30 Ekim 2011 Pazar

CADDE’DE GELENEKSEL CUMHURİYET YÜRÜYÜŞÜ

Tarih: 29 Ekim 2011

Saat: 19:00

Yer: İstanbul – Bağdat Caddesi Suadiye Işıklar

Cumhuriyet’imizin kuruluşunun 88. yılı nedeniyle yapılacak olan törenlerin iptal edilmesine karşın, hepimiz bir araya geldik; TEK YÜREK olmak için. Kızımla beraber her sene geleneksel hale getirdiğimiz Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında yine Bağdat Caddesi’ndeyiz. Sol göğsümüze iliştirdiğimiz ay yıldızlı rozetlerimiz, saçlarımıza taktığımız kırmızı beyaz aksesuarlarımız, elimize aldığımız ay yıldızlı bayrağımız ve elbette güzel Atamızın resmi ile coşkunun, heyecanın tam ortasındayız.

Diğer senelere oranla çok daha büyük bir katılımla her yer dopdolu. Bağdat Caddesi, Bağdat Caddesi olalı böylesi büyük bir kalabalığı, böylesi tek yürek olmuş insanları bir arada görmedi.

Cumhuriyet’imize ve geleceğimize sahip çıkmak adına oradayız…

Her yer kırmızı beyaz…

Herkes heyecanlı, herkes coşkulu…

Gencinden yaşlısına, emeklisinden çalışanına, çocuğundan bebeğine, sanatçısından sanatseverine kadar herkes el ele, omuz omuza, yürek yüreğe. Tek bir kaldırım taşı, tek bir boş mekan, adım atacak tek bir yer bile yok.

En güzel marşlar dilimizde, yürüyoruz geleceğimize…

Tüylerimiz diken diken oluyor, bu güzel coşkunun bir parçası olmanın gururu ile ışıldayan gözlerimiz arada sırada nemleniyor. Ama içimizdeki heyecan, Atalarımıza, şehitlerimize duyduğumuz minnet hiç bitmiyor.

Bir çocuğa verilecek en büyük armağan vatan ve millet sevgisidir. Ki bu sevgi kitaplardan okuyarak öğrenilmez. Cumhuriyet aşığı bir Türk kadını olarak, Cumhuriyet aşığı kızımla el ele olmanın gururu kelimelerle anlatılmaz. Ve biliyorum ki o da kendi çocuklarına aynı coşkuyu aşılayacak.

Genelde arabalarda olsun, yaya trafiğinde olsun önceliği hep kendinde gören, birazcık bencilliği kendisine hak sayan Bağdat Caddesi; bu bayram gecesinde mütevaziliğin yumuşaklığıyla el uzattı yanındakine. Milletine, vatanına, Cumhuriyet’ine sahip çıkmanın güzelliğiyle gülümsedi önündekine, ardındakine. Yeri geldi sırasını verdi, yeri geldi bebek arabasını kucakladığı gibi kaldırdı, yeri geldi elindeki pankartı bayrağı paylaştı severek, isteyerek.

Bir süre önce topluca kaybettiğimiz şehitlerimizin adlarını tek tek andık; dövizlerini gururla taşıdık. Van depreminde kaybettiklerimizi de unutmadık. Binlerce kişi 1 dakikalık saygı duruşundayken, sessizliğin nasıl bir erdem olduğunu adeta haykırdık.

İstiklal marşımızı okurken yeri göğü inlettik. İlk mısrasında “Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak!” derken al sancaklarımızı başımızın üstüne hiç durmadan salladık. Ağrıyan kollarımıza, şişen boğazlarımıza, kesilen sesimize aldırmadan tek yürek olmanın coşkusunu damla damla içimize akıttık.

Darısı diğer senelere olsun dileklerimizle ayrılırken, yüzlerimizde tatlı bir tebessüm vardı; yorgun ama bir o kadar da gururluyduk.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

30.10.2011

29 Ekim 2011 Cumartesi

BUGÜN DOĞDUN CANIM ÜLKEM...İYİ Kİ DOĞDUN!



