30 Ocak 2011 Pazar

TE-CA-VÜZ


Bir kelimeyi yazmak, telaffuz etmek ve dile getirmek bazen hiç kolay olmuyor. İşte tecavüz de onlardan bir tanesi. İnsanın adeta diline dolanıyor, yazarken parmakları arasından sızıyla dökülüyor.

Tecavüz…

Sözlüklerdeki karşılığı;
Cinsel istismar
Zorlama
Şiddet
Saldırı
Baskı
Tehditle kişilik haklarına el uzatma
Namusa saldırı
Sarkıntılık                  olarak geçiyor.

Her bir karşılık, içeriğinin ağırlığı nedeniyle insanı dehşete sürüklerken; hayatımızın içindeki acı gerçeklerden bir tanesi olduğunda açıkça ortaya koyuyor.

İnsanın bedenini ve ruhunu, hatta bedeninden çok ruhunu esir alıyor yıllar boyu. Yaş, statü, cinsiyet hiç fark etmiyor ve günümüzün koşulları içinde hemen herkesin başına gelebiliyor. Ucundan kıyısından, az ya da çok, çoğumuza bulaşıyor.

Tecavüze, bu ağır travmaya uğrayanların sayısı o kadar çok ki! Dünyanın hemen her bölgesinde yapılan istatistikler sonucu ortaya çıkan rakamların büyüklüğü kanımızı adeta dondururken; tecavüzün ne denli önemli bir ahlaki yara olduğunu da gözler önüne seriyor. Dile kolay ortalama her doksan saniyede bir kadın!

Üstelik bildiklerimiz, görüp duyduklarımız, okuduklarımız dışında bilmediğimiz, dillendirilmeyen, kayıt dışı daha nice vaka var kim bilir. Hep en içlerde en derinlerde saklanan ve asla gün yüzüne çıkarılamayan, utanıldığı için paylaşılamayan. Acısı, ızdırabı, etkileri son derece yoğun; kalıcı tahribatları dile getirilemeyecek kadar derin olan.

Gözü dönmüş bir takım insanların bir iki dakikalık geçici heveslerini, daha doğrusu vahşi ve zorba hislerini tatmin etmek uğruna zaaflarına yenik düştükleri o talihsiz an. Sonrasında yitip giden bir hayat. Asla unutulmayacak, hep hatırda kalacak ve içten içe kanayacak bir yara. Kaybolan ümitler, solup giden hayaller.

Bu vahşeti yapanların yakalanamadığı, yakalansa bile az bir cezayla salıverildiği, aramızda elini kolunu sallayarak dolaştığı ve nedense tecavüze uğrayanın daha çok suçlandığı toplumsal bir yara, ağır bir travma.

Bu ağır travmayı yaşayan insanlar söz konusu olayın ağırlığı altında ezilir yıllar boyu. Hayata, insanlara, hatta kendisine öfke duyar. Günler geceler boyu ağlar, ama kuruyan göz pınarları içindeki yangını dindiremez. Öfke ve isyanını bastıramaz. Yaşamak dahi anlamsız gelir. Kimselere inanamaz. İçlerindeki panik, korku ve güvensizlik tınıları hep onlarla beraberdir çünkü.

Tecavüze yeltenenler, bunu uygulamaya geçirip insanların hayatlarını karartanlar her zaman bir yabancı da olmuyor üstelik. Bazen çok yakın bir aile büyüğü, bazen bir amca, bazen bir kuzen, bazen yaşını başını almış bir dede, bazen bir kardeş ya da ağabey, hatta bazen de öz bir baba olabiliyor. Aynı yastığa baş koyulan ve bir hayat paylaşılan eşler de cabası.

Her kim olursa olsun, bu korkunç olayı uygulayanlar, uygulamaya yeltenenler bence insan olamazlar. İçlerindeki saldırı dürtüsü ve sapkınlıkla tüm insani duygularını kaybetmiş; sevgiden, merhametten, şefkatten, acıma hissinden yoksun kalmış olmaları tek ortak özellikleri olmalı.

Cahil ve eğitimsiz olmaları yanında iyi öğretim görmüş olanların var olması ise toplum olarak verilenlerin yetersizliğini açıklamaya yetiyor galiba. Erdem ve ahlak henüz çocukken verilmeye başlanırsa, aileden iyi bir eğitimle desteklenirse, çocuklarımızın vicdan sahibi olmalarının önemi üzerinde durulursa böylesi insanlar azalır, bu ağır travmanın boyutları küçülür diye umut ediyorum. Çünkü içinde utanma duygusu, merhamet ve acıma hissi olan erdemli hiçbir insanın böylesi suçlara kolay kolay yelteneceklerine inanmıyorum.

Daha insanca bir yaşama, daha güzel bir dünyaya merhaba demek adına hepimiz bir adım daha atalım, elimizden geleni yapalım. Tecavüze uğrayanları suçlamak yerine, en azından sevgimizle  yanlarında olduğumuzu hissettirelim; manevi desteğimizi esirgemeyelim.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

19.01.2011

SADELİĞİN GÜZEL TINILARI



Yaşamım boyunca her zaman sade olmayı tercih ettim. Gerek kendimle, gerekse evim ve kullandığım eşyalarımla sadeliğin naif tınılarını hep baş tacı ettim. Sadeliği hep sevdim.

Sade ve duru bir tenin makyajlı bir yüzden daha çekici olduğunu düşündüm. Sade ama ince detaylarında zerafet taşıyan giysilerin abartılı kumaşlarla yapılanlardan daha gösterişli olduğunu gözlemledim. Aynı şekilde sade ve küçük takıların, pahalı ve büyük takılardan daha çok yakıştığına tanık oldum.

Sade ve az eşyalarla döşenmiş bir evin yaşayanlarına daha çok mutluluk getirdiğini bizzat yaşadım. Ve sadeliği yaşamım boyunca hep yanımda taşıdım.

Sadelik güzeldir, insana daha çok yakışır ve tevazuyu simgeler. Abartı, gösteriş, çok ve büyük imgelerle örtülü bir hayat ise insanı yorar, iç huzurunu tırmalar diye düşünüyorum.

