25 Eylül 2010 Cumartesi

İSİM GÖÇEBESİ KADINLAR

Elif Şafak’ın “Siyah Süt” romanını okuyanlar bilirler. “İsmini Sevmeyen Kadınlar” bölümünde isimlerden, erkeklerin ve kadınların ismi sahiplenme şekillerinden bahseder ve der ki “ İsimler büyücüdür. Hem de büyülü. İsim var, vezir eder. İsim var, kahreder…”


İsimler; biz doğarken ailelerimiz tarafından bize bahşedilen değerli birer nişan gibidir aslında. Onlardan bize bir armağan! Çoğunun bir öyküsü, bir veriliş nedeni vardır. Anneler babalar hiç tartışmasız en özel, en güzel isimleri seçerler çocukları için özenerek; kalplerindeki ilk sevgi tohumlarını yeşertmek istercesine sevgiyle.

Bir anlamda bizi biz yapan ilk değerlerdir, şekillenecek varlığımızla beraber hayat koşusunda. Bir insanın ismini taşıyabilmesi, ismiyle uyum sergileyebilmesi ise bu koşudaki başarısını sessizce destekleyecektir hiç kuşkusuz.

Yabancılarla tanışma anında elimizde olan ilk silahtır isimlerimiz. Yalın, tek başlarına, bazen tek bir hece bazen iki ya da üç; ağzımızdan dökülürken gerçekten de çok şey ifade ederler karşımızdaki kişilere. İlk tanışma anındaki o ilk izlenimde, o tekrarı olmayan betimlemede kişiliğimizin neredeyse yüzde ellisini ele veririler sessizce, derinden.

İşte isimler bu yüzden önemlidir. İnsan şahsiyetinin ayrılmaz bir parçasıdır. Üstelik ilk izlenimin tekrarı olmadığını ve yeni tanıştığımız kişileri önce isimleri sonra da diğer özellikleri ile hafızamıza kaydettiğimizi düşünecek olursak isimlerin neden önemli olduğunu bir kez daha anlamış oluruz.

İnsanların isimlere verdiği önem, o sahipleniş eski yıllardan günümüze değin hep aynı heyecanla sürer gider. Hatta o isme sahip olabilmek adına insanlar gözlerini kırpmadan canlarını bile feda etmeye hazırdırlar. Tarih bunların örnekleriyle doludur.

Colin Falconer Bir Cleopatra romanı olan “Biz Tanrıyken” adlı yapıtında “önemli olan isimdi, isimlerin bir sihri vardı, altından ve en büyük ordulardan önemliydi…” diyerek Kleopatra’nın düşüncelerini dile getirirken bize insanların yüzyıllar öncesinden itibaren isimlere verdiği önemi hatırlatır.

Öyle isimler vardır ki o insana çok yakıştırırız, öyle isimler vardır ki hiç uymamış olduğunu düşünebiliriz. Öyle ki eskilerin deyimiyle isimlerle hayat bulur bazen insan geleceği, hatta isimlerle yön değiştirir. Ara sıra ismiyle hiç alakası olmayan kişiler görmüş olsam da; isimlerin insan kişiliklerini birebir yansıttığını ve insanların doğarken kendilerine bahşedilen isimleriyle hoş bir bütünlük içinde yetiştiğini düşünürüm.

İsimlerimizin tamamlayıcısı soy isimlerimiz söz konusu olduğunda ise, erkelerle kadınları ayıran ince bir çizgi belirir; erkeklerden yana ağır basan, onları kollayan. Pek çoğumuzun farkına dahi varmadığı, üstünde durmadığı bu yarı saydam çizgide gelin yine Elif Şafak’ a kulak verelim. “Erkekler isim değiştirmek ne menem bir şeydir kolay kolay hissedemezler. Kadınlar ise, tam tersine isim göçebesidir… Genç kızlıklarında başka türlüdür soyadları, evlendiklerinde başka. Boşanırlarsa başka, yeniden evlenirlerse gene başka…”

Kadınlara yaşamları boyunca değişik kimlikler yüklem tam alıştığı noktada bambaşka bir isimle, yepyeni bir imzayla kendini ifade etme engelidir bu.