Bugün 29 Ekim 2011... Cumhuriyetimizin kuruluşunun seksen sekizinci yılı bugün!
Canım ülkemin doğum günü!
Nice seksen sekiz yıllar olsun; hep elele, hep omuz omuza, hep yürek yüreğe!


Bugün en güzel bayram, çünkü bugün tüm dünyanın önünde saygıyla eğildiği tek liderin, sevgili Atam'ızın
bizlere emanet ettiği cennet ülkemizin doğum günü!


Kutlu olsun, mutlu olsun HEPİMİZE!


Bize bu güzelliği yaşatan, bugünlerimizi rahatça yaşamamıza vesile olan tüm büyüklerimize, başta ATATÜRK'ümüz olmak üzere tüm şehitlerimize gönül dolusu teşekkürler ediyoruz. Mekanları cennet olsun, yattıkları her yer nurlarla dolsun.


CUMHURİYET BAYRAMIMIZ hepimize KUTLU OLSUN...


Sevgiyle kal canım ülkem.
Belgin ERYAVUZ


29.10.2011

15 Ekim 2011 Cumartesi

KÖPRÜLER YIKILIRKEN...


İki kişinin yaşadığı bir ilişkide yeterince cesur olamamak... 

Sevdiğinin gözlerinin içine bakarak gerçekleri söyleyememek…

Onun yerine mektuplara baş vurmak…

Kırık dökük kelimelerden medet ummak.

Bu bir sevda haykırışı da olsa, bir ayrılık senfonisi de olsa fark etmiyor.

Evet kelimeler sihirlidir, evet sözcüklerle kendini ifade etmek bir sanattır. Ve bazı insanlar konuşarak değil, yazarak kendilerini çok daha iyi anlatabildiklerine inanırlar. Hepsini kabul ediyorum ve yazmayı, kelimelerle dans etmeyi çok seven birisi olarak hepsine inanıyorum.

Ama özellikle ayrılık bildirimlerinde bu yolun tercih edilmesini kabul etmiyorum, edemiyorum. Çünkü bunu sevginin engin denizinde beraber kulaç atan insanlara yapılacak bir haksızlık olarak görüyorum.

Genelde köprüleri yıkma kararı verince sığınır insanlar kaleme kağıda. O zamana değin iki satır yazmışlıkları olmasa da; ayrılığın o gök gürleten, yeri göğü inleten sızılarını yazılara hapsetmek isterler. Sanki yazılara aktarıldığında gerçeklerin o kor gibi yakıcılığı azalacakmış gibi. Sanki yazılanları okumak daha az can acıtacakmış gibi. Aslında sevdiklerinin o an ki tepkilerini görmeye cesaretleri yoktur. Ve belli ki nadide bir vazo misali yere düşüp paramparça olan kalbin o naif sesini duymaktan korkarlar.

Oysa ki severken gururla taşıdığınız koskocaman bir yüreğiniz ve sevme cesaretiniz vardı. O halde verdiğiniz ayrılık kararında da  aynı cesareti, hatta daha fazlasını göstermeniz gerekir diye düşünüyorum. Unutmayın ki bir mektubun sayfaları arasına sıkıştırdığınız kırık dökük cümleleriniz aslında daha da yıkıcı olacak, okundukça kanayan yerler sızım sızım sızlayacak. İşte bu nedenle tüm cesaretinizi toplayın. Ardından  alın bir zamanlar deli divane olduğunuz kişiyi karşınıza ve gözlerinin içine bakarak ayrılık kararınızı söyleyin. Yepyeni bir denize yelken açarken geride bıraktığınız kırgın kalbin tepkilerine ise hazırlıklı olun. Belki sonradan patlak verecek bir kıyametin sessizliği içine hapsolmuş, yaralı bir kalple karşı karşıyasınız; belki o anda tozu dumana katacak bir afetin orta yerinde; belki de özür dilemenin hiç olmadığı kadar çaresiz kaldığı bir  araftasınız.

