembe

ÇERÇEVE DEĞİL RESİM ARIYORUM


''Çerçeve değil resim arıyorum... ''

Ajda Pekkan’ın bir zamanlar oldukça popüler olan bir şarkısına ait bu sözler…

Çalındığında hemen herkesin eşlik ettiği, severek dinlediği bir şarkıydı, sözleri ise oldukça manidar. Nedeni de sanırım artık arayışların farklılık göstermesinde. Tabiri yerindeyse çerçeveye kanıp sevgiyi ve aşkı bulduğunu zanneden insanların aklı başına gelmiş durumda.

Hızla tüketilen duygular…

Aceleci davranışlar…

Acı tecrübeler…

Göz yaşlarıyla ıslanan yastıklar…

Uykusuz geceler…

Ve ellerde kalan boş çerçeveler…

Kimisi parıltılı, kimisi çok pahalı…

Hepsi özenle seçilmiş, özel tasarımlarla hazırlanmış, belki en pahalı taşlarla süslenmiş; beğenilip sahiplenilmiş ama…

İçleri dolmadıktan sonra neye yarar ki?

İçini doldurmak yürek ister, kendine güven ister. Sadece dış görüntü değil tertemiz bir yürek ister. O çerçeveden size bakan gözlerin resim dahi olsa içinizi yakması gerek. 
Kalbinizin tatlı tatlı atışına tebessümünüzün eşlik etmesi gerek.

Nice çerçeveler var ki içleri dolu ama aslında boş. Aşk zannedilip peşinden koştuğunuz, siz olmadan bir tek gün bile geçiremediğini sandığınız, sevginize karşılık bulduğunuza inandığınız koca bir yalan.

Adeta ıssız çöllerde görülen bir serap, bir yanılsama. Hepsi bu…

Çerçeveleri boş verin, eğer resimler gerçek sevgilerin birebir yansımamsıysa; çerçevesiz bile öyle güzel ki…

İçimizdeki sevginin, mutluluğun gözlerimizdeki pırıltıya eşlik ederek dışa yansıdığı, tatlı bir tebessümle gönülden gönüle  aktığı resimlerden bahsediyorum. Hangimiz tatlı bir tebessüme, içten bir gülümsemeye kayıtsız kalabiliriz ki? O anda içimiz ısınır adeta, kısa süreliğine de olsa kendi sıkıntılarımız uçup gider. Mutlu olduğumuzu hissederiz. İşte böylesi resimlerde çerçevelerin önemi yoktur.

Ama ya o sahte gülüşler? Yüzlerine maske takıp dolaşan insanların bakışlarına yerleştirdikleri o sırıtan tebessümler? Hele hele albenili çerçevelerle süslüyse ilk bakışta nasıl da aldatır bizleri. Ancak bir süre sonra, dikkat ettikçe asıl yüz ortaya çıkar. Minicik ama önemli detaylar, insanların o sahte gülümsemelerini tüm çıplaklığı ile gösterir. Çerçevenin bile bir etkisi yoktur artık. Hatta o muhteşem çerçevenin içinde çok daha fazla sırıttığına tanık oluruz.

Oysa ki gerçek sevgilerin yansıdığı gözler, o gözlerdeki bakışlar sizin kalp dilinizdir. Bakanın yüreğini ısıtır. Sadece bir resim dahi olsa sımsıkı sarmak, öpmek koklamak gelir içinizden, hatta içinize sokmak.

Çünkü siz o resimdeki bir bakışa, bir gülüşe, bir oturuşa, bir ifadeye değil, sevginin ‘’ben buradayım’’ diyen sesine vurulmuşsunuzdur. Çerçevesiz, sade, belki siyah beyaz bir resimdir elinizdeki, ama sevgi kokar her bir yanı. Kimselerin bakıp da göremediğini görmüştür gözleriniz. Çoğu kişi sadece çerçevesi ile ilgilenirken, hatta çerçevesiz diye bir kenara savurmuşken; sizin elinizde dünyanın en değerli hazinesi vardır aslında. Çünkü sevgisiz, aşksız pahalı bir çerçeveden ibaret olan resimler yerine; aşk dolu, sevgisi buram buram kokan sade bir resim sizin yürek anahtarınızın kilidi olmuştur.

Çerçeveleriniz hep sevgi kokan yüreklerle dolu olsun.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

24.03.2012

7 Mart 2012 Çarşamba

BİR ÖDÜLLÜ KISA FİLM-GÜLÜMSE


Bir ödüllü kısa film bana bu satırları yazdıran. Kısacık ama konusu öyle derin ki… adeta benim hayat felsefem haline gelen gülümseme ile ilgili. Bir tatlı ve içten tebessümün insanların hayatına yaptığı güzel dokunuşları  ve olumlu değişimleri  anlatan güzel bir film.