Evlenirken gözümüz mutluluk ışıklarıyla parlamışken çoğumuz sorgusuz sualsiz hemen kabulleniriz sevdiğimizin soy simini. Üstelik ömrümüzün sonuna değin değişmeyeceğine o denli inanırız ki, ilk göz ağrımız olan baba ismimizi bir anda yok sayar, unutur gideriz. Taa ki hayatın çarkları arasında ayrılıklarla, boşanmalarla ezildiğimizde gün ışığına çıkıveriri yeniden. Sorgusuz sualsiz hayatlarına eklenen isim, yine sorgusuz sualsiz ellerinden alınıvermiştir işte.

Tam boşanmanın eşiğinde usul gereği hatırlatılırsa ne ala. Ama eğer hatırlatılmazsa, boşanmanın derin sarsıntıları içinde boğuşurken bir de isim krizi çıkıverir karşınıza. Öyle ki , sizin ne hissettiğiniz, ne istediğiniz bir nebze olsun dikkate alınmadan, bu iş buraya kadar denir. Ve o andan itibaren eski isminizle hayatınıza devam etmeniz beklenir.

Peki ya alışkanlıklar, seneler boyu kullanılan imza, yapılan sözleşmeler, hatta hatta kapı zilindeki isim? Çocuklarınla paylaştığın isimdir o soy isim her şeyden önce. Senin travmalarına bir de çocuk kalbinin hassas, masum sızıları eklenir. Kapı zilinde başlayıp, faturalarda, kartlarda, yolculuklarda karşınıza dikiliverir.

Şöyle bir düşünelim ne kadar çok kalemde değişiklik yapmak gerektiğini isterseniz. Kapı zili, nüfus cüzdanı, ehliyet, pasaport, meslek kartları, banka kartları, banka hesapları, şahsınıza ait tüm faturalar( elektrik, su, doğalgaz, telefon, adsl, kablo tv,…) yine şahsınıza ait tapu, ev, araba gibi resmi evraklar, banka cüzdanınız, sözleşmeler, …hepsi yenilenmeyi bekler.

Tüm bu kalemlerin tek tek değiştirilmesi; boşanma sonrası kendini toparlamaya, yaşanan olumsuzlukları bir an önce unutmaya çalışan bir kadın için ne kadar da zorlayıcıdır aslında.

Üstelik tanınmış biriyseniz… bir yazar, bir oyuncu, bir aktris, bir siyasetçi, bir bilim kadını… İşte o zaman işiniz bir kat daha zordur. Toplum önünde sizi siz yapan ve tanındığınız süre zarfında kullana geldiğiniz o isim sizinle adeta bütünleştiği ve hayranlarınızın nezninde o isimle var olduğunuz için bu kez de sizde kopartılan soy isminizi devam ettirme mücadelesi vermek zorunda kalırsınız tüm engellemelere rağmen.

Peki neden bu kadar zorlama, neden bu kadar duyarsız olmak kadınlara karşı? Her şeyin düzeninde ilk önce erkekler düşünüldüğü, ilk pay hep onlara ayrıldığı için mi bilemiyorum ama bu küçük be önemsiz gibi duran konunun bile derinine indiğinizde kadın ruhunun nasıl parçalandığını çok iyi anlıyorum.

O nedenle olsa gerek nerede bir boşanma haberi duysam oradaki kadın isimlerini ve geride bıraktığı yaşanmışlığın izlerini düşünmeden edemiyorum.

Sevgiyle kalın, isimsiz kalmayın.

Belgin ERYAVUZ
26.12.2009

BEKLİYORUZ ÇARESİZ…



Ömrümüz boyunca hep bir şeyleri bekliyoruz, farkında mısınız? Sayıları o kadar çok ki… taa doğum sürecimizle başlıyor ve ölene değin devam ediyor.


Yaşımız ilerledikçe beklediğimiz şeylerin sayısı da artıyor haliyle. Eğer aşık olmadan evlendiysek bir kez de olsa aşık olmayı bekliyoruz mesela içten içe nasıl olacağını bilemeden. Çocuklarımızın servislerini, sabah ezanını duyduğumuzda günün ışımasını, kış geldiğinde karın yağmasını, yazın tatile çıkmayı, emekli olmayı, akşamları çocuklarımızın, eşimizin eve dönüşünü, sevmeyi, sevilmeyi,… bekliyoruz mütemadiyen sabırla, olgunlukla. Bazen içimiz taşsa da, bazen kadere isyan sözcükleri ağzımıza dolansa da bekliyoruz bir şeyleri dualar eşliğinde, sessizce.