Bilim adamlarının söylediğine göre; insanın daha az seçeneğinin olması kendisini daha mutlu hissetmesini sağlıyor. İnsanlar her ne kadar aksine, yani daha çok seçeneğin daha çok mutluluk getireceğine inansa da; aşırı fazla seçenek aslında cesaret kırıcı olabiliyor. Çok geniş bir seçenek yelpazesi kişiyi tatmin etmek yerine felce uğratabiliyor. Bu cümleler benim yaşam felsefeme çok uyuyor.

İnsanın daha huzurlu, daha dingin yaşaması günümüz koşullarında çok daha önemli. Çünkü kaos, karmaşa, kalabalık dört bir yanımızı sarmış durumda. Pek çok dalda bu konudaki farkındalığımızı artırmak ve dikkati sadeliğe çekmek için çalışmalar yapılıyor. Evlerimizdeki daha az eşyanın enerji geçişini kolaylaştırdığı dolayısı ile yaşamsal enerji akışını desteklediği söyleniyor.

Aslında çok az şeyle yetinmeyi bilenlerin gösteriş ve ihtişamla örtülü dünyalarında sıkışmış bir halde yaşayanlardan çok daha mutlu oldukları da ortada. Ne kadar çok şeyiniz varsa, dertleriniz de o oranda artıyor. Daha çok para ve daha çok zaman harcamak zorunda kalıyorsunuz.

Keyif veren lükslerin çabucak sıkıcı gereksinimlere ve alışkanlıklara dönüşmesine ‘hedonik değirmen’ dendiğini okumuştum Gretchen Rubin’in The Happiness Project adlı romanından. Şöyle devam ediyordu ‘Makul savurganlık ancak ender yapılırsa mutluluk verir. Sürekli olursa tadı zevki kaçar, üstelik anında tatmin sağlayarak beklentinin getireceği mutluluğu da engeller.’

Ne kadar doğru değil mi? O nedenle bazı büyük Avrupa ülkelerinde başka türlü tatmin yolları arayışı nedeniyle insanlar dejenerasyona uğruyor ve mutlu olmaları gerekli hemen her şeye sahipken aşırı mutsuzluktan intiharın eşiğine itiliyor.

Sadelik güzeldir, sade bir yaşamı tercih etmek hayatın pozitif enerjisine daha çok yakalanmak demektir. Negatif enerjilerin barınacağı köşe, bucak, üst üste yığılı eşya ya da giysiler yoktur yaşamınızda.  Az giysiniz varsa üzülmek yerine sevinin derim ben. Dışarıya çıkmak için daha çabuk hazırlanır, nereye neyinizi giyeceğinizi daha kolay belirlersiniz.

Daha az eşyalarla döşenmiş bir evi temizlemek, aradığınız bir şeyi bulmak çok daha kolaydır. Üstelik birbiri içine girmiş eşyalarınız olmadığı için gözünüz yorulmaz, ruhunuz sıkılmaz. Daha kolay hareket eder, istediğiniz değişiklikleri daha rahat yaparsınız.

Yaşam enerjinizi zinde tutmak, pozitif enerjinin dört bir yanınızı sarıp sarmalamasını sağlamak için sadeliğin güzel tınılarını hep tercih edelim. Sadeliğin esas güzellik olduğunu da hiç unutmayalım diyorum ben. Siz de bana katılır mısınız bilmem ama en azından denemeye değer. İnanın farkı fark edince bana hak verecek ve sadeliğin güzel tınılarını benim gibi çok seveceksiniz.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

22.01.2011  

28 Ocak 2011 Cuma

O tam bir BEYEFENDİ


Hani bazı insanlar vardır nevi şahsına münhasır olan. Çevresindeki insanlara pozitif enerji yayan, varlıkları ve sohbetleri ile hemen herkesi büyüleyen, kendisine sevgiyle bağlayan. Burada söz etmek istediğim kişi de işte o muhteşem insanlardan bir tanesi.

Yaşayan bir efsane ve gençler için canlı bir tarih olmasına rağmen; duruşu ve enerjisi ile delikanlılara  taş çıkaracak kadar dinamik. Bilgi birikimi, akıcı konuşma yeteneği; çocukla çocuk, büyükle büyük olan tavrı, centilmenliği, görgüsü, giyim tarzı, içtenliği, samimiyeti ile çok değerli bir insan.

O benim yaşayan efsanem ve canım amcam. Baba yarım. Kendimi bildim bileli en çok sevdiğim aile büyüğüm.

O bir avukat, başarılı bir iş adamı ve bir o kadar da mütevazi. Paraya zerre kadar önem vermeyen, kişiliğini ve efendiliğini her daim ve koşulda korumasını bilen ender insanlardan birisi. O tam bir beyefendi.

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği Başkanlığı ile başlayan hayat serüveni, okul yıllarına paralel uzanan iş yaşamı ile şekillenmiş ve saygın holdinglerden birinden emekli oluncaya kadar devam etmiş. Bu arada girişimci ruhu nedeniyle Hollanda’da çalışmasına izin verilen ilk Türk avukat olmasıyla da taçlanmış.

Sosyalliği, insanlarla olan yakın diyaloglarının kuvvetli olması, tanıyan herkesin onu çok sevmesinin en büyük sebebi  bence. Küçük büyük herkesin yardımına koşmak, herkesin derdine derman olmak, zor ve sıkıntılı anlarında nerede olurlarsa olsunlar hep yanlarında bulunmak onun en büyük düsturu; adeta yaşam felsefesi.

Onunla aynı ortamı paylaştığınızda zamanın nasıl geçtiğini anlayamazsınız. Hele bir de eski anılarından bahsetmeye başlarsa, ağzından dökülen o tatlı nameler, o heyecan, o istek ve araya kattığı nükteler sizi sıcacık sarıp sarmalar. Hiç bitmesin, hep anlatsın, hep konuşsun istersiniz.

Hayata karşı duruşunu hiç değiştirmemiş, yıllar içinde edindiği tecrübelerle hep aynı çizgide gitmiş, insanları, yaşamayı her zaman çok sevmiştir. İçinde çoşup çağlayan öyle güzel bir enerjisi vardır ki, bulunduğu ortamları bir anda ışıklara boğar. En kötü anlarınızda bile onunla sohbet etme imkanını yakalarsanız eğer; içinizde bir anda pozitif enerjinin sıcaklığını hissedersiniz. Ve hayatın paylaşılınca güzelleştiğine bir kez daha yakından tanık olursunuz.

