27 Ağustos 2010 Cuma

HUZURU YAKALARSAN BIRAKMA…



Bir parça huzur… Bu aralar insanların en çok ihtiyaç duyduğu şey bir parça huzur. Ruhumuzu besleyen, içimizi hafifleten yegane güzellik. Huzur… nefes alırken, otururken , kalkarken, seyahat ederken, sohbet anında çayımızı yudumlarken, sahilde yürüyüş yaparken, kitap okurken, müzik dinlerken, kalabalıkta ya da yalnızken, en çok da geceleri yastığa başımızı koyduğumuzda arıyoruz onu.

Huzuru arayıp da bulamayanlar o kadar çok ki etrafımızda. Her şeye sahip oldukları halde; aslında hiçbir dertleri olmadığı halde yine de başlarını yastığa huzur içinde
koyamıyorlar ve gecenin koyu karanlığında karabasanlara yenik düşmemek adına uykularından oluyorlar. Bir parça korku, bir parça sıkıntı alıp götürüyor içlerindeki tüm pozitif enerjiyi. Oysa ki huzur, bir parçacık huzur yetiyor sakinleşmeye, negatif enerjileri yok etmeye, dünyaya gülümseyen gözlerle bakmaya; olumsuz ne varsa hayatınızda onlarla mücadele etmeye, yaşama daha güçlü katılmaya. O nedenle eğer huzuru yakalarsan sakın bırakma.

Kimi insan bir deniz kenarında arar huzuru, kimi insan minicik bir çocuğun gülümseyen gözlerinde. Kimi dostlarıyla paylaştıkça huzuru yakalayacağına inanır, kimisi yalnızlığına sığındığında bulur onu. Aslında hep içlerinde olan ruh tazeliğidir huzur, sadece varlığını fark ederler ve fark ettikçe de mutlu olduklarını anlarlar. Yeter ki hep yanı başlarında, hep ruhlarıyla el ele olsun huzurları. Yeter ki kaçıp gidivermesin, ruhlarını bir başına bırakmasın. Çünkü buna ihtiyacımız var.

Ben de huzuru satırlarda arıyorum. Bazen okuduğum bir kitabın son paragrafında saklanmış halde buluyorum onu; bazen yazdığım yazıların final cümlelerinde; bazen de bir okuyucu yorumunda. İşte o anlarda kendimi çok şanslı hissediyorum ve çok mutlu.

Huzur bir yemeğe katılan tuz gibidir aslında. Tuzu unutulan bir yemeği yediğimizde nasıl bir eksiklik hissedersek, iç huzurumuzun olmadığı anlarda da yaşantımızın bir yanı eksik kalır. Tatsız, tuzsuz bir yemeğe benzer nefes alışlarımız. İçine ne katarsanız katın hiçbir şey o minicik tuz kristallerinin yerini tutamaz. Tıpkı huzurun yaşamımıza kattıkları gibi.

Huzuru bulmak kolay değil maalesef. Yakalanması, saklanması son derece zor bir iç duygu; üstelik huzuru satın alacak hiçbir güç de yok. O kadar hassas ki ayarı; bir anda kaçıvermesi, avuçlarımızın arasından kayıp gitmesi an meselesi. Kimi zaman duyduğumuz bir olay bozar huzurumuzu, kimi zaman ağzımızdan kaçıveren bir sözcük, kimi zaman bir hareketimiz, kimi zamansa geçmişe yaptığımız yolculuklarda dikiliverir karşımıza keşkeler eşliğinde heybetlice. Bir dakika önceki huzurumuzdan eser yoktur artık, gidivermiştir işte. Çoğu yerde vicdanımızla ortak payda da kesişirler. Vicdanları rahat olan insanların huzuru bulması daha kolay. Sadece kendileri için yaşamayıp, çevresindeki insanları da düşünenler için huzur o kadar güzel yerleşir ki içlerine. Attıkları her adımda o iç huzurun verdiği rahatlıkla nefes alırlar, olaylara daha pozitif yaklaşır, daha dirençli olurlar. Yoklukla mücadele ederken bile elindeki ekmeği hiç tereddütsüz karşısındaki ile bölüşen bir insan için huzur yanı başındadır, içindedir. Evet belki akşama yiyecek ekmeği zor bulacaktır ama olsun, paylaşmanın, yardımlaşmanın, zorda olanlara el uzatmanın iç huzuru ona ummadığı anda ummadığı yeni kapıları mutlaka açacaktır. Üstelik verince , paylaşınca gelenler çok daha kıymetli olmaz mı?

Oysa ki sadece kendileri için yaşayanlar da var aramızda maalesef. Dünyanın sadece kendi eksenleri etrafında döndüğünü düşünen, ben duygusu aşırı gelişmiş insanlar. Böylesi insanlar arkadaşlarını, dostlarını hatta en yakınlarındaki kişileri bile düşünmezler. Kendileri dışında hiçbir canlıya yeterince önem vermedikleri için onların dertlerine, sıkıntılarına sırtlarını döner, yardım çağrılarına kulaklarını tıkarlar. Kendilerinden başka kimseyi umursamazlar. Böylesi insanların içlerinde huzur var mıdır acaba hep merak etmişimdir.

Huzurluysanız eğer yediğiniz yemeğin, seyrettiğiniz filmin, yaptığınız yürüyüşlerin, çalışmaların, koşturmaların her şeyin tadını farklı alırsınız. Huzurunuz kaçmışsa eğer ne yapsanız da nafile; kolay kolay hiçbir şey rahatlatamaz sizi. Hep bir iç savaşınız vardır kendinizle adını koyamadığınız. Her yer sıkar sizi, boğar adeta. İnsanlar üstünüze üstünüze gelir gibi olur. Hiçbir yerlere sığamazsınız. Taa ki kendinizle hesaplaşana değin. O hesaplaşma sonrası alacağınız kararlar vicdanınızı rahatlatmaya yönelikse eğer ne mutlu size. Sanki bir daha hiç yakalayamayacağınızı sandığınız iç huzurunuz yeniden gelir yerleşir yüreğinize. O kadar yakındır aslında size, o kadar içinizde.