Gülümsemeyi es geçenlerin, unutanların, umursamayanların, dudak bükenlerin, gülümseyerek yaklaşanlara karşılık vermeyi çok görenlerin izlemesi ve ders alması gerekli bir film bana göre.

Sarı saçlı dünyalar tatlısı bir kız çocuğu, elinde kağıt mendiller ve yüzünde kocaman bir tebessüm… kısa filmimiz böyle bir sahne ile başlıyor.

Kız çocuğu altı yedi yaşlarında var yok, oldukça sevimli ve güzel. Ama esas güzel yanı gülümsemesi… öyle hoş bir tebessümü var ki, sanki başının etrafında pırıltılı bir güneş taşıyor gibi. Ki o güneş ışıltıları karşılaştığı her insanı mutlulukla sarıyor.

Kız çocuğu sahilde bankta oturan ve ağlayan genç bir kadının yanına yaklaşıyor. Yüzündeki tebessümü bozmadan, elindeki mendili uzatıyor. Genç kadın çok üzgün, çevresindekileri görecek hali yok. Belli ki sevdiğinden yeni ayrılmış, hüznün pençesinde, etrafına karşı tüm duyularını kapatmış. Bir an gözgöze geliyorlar ve o tebessüm dolu minik yüzün aydınlığı genç kadını da vuruyor, tebessüm ettiriyor belli belirsiz. Mendili alıyor, çantasından bozuk para çıkarmaya çalışırken; bizim küçük iyilik meleğimiz yanından ayrılıp tebessümünü başkalarıyla paylaşmak için yola koyuluyor. 

O sırada yüzündeki tebessümle hayata daha sevecen bakabilen genç kadın, sevdiğine cepten mesaj atma cesaretini gösteriyor. Hüznün diğer cephesindeki genç adam, bir meyhanede içkiyle acısını avutmaya çalışırken, gelen mesajla aniden hüznü üzerinden atıp gülümsüyor. Hesabını ödeyip çıkarken, servisini yapan garsona hayli yüklü bir bahşiş bırakıyor. 

Bahşişe şaşıran ama aynı zamanda çok sevinen garson, iş çıkışı evi için alışveriş yapıyor. Dönüşte kuşlara yem satarak geçimini sağlayan yaşlıca bir kadınla yolları kesişiyor. İçindeki mutluluğu paylaşarak çoğaltmak isteyen garson, kuşlara yem atarken biraz önce aldığı bahşişin bir kısmını da yem satan kadına bırakıyor. Kendisini mutlu edip gülümseten genç adamın yaptığını yaparken, bir yandan da gülümseyerek mutluluğunu paylaşıyor ve adeta çoğalıyor.

Yaşlı kadın aldığı para karşısında yarı şaşkın ama çokça mutlu bir halde evine dönerken alışveriş yapıyor. Ve aylarca et girmeyen evine et alıp bir güzel kızartıyor. Sofrayı hazır edip oturduğunda, kapıdan evin minik paylaşımcısı giriyor. Hem evine gelmenin hem de ne zamandır özlemini duyduğu nefis kokunun sevinciyle yaşlı kadına mutlulukla sarılıyor. Ne güzel bir tesadüftür ki; fakir evin minik paylaşımcısı, sabah kocaman gülümsemesi ile insanların  hayatına bir iyilik perisi gibi dokunan sevimli kızdan başkası değildir.

İzlerken yüzümde kocaman bir gülümseme, gözlerimde ise yaşlar vardı. Kaleme alıp yazarken yine aynı duygusallıkla kelimeleri ardı ardına sürükleyen elime hakim olamadım. İstedim ki bu güzel film bir iki kişiye daha ulaşsın. Pek çok kişi içten bir gülümsemenin,  hayatını olumlu yönde değiştirdiğini görsün ve BİR DAMLAYKEN DENİZ OLSUN. 


Yüreğiyle bu güzel esere imzasını atan Sn. Ahmet Şerif İzgören’i  tüm kalbimle kutluyor, bu anlamlı filmle beni buluşturan Sevgili Sercan Aktaş'a ise teşekkürler ediyorum.

Sevgiyle hep tebessümle kalın. Ve unutmayın ki BİR tebessüm bir anda BİN TEBESSÜM olur.
Belgin ERYAVUZ

21.02.2012


Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...