Yaşamı boyunca kimselere hayır demeden, gerektiği yerlerde kendisinden ödün vermekten zerre kadar kaçınmadan, önüne çıkan engellerde moralini bir an olsun bozmadan hayatı sevgiyle kucaklamış ender insanlardan birisidir.

Giyimi ve tavırları ile girdiği hemen her ortamda dikkatleri üzerine çekmiş, ardından konuşması ile çevresindeki herkesi kendisine her daim hayran bırakmıştır. Seveni, arayanı, hatır soranı çoktur. Çünkü kendisi de küçük büyük ayırt etmeksizin tanıdığı herkesi arar sorar, dünyalarına ışık saçmak adına hep yüreğinde var olan sevgisini karşılık beklemeden verir.

Yazıyla haşır neşir birisi olarak gönlümden geçenleri kelimelerle şekillendirmek, ailemizin bu nadide büyüğünü sevgimle kucaklamak istedim sadece. Ömrün bol olsun canım amcam. Senden öğrenecek daha çok hayat dersimiz var.

Sevgiyle kalın
Belgin ERYAVUZ

26.01.2011 

26 Ocak 2011 Çarşamba

BU GURUR BİR BAŞKA



Son veli toplantımdı. Toplantı bittiğinde içimde mutlulukla beraber hüzün de vardı. Çünkü bu da bitmişti. Mutluydum; kızım liseyi bitiriyordu ve ben hala yılların nasıl bu kadar hızlı geçtiğine inanamıyordum.

Anneler, babalar çocukları okula başladığında onlarla okullu olur. Yepyeni bilgilerin ışığında, her yıl bir üst sınıfa geçer, mezuniyet basamaklarını ağır ağır tırmanır. Her sene yapılan veli toplantılarına ise büyük bir heyecan ve mutlulukla katılır. Öğretmenlerin çocuğu hakkında söylediği güzel ifadeler karşısında gurur duyar. Öyle ki içi içine sığmaz adeta. Çünkü bu yaşanan çok özel ve naif bir duygudur.

Bunu seneler öncesinden anne babasına yaşatan çalışkan bir öğrenciydim. Onların benimle gurur duyduklarını görmek daha o yaşlarımda beni çok mutlu ederdi tabii ki. Ama aynı zamanda büyük bir teşvik olurdu. Her yıl çıtamı daha da yükseltir, çok daha iyi olmak adına daha sıkı çalışırdım.

Bu durum üniversiteyi bitirmeme kadar devam etti. O zamanlar rahmetli anneciğim “dilerim aynı güzelliği sen de kendi çocuklarında yaşarsın; benim seninle gurur duyduğum gibi sen de onlarla gurur duyarsın” dilekleri dün gibi aklımda. Ve şimdi aynı mutluluğu ben de kızımla yaşıyorum. Onunla ben de gurur duyuyor; çalışkanlığının ötesinde sevgi dolu, yardımsever bir çocuk yetiştirmenin mutluluğunu yaşıyorum. Ve şimdi ben de aynı dilekleri kızım için söylüyorum.
Bunu hissettirdiği, bu güzelliği bana yıllarca yaşattırdığı için de kızıma tüm kalbimle teşekkür ediyorum.

Biz anne babalar, çocuklarımızın okul çağı geldiğinde koşar adım okula gider, onlarla adeta bir bütün olur ve hecelerden başlayarak yeniden öğreniriz. Her sene eski bilgilerimizi hatırlamanın mutluluğunu yaşarken, eğitim sisteminin hala yavan ve eksik olmasının sıkıntısını yaşarız.

Ama yine de güzeldir çocuklarımızla okullu olmak, onlarla mezuniyetlere imza atmak. Şu anda bu satırları okuyan kim bilir kaç kişi var okullu olan. Kimisi ilkokul birinci sınıfta henüz, kimisi lise ikide, ya da üniversiteyi bitirmiş ve o eski günleri yâd etmekte.

Anne ya da baba olmanın en güzel yanı da bu değil mi zaten. Gözlerinizin önünde minicik bir tohumun filizlendiğini, yeşerip mis kokulu çiçekler açan bir ağaca dönüştüğünü görmek. Sizin de katkılarınız, desteğiniz varsa eğer gururlanmak, mutluluk gözyaşları dökmek en doğal hakkınız.

Bu yazıyı dört sene önce bir bahar günü kaleme almışım. Şimdi kızım üniversitenin son basamağında. Gururum, mutluluğum ise çok daha fazla. Çünkü kızımla beraber kep fırlatacağımız ve üniversite mezunu olarak hayata atılan bir evlat sahibi olacağım günlere az kaldı.

Ben kendi okul yıllarımda aldığım okul zevkini, kızımın eğitim hayatıyla daha da taçlandırdım. Onunla paylaştığım her şey, birlikte öğrendiğimiz her yenilik beni fazlasıyla mutlu etti.

Şimdi üniversiteden bir kez daha mezun olma zamanı. Ama size bir şey itiraf etmeliyim ki; mühendis annesi olmak, mühendis olmaktan çok daha gurur vericiymiş.

Darısı tüm anne babaların başına.

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.04.2007

25 Ocak 2011 Salı

TOZLARLA YOK OLAN HAYATLAR



Hemen her kesimden insanın gardrobunu süsleyen, sürekli elinin altında bulundurduğu bir kot pantolonu, kot eteği, elbisesi, ceketi, yeleği, ya da kot çantası vardır. Yaz ya da kış, mevsim gözetmeksizin kullanılabilme özelliği, hem spor hem de abiye giysilerle harmanlanması, hepsinden önemlisi rahatlığı bizim en önemli tercih nedenlerimizden. Üstelik dayanıklı olması, ütüye ihtiyaç hissettirmemesi de cabası. Hal böyle olunca kot kumaşlar bulunduğu andan itibaren dünyaya seri bir şekilde yayıldı ve hiçbir kumaş onun yerini alamadı.

Çok severek kullandığımız, giysilerimiz içinde her zaman ilk önceliği alan kotlarımızı, yaşamımız içinde tercih ederken ne yazık ki onun nasıl yapıldığını hiç düşünmedik bile. Mağazalarda rengine, yumuşaklığına, biçimine odaklanırken o kumaşları üreterek bizim beğenimize sunanların çalıştırdığı gencecik insanları aklımıza getirmedik. Taşlanmış, rengi açılmış kotları severek giyerken; o taşlamanın ne menem zor bir şey olduğundan, gencecik hayatları nasıl kararttığından ancak son yıllarda haberdar olduk.