Beklemeyi sevemesek de, beklemekten zaman zaman bıkkınlık duysak da bekliyoruz çaresiz… Gün geliyor içimizdeki umuda katık edip düşlerimizi bekliyoruz sessizce. Gün geliyor isyanımızı bastıracak kelime bulamazken söylenir halde buluyoruz kendimizi yine beklerken…

Neler beklemedik ki şu yaşımıza değin bir düşünün hele. Minicik yaşlarımızdayken, dünya tek bir gülümsememizle aydınlanırken örneğin, doğum günlerimizi bekledik her yıl sabırsızca büyüyebilmek adına bir an önce. Karnelerimizi bekledik okul sıralarındayken içimiz pür telaş ve sevinç doluyken. Ardından sınav günlerini elbette bir şeyler olsa da ertelense um uduyla. Azıcık büyüyüp serpildiğimizde içimizdeki kıpırtılara uyup aşık olmayı bekledik, sonunda üzüntü ve göz yaşı olacağını bilemeden.

Derken sevdiğimizin asker yolunu bekledik günleri saya saya, takvimlere çentik ata ata. Özlem duyduğumuz şeyler arttıkça içimizdeki beklemelerimiz daha da koydu yüreğimize. Anne olmayı bekledik örneğin içten içe baskınlaşan o muhteşem duyguyla. Sonra okul yolunu bekler olduk, gözümüz saatte, kulaklarımız kapının zil sesinde. Seyahate çıkan eşimizi bekledik arzuyla, sevgimizi çoğaltan o sarılmalarınızı bekledik usulca.

Yaşımız kemale erdiğinde çocuklarımızın mürüvetlerini bekledik, yeniden bastıran çocuk özlemlerimizi torunlarımızda görmek, hissedebilmek arzusuyla. Ve yapamadığımız şeyleri bekledik yine de belki gün gelir yaparız umuduyla. İçimizde gel gitler olsa da, tüm yaşam kesitimiz bir film gibi önümüzden aksa da kanaat edip her şeylere sağlıklı olmayı bekledik son kalan ömür taşlarımızda.

Bir tek ölümü beklemedik belki kimbilir, bir tek bu dünyadan göçüp gideceğimiz o günü. Onca beklemelerin arasında bir tek onu taşıdık galiba yaşam hanemizdeki en ücra noktaya.

Beklediğimiz kadar belki de beklettik çevremizdeki insanları, en çok da sevdiklerimizi elde olan olmayan türlü nedenlerle. Bir özür bile dilemedik sırası geldiğinde o telaşlı koşturmaca içinde, akıl edemedik. Gönül kırdık kalp yaraladık belki de kimbilir farkında olmadan hep o bekleme, bekletme süreçlerinde.

Teknolojinin gelişmesiyle beraber beklediğimiz şeyler değişmedi belki ama yolları değişti bize çaktırmadan. Artık mesaj bekler olduk, mail bekler olduk sevdiklerimizden. Eskiden postacı yolu gözlerken artık elektronik posta servislerinin seslerine odaklandı kulaklarımız, cep telefonlarımızın o ahenkli sesiyle çoştu içimiz.

Bekledik bir şeyleri, bekledik kimilerini. Hiç umudumuz olmasa da karşılıksız sevgimizin karşılığını bekledik yıllarca. Yaşımız kaç olursa olsun arzu edilmeyi, beğenilmeyi bekledik. Ayrıldığımız kişinin yine bizi sevmesini, bize yeniden dönmesini bekledik kimselere söyleyemeden, hatta kendimize dahi açıklayamadan içten içe. Her ayın sonunu iple çektik çoğu zaman, yeni ayı görebilmek, maaşımızı alabilmek adına. Krizlerin, savaşların bitmesini bekledik.

En çok da mutlu olmayı bekledik belki kimbilir, aslında mutluluk içimizde, yanı başımızdayken ve biz onu hissedemezken.

Doludan koyup boşa, boştan koyup doluya bir türlü dolduramazken bekledik piyangodan, talih oyunlarından para çıkar umuduyla. Beklerken katık ettik umudu tüm yaşantımıza.

Beklentilerimiz azalmadı geçen yıllarla; arttı sayıları gerçekleştiremediklerimizle paralel olarak. Ama umutla beklemeyi hiç bırakmadık. Kimbilir belki de bu umut katkılı beklentiler bizi ayakta tuttu bunca yıl yıkılmadan yol aldık tüm engelli yokuşlarda.