Tamam, çok zor bir karardı hayatınızdaki köprüleri yıkmak. O yıkımdan sağ çıkıp hayallerinize bir an önce kavuşma istediğiniz artık sizi esir almış, geri dönüşünüz de yok. Elbette hayat sizin hayatınız, hayallerde size ait. Hepsine evet ama; yıkılan o köprülerin altında kalan başkaları da var. Ve onların da bir hayatı, geleceği, belki dile getiremediği hayalleri… Üstelik siz çoktan köprünüzü  yıkıp karşıya sağ salim geçtiniz ama; o köprünün yıkıntıları arasında ezilmiş, sıkışmış bir kişiyi bıraktınız. O kişi ki… bir zamanlar onun için dağları delerdiniz, ama olsun. Bundan sonra ne geriye dönüp köprüyü yeniden yapabilirsiniz, ne de tuzla buz olmuş kalbi yapıştırıp eski haline döndürebilirsiniz.O izleri silmek hiçbir zaman mümkün olmayacak artık.
İşte tüm bunları yaşacaksınız ha bir fazla ha bir eksikliğiyle. Bunları baştan bilmekte fayda var.

Şimdi içiniz rahatsa hala, arkanıza bile bakmadan hayallerinize koşma vaktidir. ‘’Acaba ne yaptı, nasıl karşıladı, çok mu ağladı, acaba beni affedebilecek mi, bana hak verecek mi… ‘’ sorularına anında yanıtınızı aldınız nasılsa. Ama yine de şu son  soruyu sormadan edemeyeceğim. Gerçekten içiniz rahat mı?

Bu yazımın her zamankilerden biraz farklı, biraz daha sert olduğunun farkındayım. Bir hakim torunu olarak haksızlıklar karşısında sessiz kalmak istemediğim için belki de, bilemiyorum. Ama sizleri üzmek, yaralarınızı deşmek, kabuk bağlayan yerlerinizi yeniden kanatmak değildi isteğim. Sadece birlikte çıkılan yolların tek taraflı olarak bırakılması ve o anda arkaya bile bakılmadan kaçılması haksızlık gibi geliyor bana. Hepsi o kadar…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

09.09.2011




13 Ekim 2011 Perşembe

ÇOCUK OLMAK VARMIŞ...


Klasik bir İstanbul havası hakim etrafta. Kalabalık, trafik, yol çilesi de cabası… Kadını, erkeği, yaşlısı, genci, çocuğu, bebesi herkes yollarda. Kimisi iş için çıkıyor yollara, kimisi okul, kimisi gezmek için. Ama her zaman hatırı sayılı bir kalabalık var İstanbul’da. Günlerin, saatlerin, hafta içi ya da hafta sonu olmasının hiçbir önemi yok sanki bu şehirde. Kalabalık, her zaman, her yerde kalabalık.

İşte yine öylesi hareketli günlerden birinde rastladık şeker mi şeker bir kız çocuğuna. 
Kızımla karşı yakadaki randevumuza yetişme telaşımızın arasında renkli bir çiçek gibi açtı aniden. Metrobüsteyiz. İstanbul’da Anadolu yakasından Avrupa yakasına doğru geçmekteyiz. Karşıya geçmek için metrobüsü tercih edenler bilirler; şoför koltuğunun hemen arkasındaki yolcu koltuğundan sonra  dar bir yükseklik vardır, teker üstü. İşte sözünü ettiğim kız çocuğunu oraya oturttu annesi. Kısa dağınık saçları, pembe elbisesi, beyaz çorapları ve yine beyaz sandaletleri ile tam karşımızda. Önce biraz yadırgadı yerini, ama kısa sürdü alışması. Hepimizdeki telaşa inat o son derece sakin. Dünya umurunda değil.  Pembe elbisesinin üzerinde böldüğü kocaman bir simiti yiyor iştahla. Etrafa döküp saçmadan. Son derece  kibar ve düzenli hareketleri. Annesinin gözü ise her an üzerinde.