Kotların renklerini açmak uğruna slikozis hastalığına yakalanan ve ekmek paraları için zorluklarına katlanan bu gençleri birer birer kaybettiğimizde ise bu işin hafife alınır bir yanı olmadığı ortaya çıktı. Yeterli önlemler alınmaksızın çalıştırılan gençlerin ciğerleri, bu tozlarla alabildiğine doldu ve üç dört yıl gibi kısa bir sürede iş göremez raporları ellerinde yatağa bağımlı hale geldiler.

Batılı ülkelerin sağlıksız olduğu için yıllar önce terk ettiği ilkel methodların ülkemizde yıllarca kullanılması nedeniyle şu anda ölümle burun buruna yaşıyorlar. Çünkü ciğerleri iflas etmiş durumda. Çünkü işe girerken kimse onlara sonlarının böyle olacağını söylemedi, uyarmadı, yeterli önlemleri almadı. İncecik bir bez maskeyle yıllarca toz soludular hava yerine. Tek dertleri evlerine para götürmekti ama olmadı, olamadı. Şimdi her biri hasta, evlerindeki yetersiz bakım nedeniyle de birer birer hayattan ayrılıyorlar.

Nerede vicdan sahibi insanlar? En azından insanca bakımlarını yaptırmaları gerekli yetkililer?
Ortada o kadar slikozis hastası varken vicdanları rahat mı bilemiyorum ama bu gencecik insanlara en azından hastalıklarında sahip çıkmaları gerektiğine tüm kalbimle inanıyorum.

Ve ben bu gençleri, ağır hastalıklarını öğrendiğimden beri kot pantolonlarımı giyerken kendimi yeterince iyi hissedemiyorum. Ya sizler?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

24.01.2011

23 Ocak 2011 Pazar

HAYATLA İLK MÜCADELE



Dışarıda dondurucu bir soğuk var. Hava karanlık, caddeler, sokaklar bomboş, sadece kuru bir ayaz kol geziyor dört bir yanı.

Bizler sıcacık evlerimizdeyken dışarıda olup bitenlerden haberimiz yok. Taa ki TV kanallarında çöpe bırakılan yeni doğmuş bir bebeğin haberi verilene kadar. İliklerimize kadar donuyoruz aniden. Bu nasıl vicdansızlıktır diyoruz içimizden. Anne karnının sıcaklığından henüz çıkmış ve dünyaya merhaba demeye hazırlanırken, buz gibi soğukta bir çöp konteyneri içine atılıveren o talihsiz bebeğin titreyen minicik bedeni gözümüzün önündeyken…

Yaşam şartlarının giderek zorlaşması, geçim sıkıntısının artması, hayat standartlarının iyice aşağıya çekilmesi, insanların neredeyse bir lokma ekmeğe muhtaç hale gelmesi nedeniyle bu tarz haberleri sıklıkla duymaya başladık ne yazık ki.

Çöp konteynerinde, kapı önünde, cami avlusunda ya da kömürlükte…

Hayatla daha tanışamamışken kaderine, yalnızlığa ve hatta ölüme terk edilen bebekler…

Bir annenin bebeğini kendi elleri ile yok edişi…

Nice hayvan her şeye rağmen yavrusuna sahip çıkarken, yavrusu için kendisini feda ederken…


Kadersiz yavruya bu hayatı daha başından zindan eden anneye lanetler yağdırıyoruz istemeden, sanki tek suçlu oymuşcasına.  Halbuki bir anne olarak ben, hiçbir annenin şartları ne olursa olsun yavrusunu bırakmayacağını, bırakamayacağını biliyor ve hissediyorum. Eğer böylesi bir insanlık suçuna sebep olmuşsa mutlaka bir nedeni vardır diyorum. Çünkü akli melekeleri yerinde olan hiçbir anne bebeğinden, canından, yavrusundan vazgeçemez kolay kolay.  O nasıl bir çaresizlik, o nasıl bir eli kolu gözü bağlı olmaktır ki; son çare olarak bebeğini bırakıvermiştir, hem de buz gibi soğuk bir gecede karanlığın bilinmeyen koynuna.
Yaşanan hiçbir olay tek taraflı ve sebepsiz değildir. Geçmişine indiğinizde mutlaka yürek parçalayıcı bir tablo ile karşılaşırsınız. Her birinde ibret alınacak, yürek burkacak, hatta olmaz bu kadar dedirtecek bir hayat öyküsü saklıdır mutlaka.

Evet yaşanan çok ağır bir travmadır anne yönünden. Verilen karar ise nasıl zor bir karardır kimbilir. Temelinde eğitimsizlik ve cahillik olan zorla evlendirme, töre, baskı, dillendirilemeyen bir tecavüz ya da bir anlık hevesin meyvesi olarak ana rahmine düşen bebek, dokuz ay on gün sonra doğduğunda hayatın en acımasız tokadı ile karşı karşıya kalır. Tüm yaşananların bileti minicik masum bir bebeğe kesilir. Üstelik onca kadın anne olmak için yıllarını, umutlarını bu uğurda tüketirken. İşte hayatın acımasızlığı, dengesizliği bir kez daha karşımızda.
Bir can dünyaya getirmek ve ona adam gibi bakabilmek için çok iyi düşünmenin, o ağır sorumluluğun altına girebilecek kapasiteye sahip olduğumuzu anladığımız anda bu kararı vermemizin gerekliliğini öğrenene kadar kim bilir kaç can daha feda edilecek.

Olumsuz ve çoğu insanlık dışı davranışlar nedeniyle bir bebek dünyaya getirmek zorunda kalan gencecik anneleri yalnız bırakmadan, suçlamadan, aileden ve sevgiden dışlamadan herhangi bir kabahati varsa bile sadece ona yüklenmeden ellerimizi uzatırsak; hem anneyi hem de minicik bebeğini kurtarabiliriz belki. Belki diyorum çünkü, insanların bu tür olaylar karşısında bazen çok acımasız olduklarını, kendi ailesinden olanlara dahi çok katı davrandıklarını biliyorum. Oysa ki söz konusu olan masum bir can. Her şeyden habersiz minicik bir bebek…

İlerideki yaşamının çok ağır olacağı, çok büyük bedeller ödeyeceği zaten belli olan bir bebek ve annesi için bence daha fazlasını yapmamız lazım. Öyle değil mi?