Beklentilerin gerçekleştiği, umudun çoğalarak arttığı günlerinizin her zaman çok olması dileğimle…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
21.02.2009

3 Eylül 2010 Cuma

SON BİR ŞANS



Herkes son bir şansı hak eder… Oldukça iddialı bir cümle farkındayım, üstelik yaşadıklarınızı şöyle bir düşününce terazinin size taraf yanının ağır bastığına inandığınız için çoğunuz buna pek katılmıyorsunuz biliyorum.


Ama son bir defa daha denemeye ve her ne olursa olsun son bir şans daha vermeye değer diyorum ben.

Kendimiz için.

Sonrasında ‘’keşke’’ yığınları arasında boğulmamak, içimizi rahatlatmak adına minicik bir adım bu sözünü ettiğim.

Daha önce yaşananların, iyi ya da kötü tam anlamıyla size ait anılarınızın güzel yanlarına bir artı daha eklemek adına. Karşınızdaki değil aslında siz hak ettiğiniz için. Yaratacağınız bu son şans sizin elinizde. Bir tek hamlenize bakıyor aslında. Yapacağınız sadece bir ‘’ merhaba’’ demek. Tüm üzüntülerinizi, tüm göz yaşlarınızı tecrübe hanenize katıp atacaksınız bu son adımı. Karşılığını görür ya da görmezsiniz önemli olan bu değil. Önemli olan o ilk adımı atmış olmanız. Olgunluğunuzun, bir şeyleri hazmetmiş olmanızın en güzel göstergesi…

Hem bilin ki bu güzel girişiminizin değeri o gün anlaşılmazsa bile, gün gelecek belki yıllar sonra ama bir gün mutlaka anlaşılacak. İşte o zaman aradan yıllar geçmiş olsa bile siz ’’ iyi ki’’ derken; o son şansı tek bir hamlede geri çevirenler varsa eğer ‘’keşke’’ diyecekler.

İçinizin huzuru yüzünüzde, gözlerinizde yansırken gülümseyecek ve kendi kendinizi kutlayacaksınız verdiğiniz o son şans için. Hele hele bir de karşılığını görmüşseniz değmeyin keyfine. Önünüze çıkan yol ayırımında kullandığınız tercihi en doğru şekliyle yapmışsınız demektir. Ama ‘’ hayır ‘’ yanıtı aldıysanız; hatta tamamen iyimser duygularla uzattığınız eliniz havada kaldıysa, çağrınız yanıtsız bırakıldıysa yine de gülümsemeyi unutmayın derim ben. Çünkü siz üzerinize düşeni fazlası ile yaptınız demektir gerisini düşünmek olmaz.

Bırakın bundan sonrasını onlar düşünsünler. Gün gelip pişmanlıkları arttığında, geceleri yastığa başlarını koyup vicdanları ile boğuştuklarında anlayacaklar sizin iyi niyetinizi. Ve aslında o son şansın ne denli kıymetli olduğunu…

Son şansı kendiniz için denediniz siz. Şimdi anılarınızın üzerini örtecek bembeyaz tülden bir örtünüz var; masum, şeffaf ve tümüyle size ait. Artık anılarınız içinizi acıtmayacak eskisi kadar, o bembeyaz tül üzerlerini örtüp saklayacak bir bir.

‘’Kendi hatalarını sahiplenmeye cesaretli ve onları onarmaya kararlı insanların sayısı ne kadar azdır.’’ Bu söz Benjamin Franklin’e ait. İşte biz kendimize bu son şansı vererek o az sayıdaki insanlar hanesine kendimizi ekleyebiliriz. Belki sadece hatalarımızı sahiplenerek, belki onları onarmaya da karar vererek. Ama mutlaka o son şansı kendimiz için kullanarak.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
14.11.2009

SOĞUKTUR ADLİYE KORİDORLARI



Soğuk, nedense hep soğuktur adliye koridorları… En sıcak yaz günlerinde bile o koridorlarda bulunuyorsanız eğer, içiniz bir başka ürperir. O bomboş duvarlar, o upuzun koridorlar boyunca dizilmiş sıra sıra odalar ve her birinin kapısından dışarıya sızarak havada uçuşan sorular, cevaplar... Birbirine derin düşüncelerle, merakla, hatta bazen de önyargıyla değen bakışlar, kamburu çıkmış bedenleri zar zor taşıyan ayaklar, maske iliştirilmiş gibi duran tümü asık suratlar…