Ön dişleri ile değil de arka dişlerinden güç alıyor simiti ısırırken. Kopardığı minicik lokmaları iştahla çiğniyor; ardından kucağına koyduğu diğer parçayı düzeltip elindekinden bir ısırık daha alıyor. Öyle sevimli ki… Kocaman iri gözleri var. Ayaklarını sürekli sallıyor ve arada bacaklarımıza değiyor ama ne o, ne de biz bu durumu hiç önemsemiyoruz. Bizim tebessüm dolu bakışlarımıza arada sırada kaçamak bakışlar atıyor ama, belli ki aklı fikri simitinde.

Bir süre sonra susadı ve annesinden su istedi. O kalabalıkta ve düşmemek için birbirimizden güç aldığımız o esnada, annesi anneliğini gösterdi. Çantasını usulca açtı, naylon torbaya koyduğu suyu çıkardı, şişenin ağzını açarak kızına uzattı. O sırada metrobüs sallanıyormuş, viraj alıyormuş kimin umurunda. Annesi bir cambaz edasıyla orta yerde hiç tutunmadan ve sallanmadan duruyor. Sabırla kızının suyunu içmesini bekliyor. Sonra aynı hamaratlıkla şişeyi alıp kapağını kapadı, naylona sarıp çantasına usulca yerleştirdi. Annelik işte…

Bu arada tam boğaz köprüsünden geçiyorduk ki annesi kızına seslendi; “Bak denizi gördün mü kocaman?”. Bizim sevimli kızımız şöyle bir arkasına döndü denize baktı, evet der gibi başını salladı. Sonra yeniden iştahla simidini yemeye devam etti. O anda sadece simitine konsantre olmuştu o kadar.

Belki bir yerleri gezmeye ya da bir akrabalarını ziyarete gidiyorlardı. Ama o küçük sevimli kız için trafikmiş, boğaz köprüsüymüş, denizmiş hepsi bir yana kucağındaki simit bir yanaydı. Annesi yanındaydı ve karnı doyuyordu ya, daha ne isterdi?

Çocuk yaşlarımızda hep bir an önce büyüme telaşımız vardır. Ama büyüyünce de insanın içinden yeniden çocukluk yıllarına geri dönme isteği oluşur nedense. Çocuk olup minicik şeylerle sevinmenin; dünyayı umursamadan o anın keyfini çıkarmanın hayattaki en basit ama en güzel şeylerden birisi olduğunu çoktan unuttuğumuz için olsa gerek.

Hepimize içimizdeki çocuk yanımızın sesini duymaya ve onu daha çok yaşatmaya çağırıyorum desem ne dersiniz? Haydi durup düşünme zamanı değil bu, içinizdeki çocuk sizden sadece tek bir hareket bekliyor. Bir an için bırakalım telaşı, koşturmaları, yetişecek işleri. Ve bir simiti yemenin, bir bardak sıcacık çayı içmenin, bir avuç çekirdeği paylaşmanın keyfine varalım. Bu kısacık anların hayatımızı daha yaşanabilir hale getirdiğini unutmadan ve ertelemeden.

Şansın bol olsun küçük kız. Çocukluğunu hiç unutma ve hep içinde bir yerlerde yaşat.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

07.10.2011

9 Ekim 2011 Pazar

ELLERİN ELLERİME...


El ele tutuşmak…

Hangi yaşta olursanız olun karşıdan bakıldığında çok hoş bir tat bırakıyor insanın bakışlarında. 

Çocuğunun elini tutan bir anne ya da baba, torunun minicik ellerini sıkı sıkı kavrayan bir büyükanne ya da büyükbaba, sevgilisinin parmaklarını aşk dolu kalbinin ateşiyle yakıp kavuran sevdalılar ya da yüzlerinde yılların çizgisini, yaşanmışlıkların tatlı izlerini barındıran, ama ellerini birbirlerinden hiç ayırmayan ve destek olan yaşlı çiftler…

Her birindeki el ele tutuşmalar farklı tınılar taşısa da, hepsinde sevginin o pırıl pırıl ışığı yansıyor. Güven duygusunun baskın tadı bir daha silinmemek üzere damaklara yerleşiyor.