Sevgiyle kalın
Belgin ERYAVUZ

15.01.2011

ANADOLU’MUZUN NARİN ÇİÇEKLERİ



Küçücük bir kız çocuğu karşımdaki. 
İsmi… isminin pek bir önemi yok aslında. Belki Ünzile, tıpkı Sezen Aksu’nun parçasında yer alan o kız çocuğu gibi. Belki Ayşe, Fatma, Hatice, Berivan, …

Anadolu’muzun uzak köylerinden birinde dünyaya gelen, kaderinin acımasız oyunlarına henüz doğarken boyun eğmek zorunda kalan güzeller güzeli kız çocuklarından sadece bir tanesi… Kıraç toprakları, bakımsız yolları, akmayan çeşmeleri ve zor şartlar altında yaşam mücadelesi veren çok sayıda nüfusu ile küçücük bir köyde yaşayan… Çocukların çocuk olamadığı, kadınların insandan sayılmadığı nice köyden bir tanesinde doğup büyüyen…

Serpilip büyümesine, olgunlaşıp kadın olmasına daha yıllar var. Benekli ela gözleri çocuk sevimliliği ile bakması gerekirken o mahsun. Kınalı elleri defter, kalem tutması gerekirken o hamile. Daha hayatın ne olduğunu, neler getireceğini öğrenememişken evlendirilmiş.

Zorla…

Kendi rızası olmadan…

Üstelik o çok sevdiği okulundan ayırmışlar onu. Sadece arkadaşlarından, öğretmenlerinden değil hayallerinden de kopartmışlar. Kopartıp hiç bilmediği bir dünyaya savurmuşlar.
Henüz kendi bedenini doğru dürüst tanımazken başka bir bedenle kabus dolu geceler sunmuşlar ona.

Zorla…

Kendi rızası olmadan…

Ne annesine ne babasına ne de ağabeylerine derdini anlatabilmiş. Gözyaşı dökmüş günlerce. Ama ailesinin o nasır tutmuş kalbini yumuşatamamış.
Satılmış bir mal gibi. Satılmış bedenine hapsolmuş ruhu feryatlar ederken.

Zorla…

Kendi rızası olmadan…

Alın yazısı, kader… ismi her ne olursa olsun daha doğuştan belirlenmiş adeta tüm yaşamı. Yaşıtları büyük şehirlerde güle oynaya okula giderken o mahsunluğunu pekiştirmiş gözyaşlarıyla omuzlarına yüklenen ağır sorumluluk altında ise bedeni daha o yaşında bükülmeye başlamış.

Hiç tanımadığı, hiç bilmediği, babası yaşındaki o adamla her gece aynı kabusu görmek, her gece aynı eziyeti çekmek dahi şimdiden göz pınarlarını kurutmuş.

Her gecenin sabahında yaşadıklarının korkunç bir kabus olacağını düşünerek uyanmak istemiş ama nafile.
O narin bedeni, o minicik elleri ile kaba saba kocasına hizmette kusur etmeye görsün. Hemen iniveren tokatlar, hamile olduğuna aldırmadan savrulan tekmeler de cabası.

Zor geçen çocukluk yıllarında, kardeşlerine bakmak zorunda kalıp okulundan ayrı kaldığı günleri çoktu onun. Sırasını, arkadaşlarını, derslerini, öğretmenini özlerdi deli gibi. Ama sonunda dönecek olduğunu bilmek içini rahatlatır, hayallerinden koparmazdı. Oysa ki şimdi okula gitmek bir rüyaydı. Hayallerini süsleyen öğretmenlik mesleği de o rüyayla beraber yok olup gitmişti işte.

Keşke hiç büyümese, hep çocuk kalsaydı. Keşke hayatı üzerine oyunlar oynanırken onun da rızası alınsaydı. Birkaç kuruşa satılmak yerine okula yollansaydı. Okuyup memleketinin çocuklarını eğitecek bir öğretmen olsaydı. İçindeki çocuk ruhu demir çubuklarla dağlanmadan ergenliğin tüm evrelerini tamamlamasına izin verilseydi. Büyüyebilseydi.

Ünzile, Ayşe, Fatma, Hatice, Berivan…

Anadolu’muzun talihsiz kızları…

Daha niceleri var onlarla aynı kaderi paylaşan. Büyümesine izin verilmeden bir mal gibi satılan. Bir iki kuruş paraya evlendirilip hayallerinden kopartılan.

Bu süregelen eziyetlere bir son verme vakti geldi de geçiyor bile. Toplumun duyarlılığı artmalı, yapılanların ne denli yanlış ve haksız olduğu daha çok gündeme getirilmeli ve o minicik kız çocukları kurtarılmalı. Gelecek yeni nesilleri yetiştirecek olan anne adaylarımıza gözümüz gibi bakmalı, öncelikle onları çok iyi yetiştirmeliyiz ki; sağlıklı çocuklar ve azim dolu gençler bizim yarınlarımızı korumakta güçlük çekmesinler.

Anadolu’muzun tüm narin çiçeklerini gönül dolusu sevgimle sımsıkı sarmalayıp kucaklamak istiyorum. Kaderlerinin değişmesi için dualar ediyorum. Siz de bana katılır mısınız?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

05.12.2010 

8 Ocak 2011 Cumartesi

BİR CADDE KLASİĞİ



İstanbul Anadolu Yakasında oturanlar bilirler. Bağdat Caddesi birbirinden lüks mağazaları, buram buram kahve kokularının duyulduğu sıra sıra cafe’leri, şık restaurant’ları ve alışveriş tutkunu müdavimleri ile neredeyse günün her saati yaşayan bir yerdir.

Havası, kokusu, ışığı, rengi bambaşkadır. Sabahın erken saatlerindeki mahmurluğu, öğlene doğru başlayan ve gecenin ilerleyen saatlerine değin devam eden yoğunluğu ile içinde her türlü insanı barındırır. Köşe başlarındaki çiçeklerden etrafa yayılan mis gibi çiçek kokusuna, mevsiminde rengarenk torbalarda satılan ve buram buram tazelik kokan lavantalar eşlik eder.