Sabırsızca bekleyen kalabalıklar arasında aslında herkes yalnızdır kendince o soğuk koridorlarda. Öteye beriye serpilmiş çiçekler bile yetersiz kalır o boşluğu doldurmaya; aslında çoğu insan farkına dahi varmaz çiçeklerin her şeye inat yeşil kalma mücadelesine. Öylesine kendi içinde, öylesine kapalıdır ki algıları; hâkimin sorduğu soruları bir defasında anlaması zordur bu yüzden. Her şey bir film şeridi gibi önünden akıp gider sadece; kendisi başrol oyuncusu olsa bile seyircidir kendi nezdinde. Sorular cevapları, cevapsız kalan suskunluklar yeni soruları çağırırken birbiri ardına; bir gürültü yumağı sızar usul usul açık kalan her bir mahkeme kapısından dışarıya ve o soğuk koridorlara…

Haksızlıklar karşısında adalete sığınanlar; haklarını aramak için yıllarca mücadele verenler; her şeye rağmen kendi yaptığını haklı göstermek için çabalayanlar, haksızlıklarını ört bas edenler; suçlular, suçsuzlar, mağdurlar, katiller, hırsızlar bu işe mecbur koşulanlar herkes gelip geçmiştir oradan bir ya da birkaç kez hayatlarının bir döneminde.

Her zaman dediğimiz gibi, hayat sürprizlere her an gebe. Nerede, ne zaman ve nasıl bir olayla karşılaşacağımız tam bir muamma eski deyimiyle. Bugün hâkim karşısına çıkan eli kelepçeli bir suçlu nereden bilebilirdi ki bir sene önce böylesi bir durumla karşılaşacağını. Şu ya da bu nedenle, şu ya da bu şartlarla, biraz kaderinin biraz da yol ayırımlarında kendi verdiği kararların sonucunda bugün bu noktada işte.

Şu kapıdan duyulan cılız kadın sesi, kendini anlatmaktan ne kadar da aciz... Tek suçu yavrusunu korumak olan o eli öpülesi ana, şimdi azılı bir katil gibi elleri kelepçeli hâkim huzurunda. Hakkında verilecek kararla ise hiçbir ilgisi yok, çünkü aklı hala koruyamadığı yavrusunda, o son sahnede. Her an, her dakika onu yaşıyor; bundan sonrası ise onu zerre kadar ilgilendirmiyor. O yaşarken çoktan ölmüş kimseler fark etmiyor.

Peki ya evladının suçunu üstlenen o babaya ne demeli. Yavrusunu kucakladığında bilir miydi ki gün gelip mahkeme koridorlarında ite kaka götürüleceğini.

Şu birbirine kenetlenmiş çifte ne demeli. Göz bebeklerinden hala sevgi akıyor birbirine ama biraz sonra ayrılacaklar hâkim huzurunda. Böyle gerekiyor çünkü, severken ayrılmak kaderlerine yazılmış bir kere bekliyorlar sessizce…

Kederle yoğrulmuş, üzüntüyle harmanlanmış nice insan; kimi ayakta kimi sınırlı sayıdaki sandalyelere ilişmiş bekliyor sessizce. Birazdan mübaşir isimlerini okuyacak yüksek perdeden bir sesle azarlarcasına; ardından o minicik odaya alınacak; bir iki hızlı soru sonrası hakkındaki karar eline tutuşturulmuş bir halde kendini yine o soğuk koridorlarda bulacak. Şaşkın, ürkek ve çoğu zaman üzgün. O koridorlardan sevinçle çıkanların ya da adaletin yerini bulduğuna inananların sayısı o denli az ki fark edilmiyorlar bile.

Pek çok insan bir sonraki tarihe hem de aylar aylar sonrasına ertelenen yeni duruşma tarihleri ellerinde yürüyorlar o koridorlarda. İçlerinde isyanın körüklemeleri ile kaderlerine veryansın ederek hem de. Henüz “neden ben?” sorusuna cevap bulamazken, “ne zaman?” ve “nerede bitecek bu uzun yolculuk?” soruları ardı ardına beyinlerine üşüşürken.

Hayatın kötü sürprizlerini yaşamak zorundalar bir kez yapacak bir şey yok. Aslında biraz kaderlerinin, biraz da kendi seçimlerinin neticesinde bu noktadalar ve bu soğuk koridorları arşınlarken pek çok şeylerini geride bırakıyorlar farkında olmadan. Bazen yaşama sevinçlerini, bazen umutlarını, bazen de ömürlerini…

Kim bilir ne haykırışlar duyulmuştur, kim bilir ne isyanlara, ne gözyaşlarına tanık olmuştur; olmuştur da o yüzden bu denli soğuktur adliye koridorları. Ama unutmayalım ki, önümüze çıkan her engel yaşam koşullarımızı iyileştirmek adına bir fırsattır. Nedeni her ne olursa olsun içinizi ürpertecek o koridorlarda bulunursanız bir gün eğer, bu cümleyi önemseyin derim ben, olmaz mı?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
04.12.2009

ÇARESİZLİĞİN ÇARESİ OLSAYDI…



Anlatması, paylaşması zor duygulardan bir tanesi daha. Çaresizlik!..