Ben el ele tutuşmayı çok severim ve yaşları kaç olursa olsun herkese yakıştırırım. Sevgi koktuğunu, kalpten kalbe sevgiyi akıttığını bilirim. Ama öyle laf olsun diye el tutmalar değil benim söz ettiklerim. Tutun mu sımsıkı tutacaksın sevdiğinin ya da çocuğunun elini. Tutacaksın ki sevgini hissetsin elini tuttuğun kişi. Kalbindeki o yoğunluğu ellerinden alıp kendi kalbine taşısın. Güven duysun. Yalnız olmadığını hatırlasın.

Aşıksan sevişir gibi tutacaksın maşuğunun elini; anne ya da babaysan her türlü zorluklardan ve kötülüklerden korumak ister gibi. Yaşının son demlerini yaşıyorsan hiç terk etmeyecek garantisini verir gibi tutacaksın, yılların eskitemediği eşinin elini.

İnsanların sevgiyi aktarma biçimleri vardır. Kimi konuşarak, kimi yazarak, kimi karşısındakine dokunarak daha rahat belli eder duygularını. İşte bu dokunmalarda el ele tutuşmanın tadı bambaşkadır.

Sohbet ettiğiniz, dostluğunuza bir kahvenin kırk yıllık hatırını bindirdiğiniz arkadaşınızın masa üzerinde duran elini sıkıca tutmak; o anki sohbeti nasıl da sevgiyle hareler, öyle değil mi? Bu bir artıdır, onu anladığınızı, onu sevdiğinizi ve hep yanında olacağınızı belirten;  adeta konuşmalarınızı mühürleyen andır. Çünkü insanlar  elleriyle güç bulurlar birbirlerinden.

Çok heyecanlı anlarda, çok sıkıntılı zamanlarda yanınızda elinizi kavrayacak bir elin olması, başınızı yaslayacak bir omuzun yanında nasıl da güzellik katar yaşamınıza. Sanki elinizi tutan dostunuzla derdinizi, sıkıntınızı bölüşür gibi. Daha bir hafiflemez mi insan, kendisini çok daha iyi hissetmez mi?

Gece karanlıkta uyumaktan korkan çocuğunuzun elini sımsıkı kavrayın hele, bakın nasıl güzel kapatacak gözlerini rüyalara alemine. Bilecek ki annesi ya da babası yanında, eli elinde, sevgisi yüreğinde açan mis kokulu bir çiçek gibi. Ya da gözyaşları sicim gibi akan, içini çeke çeke ağlayan çocuğunuzun ellerini tutun hemen o anda. Sıcacık duygularınızla kalbine ‘’yalnız değilsin, ben yanındayım’’ sinyalleri vermenin en güzel yolu değil mi bu sizce de?

Kuru kuruya ‘’seni özledim’’ demek yerine, gözlerinizi gözlerine dikerek, ellerinizle ellerini sıkıca kavrayarak ‘’seni özledim’’ demek çok daha etkili olmaz mı sevdalı yüreklerde?

Hangimiz gençlik yıllarımızdaki ilk aşkımızla elele tutuştuğumuz o sevdalı günleri unutabiliriz ki? Hatırladıkça içimizi titreten o ilk deneyimlerin izi bugün gibi aklımızda değil mi?

Yürürken el ele olmak, iki bedende bir can olmaktır bence. O sıcak temasın sevgimizi taçlandırmasına izin vermek, kalpten kalbe sevgiyi aktarıp çoğaltmak varken; ellerimiz boş durmasın. Hele ki karşımızda sıkıca tutacağımız bir el, sevgi dolu bir yürek varsa…


Yazımı güzel bir Duman şarkısıyla bitirelim mi?


''Elleri ellerime
  Gözleri gözlerime
  Saçları saçlarıma
  Karışan bir sen olsan.''

Sevgiyle kalın, ellerinizi birbirinizden hiç ayırmayın.
Belgin ERYAVUZ

02.10.2011
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...