Birbirinden lezzetli yemeklerin yenebileceği çok sayıda restaurant aklınızı karıştırırken; taptaze simitleri ile hemen önlerinde yer alan simitçiler ise açlığınızı yatıştırmak için sizi susam kokulu bir başka lezzete davet eder.

Tüm bunlar yaz kış her mevsim caddenin yaşayan, nefes alan bölümleridir. Ama sonbahar mevsimi tüm ihtişamı ile gelip kış kapıyı çaldığında ortaya bir başka cadde klasiği çıkıveriri. Sırtında küfesi, içinde her biri özenle seçilmiş iri sarı ayvaları ile sırtının kamburuna ve ilerlemiş yaşına inat caddedeki yerini alan ve geçimini o ayvalarla sağlayan ayvacı amca. Ayvayı çok sevdiğimden olsa gerek bu görüntü beni inanılmaz mutlu ederken, çocukluk yıllarımdaki o eşsiz lezzete götürür. Valideçeşme’den Maçka’ya uzanan okul yolunda arkadaşımla ısırarak yediğimiz ayvaların damağımızda bıraktığı mayhoş tadın unutulmaz izleri bugün gibi aklımdadır.

Bu nedenle her sonbahar geldiğinde, ayvacı amcayı her gördüğümde içimden sapsarı kocaman bir ayva almak ve tıpkı çocukluk yıllarımda yaptığım gibi ısırarak yemek geçer.

Caddenin kendine has öyle bir havası vardır ki; büyülüdür adeta. Her türlü kıyafeti kaldırır. Orada insanlar birbirini garipseyerek ya da ayıplayarak bakmaz. Çoşkusu, hareketliliği size dertlerinizi bir an için unutturur. Çünkü çok renklidir. Bakış şeklinizle orantılı olarak beyazdan pembeye, griden eflatuna, yeşilden laciverde ve elbette siyaha kadar her rengi barındırır bünyesinde.

Paris moda evlerinde fırlamış gibi giyinenlerde vardır içlerinde; en spor eşofmanları ile yürümeyi tercih edenler de. Birbirinden şık aksesuarları ile göz alanlarda vardır; elinde su şişesi ve kulağında müziği ile kendi halinde yürüyen de. En lüks konutlara temizliğe gidenler de vardır; televizyonda dizilerde gördüğümüz ünlülerde. Her kesimden insanı ile cadde büyüsünü her daim devam ettirir.

Krizin uğramadığı yegane yerlerden bir tanesidir. Çünkü sadece ucuzluk zamanlarında değil sıradan günlerde bile eli kolu alışveriş torbaları ile dolu, neşeyle koşturan insanları görmek mümkündür caddede. Yine aynı şekilde caddede cafe’ler ağzına kadar dolu olur. Hayat hiç kesilmez hep devam eder.

Piyango bileti satıcılarıyla, kitapçıları, oyuncakçıları ile sinemaları kültür merkezi ile kendi havasında; yaşanılası bir yerdir cadde. Şöyle bir nefes almak için yürümeye, bir sıcak kahveyi dostlarıyla paylaşmaya; bir öğlen yemeğini sohbet ederek geçirmek adına buluşmaya gelen; her biri birbirinden farklı ve renkli insanı ile yaşar sabahtan geceye çoşkuyla. Caddede yaşamayı sevenler için bir alışkanlıktır, adeta bir yaşam şeklidir.

Cumhuriyet Bayramı çoşkusunun insanın içine işlediği, duygu seli olup aktığı bir yerdir. Yılbaşı hazırlıklarınmın en görkemli uğrak yeridir.

Aslında fazla söze gerek yok, kısaca cadde bir İstanbul Anadolu Yakası klasiğidir içindeki diğer klasik nüanslarıyla…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

08.12.2010

KELİMELERİN UÇUŞTUĞU AN



 Kelimeler havada uçuşuyor, yan yana geliyor ve anlamlı anlamsız binlerce cümle yığını halinde kulaklarımıza çalınırken, her biri bizleri yepyeni düşünceler aleminin içine bırakıveriyor. Kimini duyduğumuzda şaşırıp kalıyoruz, kiminde yüreklerimiz sızlıyor, kiminde ise dudaklarımıza bir tebessüm yerleşiyor.

Ilık bir sonbahar gününde caddedeyim. Hemen önümde oldukça iddialı giyinmiş iki genç kız yürüyor, daha doğrusu yürümeye çalışıyor. Tam yanlarında geçerken kulaklarım duyduklarına inanamıyor.
- O marka çantayı mutlaka almalıyım. Fiyatı ne olursa olsun benim olmalı, yoksa çok üzülürüm.
- Haklısın çok güzeldi, seninkileri biraz sıkıştırsana…

Yürümemi hızlandırıyorum ve o çantanın bedeline harcanacak para ile kaç ailenin birkaç nasıl mutlu yaşayabileceğini hayal ediyorum. Üstelik böylesi bir şeye üzülmelerine anlam veremiyorum.

Henüz bu konuşmanın beynimde yarattığı düşüncelerle boğuşurken bu kez de bir başka ses kulaklarımı çınlatıyor.
-Hacı amca nerede teyze?
-Amcanı diyalize bıraktım…

İşte bir başka hayat öyküsü karşımda. Üzgün ve endişe dolu sesin sahibi kadının yüzü en az sesi kadar kederli.

Hayatı, bedellerini, yaşadığımız her günün bir diğerinden ne kadar farklı olduğunu düşünürken sarı saçlı bir erkek çocuğu dikkatimi çekiyor. Anneannesinin elinden tutmuş neşeyle yürüyor. Ses tonu, nidaları, gülerek soru sormaları, aralarındaki o sımsıcak ilişki öyle güzel ki; bir anda içimdeki tüm sıkıntılar dağılıveriyor.

Yürümeye devam ediyorum ve aniden sonbahar yapraklarını fark ediyorum, doldurmuş caddenin her bir yanını. Sararmış, kahverenginin ve sarının en güzel tonlarına bürünmüş pek çok yaprak… ayaklarımızın altında eziliyor birer birer. Bir çocuk edasıyla vuruyorum yığılmış yaprak kümelerine gülümseyerek; negatif düşünceleri o sarı yapraklarda bırakmak adına. Bakışları önemsemiyorum bile.