Bazen öyle olaylar olur, öyle beklenmedik felaketlerle karşılaşırız ki içimiz bir başka sızlar. Üstelik bunu öyle derinden hissederiz ki sanki tüm hücrelerimiz bu duygumuzun etkisi altına girmiştir. Çaresiz olmayı, elimiz kolumuz bağlı kalmayı, hiçbir çıkar yol bulamamayı yaşarken kendimizi unutur gideriz. Hemen her birimiz hayatımızın bir döneminde bunu yaşadık ve yaşayacağız; belki az belki çok. Elbette kime göre?

Kıyaslama kabul etmez ki çaresizlik. Herkes kendince en ağırını yaşadığını hisseder. Bazen hastalıklar karşısında çıkıverir karşınıza, bazen maddi zorluklar tavan yapar, bazen hiç beklemediğiniz bir felaketle her şeyinizi yitirirsiniz, bazen beraber başlanan sevgi dolu bir yolda tek başınıza kalırsınız, bazen haberli bazen habersiz ama her zaman ÇARESİZ!

Dediğim gibi azı çoğu olmaz çaresizliğin. Gün gelir yaşadığınız birkaç dakikanın çaresizliği adeta ömrünüzden ömür götürür; gün gelir aylar, yıllar sürer bu duygunun size yaşattığı kabus.

Her şeylerden vazgeçersiniz o zamanlarda. Hiçbir yere sığamaz olursunuz; ne ayakta durabilirsiniz, ne oturabilirsiniz. Nefes alırken dahi göğsünüzde binlerce ton ağırlık varmışcasına bir ağrı hissedersiniz. Hiçbir şey oyalamaz, hiçbir şey teskin etmez sizi. Hatta ağlamak bile. Doludur içiniz dopdolu. Yaşadığınız birkaç dakika dahi olsa bir asır gibi gelmiştir size uzun upuzun.

Önceleri sizin için önemli olan ya da öyle olduğunu sandığınız pek çok şey anlamını yitirir, hatta hatırlamaz olursunuz bir kısmını. Çünkü o süreçte yaşadığınız çaresizlik her şeyinizi alt üst etmiştir. Bir şeyler yapmak, çaresizliğinizden kurtulmak istersiniz ama nafile. Ruhunuz çaresizliğe teslim olmuştur bir kere.

Evet kabul ediyorum paylaşmak, en azından yaslanacak bir omuz bulmak o anlarda en iyi çaredir ama ya yoksa? Ya en yakın sandıklarınız bile çok uzaklardaysa?

Varsın olsun, aslında biliyor musunuz çaresiz anlarınızdaki en iyi çare aslında sizsiniz. O anlarda tek başına ama dimdik ayakta ve güçlü olmanızı sağlayan kendi iradeniz. Şartlar ve koşullar sizi ne kadar zorlarsa zorlasın, hepsinin üstesinden kendi çabalarınızla geleceksiniz. Elinizdeki, avucunuzdaki yitip gitse de unutmamalı ki bir tek ölüme çare yok şu dünyada. Her şey gelir geçer; en geçmez sandığımız şeyler bile. Evet belki ufak tefek izler bırakır yüreğinizde ama olsun. Hayat kendine direnenleri sever ve kollar. Son anımıza kadar direnmek gerek, gücümüzün farkında olup ona sığınmak gerek.

“ Ya çaresizsiniz,

Ya da çare SİZSİNİZ “

Ben de pek çoğumuz gibi Nietzche’nin bu sözünü çok seviyorum ve doğru olduğunu her çaresiz anımda daha iyi anlıyorum.

Sevgiyle kalın, hiç çaresiz kalmayın.

Belgin ERYAVUZ
27.06.2009

FARKLI (SIRADIŞI) TERCİHLER…



Toplumsal gerçeklerimizden bir tanesi… Hep gizli saklı, hep kapalı kapılar ardında yaşanan; en yakındaki insanlardan bile gizlenen; söylenmesi ayıp,paylaşılması günah sayılan bir gerçek. Adeta bir tabu. Anneden, babadan, hatta hatta ileri yaşlarda eşten dahi saklanan; bastırılan bir değişim rüzgarı.