Neredeyse caddeyle bütünleşmiş gençten bir adamın sesiyle kendime geliyorum yeniden.

-Lütfen alır mısınız, sadece bir lira, ailemi geçindiriyorum lütfen alın, lütfen…

İşte yeniden havada uçuşan kelimelerle düşünceler aleminin içine itiliverdim.

Yaşanan her şey bir oyun perdesi önünde oynanıyor ve hepimiz birer oyuncuyuz aslında diyoruz ya çoğu zaman. Yine de kabullenmek zoruna gidiyor insanın. Aradaki uçurum farkları görmek, bu farkların yıllar geçtikçe daha da açıldığını hissetmek; bir anda tebessüm dolu yüzümüzü donuklaştırıyor.

Elbette hepimizin yaşamında artılar olduğu kadar eksilerde var. Hiçbir insan tam dört dörtlük bir hayat yaşayamıyor. Kiminin parası var ama o parayı zevkle harcayacak sağlığı yok ne yazık ki. Kiminin parası yok ama, ne yapıp ediyor ve ailesini geçindirmek adına her güçlüğe göğüs geriyor. Kimi işine uygun bir elemanı bir türlü bulamıyor. Kimi iyi bir işe girmek için her kapıyı çalıyor. Kimi bir eş özlemiyle yanıp kavruluyor, kimi bebek. Kimi aldığı az maaşla harikalar yaratıp, adeta yoktan var ederken; kimi maaşının yetmediği bir çantaya sahip olamadığına üzülüyor. Kimi akşam içtiği sıcacık bir tas çorbayla huzur bulurken; kimi katıldığı davetlerin çokluğundan, yemek zorunda olduğu yiyecekler yüzünden artan kolestrolünden, şekerinden muzdarip.

Hayat böyle bir şey işte. Hangimize daha adil davranıyor ki? Bir eksinin bir artıyı yok etmesi gibi nötr kanlıyor muyuz çoğu kez? Ne artılarımıza sevinebiliyoruz doğru dürüst, nede eksilerimizi artıya çevirebilmek adına yaptığımız mücadelede bir çentik daha kaybettiğimize. Artılar, eksiler, sevinçler, üzüntüler, hayaller, istekler derken bir ömür böyle geçip gidiyor. Kimbilir kaç kez buluştu akreple yelkovan aynı yerde ve kimbilir kaç kez daha buluşacak? Tahmin etmesi zor elbette.

Önemli olan kelimeler havada uçuşurken hep pozitif kalabilmek, yeri geldiğinde bir çocuk edasıyla sararmış yapraklara vurarak yürümeyi ertelememek belki de. Ne dersiniz?

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

24.11.2010

HERBİR DERTTEN ALA


“Ayrılık, ayrılık aman ayrılık
  Her bir dertten ala,
  Yaman ayrılık… “

Sevgi ve onun getirileri bazen çok ağır olabiliyor. Kalbimiz aslında elimizin yumruğu büyüklüğünde ama içine sığdırdıklarımız dünyalara kadar. Kaç kişiyi seviyor ve kaç kişinin gönül sıcaklığını saklıyoruz içimizde biz bile çoğu zaman bilmiyoruz ya da farkında olamıyoruz. Anne baba sevgisi ile başlıyor bu güzel ilişki harmanı; sonra kardeş, akraba ve arkadaşlarla gelişiyor. Ardından kendi canımızdan çok sevdiğimizi, aşkımızı bulduğumuzda en üst sınırlarına ulaşıyor. Ve elbette çocuk sevgisiyle taçlanıyor.

Tüm bu sevgiler bize hayat enerjisi oluyor, yüreğimizin sıcaklığını her daim canlı tutuyor, umut aşılıyor. Zorluklara daha kolay dayanmamızı, üzüntülere karşı daha metin olmamızı sağlıyor.

Sevgi bizi zenginleştiriyor; gönül gözümüzü açıyor, birbirimizle olan bağlarımızı her daim güçlü tutuyor. Araya giren mesafeler bile onu eritmeye, sıcaklığını söndürmeye yetmiyor.

Ama severek ayrılmak, sevdiğini istemesen de şartlara boyun eğerek, bilerek, kendinden uzaklaştırmak zorunda kalmak; hayatın en acımasız oyunu olarak karşımıza çıkıyor.

Sonunda hiçbir araya gelemeyecek olduğunu bilmek…

Buna rağmen hep kavuşacakmış gibi sevmek…

Ayrılığa inat sevmekten hiç vazgeçememek…

Bunu anlatmak kadar anlaması da zor biliyorum. Yaşamayan bilmez, bilemez. Çok sevmeyen, sevdiği için canını feda etmek söz konusu olduğunda gözünü kırpmadan evet diyemeyen bu sözlerime kolay kolay hak veremez.

Zaman en iyi ilaç olsa da ayrılığın üzerine sinen nahoş kokusunu silmek; sizi her an esir almaya hazır özlem rüzgarlarını yok etmek zordur.

Karşılaştığınız ( eğer engelleri yıkıp karşılaşabilirseniz) ya da sesini duyduğunuz (eğer sesini duyabilecek kadar şanslıysanız); o kısacık zaman aralıklarında çok iyi olduğunuzu söyleyip mutluluk oyunu oynarsınız. Oynarsınız ki sevdiğiniz üzülmesin, aklı sizde kalmasın.

Sevmek ve ayrılık…

Nedense sevginin yanına en yakıştıramadığım sözcüklerden bir tanesi ayrılık. Sevginin o çağlayan çoşkusuna hiç yakışmıyor. Bana sızıyı, içten içe derinleşen yalnızlığı ve ne yapılırsa yapılsın geçmeyen bir yarayı anımsatıyor. Bedenen değil ama ruhen alınabilecek en büyük darbelerden bir tanesini.

Sevmiyorum ayrılıkları. Çok severken ayrı kalmaları…

Hiç kimselere yakıştıramıyorum üstelik. Gün geliyor biten ilişkilerinde iyi ki ayrıldım diyerek sevinenlere özeniyorum. Gün geliyor yaşadığım güzelliklere şükürlere ediyorum. Sonunda ayrılık olsa bile yaşananların insanı zenginleştirdiğine, ayrılıkların ise daha çabuk olgunlaştırdığına inanıyorum. Ama severek ayrılanların sevdiklerini ölene kadar unutamadıklarını; zaman zaman dudaklarında minicik bir tebessümle, zaman zaman göz pınarlarına gelip yerleşen haylaz bir göz damlasıyla yaşattıklarını çok iyi biliyorum.

“Ayrılık, ayrılık aman ayrılık
  Her bir dertten ala,
  Yaman ayrılık… “

Severek ayrılmak zorunda kalanlara ve yeterince anlaşılamadıkları için dertlerini kimselerle paylaşamayanlara benden selam olsun. Unutmayın ki yalnız değilsiniz.

Sevgiyle kalın
Belgin ERYAVUZ

26.11.2010

ÜÇ HARF YANYANA



Yaşamımız boyunca kadın erkek hepimizin en büyük arzusu sanırım aşkı tadabilmek. Bir defa bile olsa yaşayıp ne menem bir şey olduğunu bilmek, kendince tariflemek. Çünkü aşk öylesine karmaşık, öylesine erişilmez ve bir o kadar da heyecan dolu bir yolculuk ki yaşayan herkese göre tarifi değişiyor.

Evet, gerçekten de gizemli bir yanı var aşkın. Eğer tadına bakamadıysanız içinizde hep bir eksiklik hissediyorsunuz. Geçen yıllarla yokluğunu daha da hissettiren bir boşluk duyuyorsunuz yaşamınız boyunca.

Hatta öyle zamanlar geliyor ki, sadece bir elin parmaklarının sayabileceği kadar kısacık süreceğini bilseniz de aşkı bir kez yaşabilmek adına tüm hayatınızı feda etmeye hazır olduğunuzu hissediyorsunuz kendinize şaşırarak.

Çoğu insan süresine kafa yoruyor, kısa sürmesinin nedenlerini bulmaya çalışıyor. Oysa ki aşkı yaşamak söz konusu olduğunda süresi de önemini yitiriyor. Kısacık sürse de yaşanan o yoğun hisler, o kalp atışlar ve dünyayı başka bir gözle görmenin güzelliği her şeylere değiyor.

Çünkü aşk bir kez teninizden içeriye girmeye görsün, kalbinizi ele geçirdiği andan itibaren dünyayı umursamaz oluyorsunuz. O heyecan dolu yolculuğu yapmak adına içinizde tutulması zor bir fırtına eserken, gözünüz hiçbir şeyi görmüyor. Sonunu, ne kadar süreceğini hatta bedellerini hiç düşünmemeniz işte bu yüzden.

Aşk kalbinizi ele geçirip, sizi oradan oraya sürüklerken; içinde acı, keder, gözyaşı ve hatta sonunda ayrılık olduğunu bile bile gözlerinizi kapatıyorsunuz tüm gerçeklere. Kulaklarınız sadece aşk kelimesini duyuyor, yüreğiniz bir yaprak gibi titrerken. Aşk’la beraber gelen sen, ben kelimeleri bir süre sonra gelecek biz ve ardından git kelimesinin sinyallerini verirken bile siz sadece aşkla yaşıyor, aşkı tadıyor, diğerlerini yok sayıyorsunuz.

Sen ve ben kelimesinin ne zaman biz olduğunu, ne zaman git kelimesinin geldiğini anlamıyorsunuz bile. Dur kelimesinin varlığını hatırladığınızda ise iş işten geçmiş oluyor çoğu kez. Çünkü ne siz nede karşınızdaki onu kullanacak kadar yürekli olamıyorsunuz aşkın serseme çevirdiği dünyanızda.

Tıpkı Can Yücel’in o güzel şiirinde dediği gibi…

“Üç harf yan yana kaç şekilde gelir, bilir misin?

Aşk dersin, sen dersin, ben dersin.

Sen ben biter; biz dersin.

Gün gelir, git dersin…

Peki, dur kelimesinden haberdar değil misin?

Dur demeyi bilmez misin?

Git demek kolay.

Dur diyebilecek kadar yürekli misin? “

Şöyle bir düşünürsek; üç harf yan yana geldiğinde onun kadar cazibeli, onun kadar çekici, onun kadar gizemli, onun kadar erişilmesi zor ve onun kadar yaşanılası bir başka kelime daha ortaya çıkmaz, değil mi?

O üç harfin birlikteliği ile oluşan ve ağzımızdan tek heceleme ile çıkan sesin güzelliği başka hangi kelimede vardır ki?

Aşk, tadından yenmeyecek kadar tatlı bir meyvedir belki de. Ya da aşk utangaç bir duygu olmasına rağmen sonu düşünülmeden yaşanan bir zevktir, yudum yudum içilen buruk bir şarap tadında. İçinizi ısıtan, tüm damarlarınıza yayılan, damağınızda kekremsi bir tat bırakan ama yine yeniden içilmek istenen bir şarap.

Kimbilir belki de aşk; “pek çok yaşama ve dünyanın pek çok yerine dağılmış olan deneyimi yoğunlaştırmak için bizleri bir araya getiren güçtür.” Ünlü yazar Paulo Coelho’nun Brida romanında betimlediği gibi.

Aşıkken, cenneti de cehennemi de aynı anda yaşar insan. Hem çok mutlu olup pembe bulutların üzerinde uçar; hem de en derin kuyularda ateşin o nefes kesen sıcaklığını hisseder. Yeri gelir çocuk olur yaramaz mı yaramaz; yeri gelir cazibeli dişi bir kadın aya da karizmatik çekici bir erkek; yeri gelir bir şair ya da bir derviş.

Aşk’tan, onun güzelliğinden ve erişilmezliğinden bahsedip de Elif Şafak’tan ve onun o güzel eserinden, Aşk romanından söz etmemek olmaz sanırım. O halde gelin yazımızı o anlamlı sözcüklerle bitirelim. Ve herkese aşkın tam ortasında bir dünya dileyelim.

“Aşksız geçen bir ömür beyhude yaşanmıştır. Acaba ilahi aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevi, semavi ya da cismani mi diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşk’ın ise hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde, ya da dışındasındır, hasretinde.”

Hepimize aşkın tam ortasında bir hayat diliyorum, süresi alabildiğine uzun olan ve sonu mutlulukla biten.

Sevgiyle ve aşkla kalın.
Belgin ERYAVUZ

15.11.2010
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...