Her birimiz daha anne karnındayken değişik kodlarla, şifrelerle, bize özel kimsede bulunmayan, bizi biz yapan değerlerle donanıyor ve dünyaya öyle geliyoruz. Cinsiyetimiz, ten rengimiz, fiziksel özelliklerimiz, zekamız ve tüm insani değerlerimizle. Sonra aldığımız eğitimle, çevre koşullarının etkilemesiyle yoğruluyor şekil alıyoruz.

Ama bazen bu şekillenmede sıra dışı duygular olabiliyor insanda. Büyürken kendi bedenini, cinsiyetini tanımaya başladığı yaşlara geldiğinde; bazı şeylerin herkeslerdeki gibi olmadığını fark edebiliyor insan. Farklı istekler duyduğunu anladığında ise onun için kabuslar başlıyor. Bu farkındalık bazen doğal seyrinde ortaya çıkıyor; maalesef bazen de küçük yaşlarda gördüğü acımasızlığın etkileşimleri olarak beliriyor bedeninde. Hiç suçu günahı olmadığı halde; kendini bilmez, insani duygulardan tamamen uzak, yabanıl insanların günahını çekiyor. Ne acıdır ki çoğu zaman bu vahşi insanlar kendi yakınları, babası, amcası, akrabası bile olabiliyor.

Sonuçta ergenliğe adım attığında farklı istekler, farklı beğeniler beynini kemirmeye, onu yalnızlığın girdaplarına sürüklemeye başlıyor. Toplumsal baskının derinden hissedildiği bir yerde, tüm dışlanma ve kabul edilmeme riskine rağmen duygularını açıklama isteği duysa da bunu başaramıyor ve tüm bastırılmış arzuları ile yaşama bir yerlerden katılmaya, düzenini kurmaya çalışıyor. Belki doğru belki yanlış bir anlamda kendini mutlu etmenin yollarını arıyor.

Bizler çoğu zaman onların da insan olduğunu, onların da bizler gibi istekleri olabileceğini kabul etmiyoruz, edemiyoruz. Belki yakından tanısak, dertlerini, yaşadığı sıkıntıları bilsek bu denli acımasız olmaz; onları anlayabiliriz. Ama hayır, ne yazık ki bizler de o toplumsal baskının bir parçası oluyor ve onlara sırtımızı dönüyoruz. Farklı, sıra dışı, aykırı… bu tanımlamalarla dahi aslında kabul etmediğimizi dışa vuruyoruz.

Üstelik kendi ailemizde, kendi içimizde böylesi farklı duyguları olan birisi varsa, bu kişi kendi çocuğumuz dahi olsa ona yardım etmek şöyle dursun tamamen dışlıyor ve kendimizden uzaklaştırıyoruz. Hatta ondan utanıyoruz. Sevmek, anlamak, yardım etmek ya da sadece gözlerinin içine bakıp dinlemek yerine onu sevgisizliğe mahkum ediyoruz. Asla kabul edemediğimiz bu gerçekle karşı karşıya geldiğimizde değiştirmek adına uyguladığımız aşırı disiplin, baskı, şiddet, tehdit sonraları yerini işte bu sevgisizliğe bırakıyor. Yani bize göre sıra dışı tercihleri olan ama aslında kendisiyle sürekli bir iç savaş yaşayan, hayata nereden tutunması gerektiğini bilemeyen bu bireyi bir de biz mahkum ediyoruz. Peki neden? Onu yeterince anlamadığımız, anlamaya çalışmadığımız ya da sadece kendimizi düşündüğümüz için olabilir mi?

Kabul ediyorum, böylesi sıra dışı tercihlere sahip bir evladım olsaydı belki ben de çok ızdırap çekerdim ama onu asla sevgisiz bırakmazdım, bırakamazdım. İlk şoku atlattıktan sonra onu anlamak için elimden geleni yapar, her zaman arkasında olduğumu hissettirirdim.

Ne yazık ki içinde bulunduğumuz toplum bazen çok acımasız ve ön yargılı olabiliyor. Kaskatı kuralları ile insanların esnemesine, farklı düşünmesine olanak tanımıyor. Ve sırf bu nedenle pek çok gencin hayatı kararıyor, yine pek çok aile mutsuzluğa mahkum ediliyor.

Var olan sıra dışı tercihlerin değiştirilmesi için çabalayan aileler, aşırı baskıyla, tehditle bunu başaracaklarını sanıyor. En kötüsü de nasılsa ilerde vazgeçer düşüncesi ile evladını evlendiriyor. Peki ya sonrası? Sonrası… gazetelerde okuduğumuz, haberlerde duyduğumuz, ama pek çoğu gizli saklı gizli saklı kalan ilişkilerde ortaya çıkıyor. Mutsuzluk katlanarak artıyor. Günahsız insanlarda bu işin içine çekilerek hayatları boyunca kimseyle paylaşamayacakları bir sorumluluğun içine sürükleniyor.

Gelin düşüncelerimizi, bakış açımızı daha geniş yelpazeye yaymasını öğrenelim. Karşımızdaki kişileri önyargılarımızla değerlendirmeden önce onların depresif ve çaresiz

Kalmalarına göz yummadan daha duyarlı olmaya çalışalım. Ortada bir hata, bir suçlu aramak yerine bu durumu kabullenip; yaşamı hem onlar hem de kendimiz için daha kolay hale getirelim. Sırtlarındaki ağır yükü elimizden geldiğince hafifletelim. Onları çaresizliğe itmeyelim. Sevgimizle daha güçlü yarınlar yaratmak adına birazcık gayret edelim. Sonuçta biz bir şey kaybetmeyiz ama belki bir şeyler kazanabiliriz.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
18.05.2009

YAŞAMAK ZOR ZANAAT



Bazen biz insanoğullarının bir şekilde sınandığını, güçlerinin, sabırlarının, olaylar karşısındaki dayanma derecelerinin ölçüldüğünü düşünüyorum. Öyle beklenmedik anlarda peş peşe öylesine olaylara gebe ki nefes aldığımız şu minicik dünya. Bir anda evet bir anda her şey altüst olabiliyor hayatımızda.

Beklenmedik bir anda bir darbe alıyoruz ve daha onun etkilerini atlatamadan , daha doğrusu ne olduğunu anlayamadan bir ikincisi, derken peşinden üçüncüsü…Sanki yolunda giden zincirin bir halkasının kopuvermesi ile diğerleri de onu izliyor. Ve bizler daha birincisinin şokunu atlatamadan diğerleri ile yüzleşmek zorunda kalıyoruz.

Nedenler, niçinler giderek büyürken içimizde, cevapları bir o kadar küçülüyor galiba. Kim bilir belki de bulacağımız cevapların hiçbir anlamı kalmıyor elimizden kayıp gidenleri izlerken ve hiçbir şey yapamazken.

İnsan nasıl da çaresiz hissediyor kendisini, nasıl da kapana sıkışmış gibi hareketsiz kalıyor tüm duyuları. Ne konuşulanları doğru dürüst algılıyor beynimiz, ne yanımızda olup da bize destek vermek isteyenleri görüyor gözlerimiz. İçimizden hiçbir şey evet hiçbir şey yapmak gelmiyor. Geceleri yastığa başımızı koyduğumuzda uyumak ve unutmak istiyoruz içimizi acıtan her ne varsa. Öyle ki sabah uyandığımızda her şey yine eskisi gibi olsun, hiçbir şey değişmemiş olsun istiyoruz hayatımızda.

Ama nafile… o sıkıntılar, o üzüntüler, o gözyaşları hepsi bizim için. Yaşamamız , nefes alırken hayatın zorluklarını bir kez daha fark etmemiz; elimizdekilerin kıymetini bilmemiz, birde aslında ne kadar güçlü olduğumuzun farkına varmak için belki de. Çünkü o en zor anlara kadar asla dayanamam dediğimiz olaylarla birebir yüzleştiğimizde o hiç bilmediğimiz iç gücümüz bizi ayakta tutuyor.

Evet hayat böyle bir şey işte. Biz daha hayatın tatlarını alabilmenin yollarını ararken; acılar, sıkıntılar, üzüntüler boy veriyor çiçekli tarlalarda. “Geçecek elbet, hepsi geçecek” diyerek kendimizi avuttuğumuz o masum cümleler içimizin isyanını bastırır mı bilinmez ama sabırlı olmanın, sabırla beklemenin ve her şeye rağmen pozitif düşünmeye çalışmanın tüm sıkıntıları atlatmadaki önemi çok büyük.

Güzel düşüncelerin güzellikler getirdiği, sıkıntı ve endişeleri yok edip bizleri yeniden gülümsettiği günlerin bolca olması dileğimle…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
18.03.2009
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...