Huzurlu olmakla başlar her şey. Huzurluysanız mutlu olduğunuzu hissedersiniz, huzurluysanız düşünceleriniz daha nettir hayata ve ve insanlara karşı. Huzurluysanız hedeflerinizi daha kolay belirler, adımlarınızı daha hızlı atar, çabalarınızın karşılığını daha çabuk alırsınız. O nedenle sevdiklerimize huzur dilemez miyiz? Nefes alırken her demi huzurlu olsun demez miyiz? Haydi öyleyse gelin huzur dileyelim tüm sevdiklerimize, huzurun beraberinde getireceği mutluluğu dileyelim tüm güzel gönüllülere. Ruhunuz hep huzurla dolsun.

Sıcak yaz gecelerinde masmavi gökyüzünde parlayan sayısız yıldızlar kadar bolca huzur diliyorum her birinize. Çünkü içiniz, ruhunuz huzurla doluyken hayata gülümsemek daha kolay biliyorum. Ama bir söz istiyorum sizlerden huzuru yakalarsanız kolay bırakmayacağınıza dair.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
22.03.2009

HAYATA ASILI KALMAK



Hayat bazen nasıl da acımasız. İnsanı her yol ayırımında kıskıvrak bağlıyor kendine. Attığı her adımda önüne engeller çıkarıyor. Hem de öyle engeller ki aşılması çok zor…

Ne gücü yetiyor insanın bunları tek tek geçmeye, ne de her şeye rağmen ayakta tutmaya çalıştığı pozitif enerjisi. Öyle ki o pozitif enerjinin gücü tükenir gibi oluyor arada sırada, oluyor ama yine de ipin ucunu bırakmadan asılı kalmaya çabalıyor son hayat enerjisine. Biliyor ki o enerjiyi de kaybederse yaşamı ellerinden kayıp gidecek bir anlamda.

Olan her olumsuzluk çok etkiliyor insanı biliyorum. Küçük ya da büyük olması fark etmiyor belki de. Hepsinde suyun en dibine çekilir gibi oluyoruz. Hani nefessiz kalıp da çırpınır ya insan son bir güçle kurtulmak adına. İşte ona çok benziyor bu etkilenişler. Ya bir defa batıp çıkıyorsun dibe ya da birden fazla. Ama hepsinde benzer duygular yaşanıyor ya bir defa ya da birden fazla.

Oysa ki insanlar var hemen yanı başımızda sakin, huzurlu, hayatın tadını çıkaran; bizim yaşadıklarımızdan tamamen habersiz ya da bizim öyle sandığımız… çünkü hayatın getirileri, sundukları öyle değişken ki. Bugün var, her şey tamam diye bir şey yok. Yarına hangi birimize nasıl ve neler olacağını kim bilebilir ki?

O nedenle hep demiyor muyuz, içinde bulunduğunuz an güzelse kaçırmayın, tadına varın ve minicik detaylarının keyfini çıkarın diye. Ama hala bunu yapabilen kişi sayısı o kadar az ki aramızda. Çoğumuz elimizdekinin gerçek güzellik olduğunu, gerçekten değer vermemiz gerektiğini hep kaybedince anlamıyor muyuz? Üstelik sanki geri alabilecekmişiz gibi hemen peşinden bakarak vah vah’lar eşliğinde karalar bağlamıyor muyuz? Şimdi sorarın size tüm bunların hangimize bir faydası oldu şimdiye değin.? Hepsinde kocaman bir pişmanlık hissi sardı dört bir yanımızı o kadar.

Oysa ki hayat gün be gün tek düzeliğini korusa da, her gün birbirine tıpatıp benzese de önemli olan sağlıkla aldığımız o tek nefes. Onu kaybetmediğimiz sürece düzelmeyecek hiçbir şey şu hayatta. Paraymış, pulmuş, malmış, mülkmüş, gezip tozmakmış hepsi boş aslında. Bunların yokluğuna üzülmek bize bir şey kazandırmıyor öyle değil mi? Hadi gelin Mevlana’nın şu anlamlı sözlerine kulak verelim. “ Hayatınızın alt üst olmasından korkmayın, nereden biliyorsunuz altının üstünden daha iyi olmadığını?” Bir kez de böyle bakmalı hayatın olumsuzluklarına kaybedecek bir şeyimiz yok nasılsa , ama kazanacaklarımız var. Sağlıkla aldığımız nefesi ve yaşama olan bağlılığımızı kaybetmediğimiz sürece, altıyla üstüyle her şeyin üstesinden gelmemiz, mücadele etmemiz mümkün.

Evet her şey gelir ve geçer… Her gecenin bir sabahı, her kışın pırıl pırıl bir baharı olduğu gibi tüm olumsuzluklar gün gelir biter. Üstelik bazen bir şeylerin geçip gitmesine izin vermek, sis perdeleri ardında kaybolmasına yardımcı olmak kendi ruh sağlığımız için çok daha faydalı. Uzmanların görüş ve önerileri bu doğrultuda. O halde acıları, hüzünleri, bizi etkileyen küçük büyük tüm olumsuz düşünceleri bir daha uğramamacasına beynimizden, düşüncelerimizden silip atmanın tam zamanı.

Belki farklı alanlara kayarak, belki bambaşka şeyler düşünerek, belki de değişik ortamları deneyerek bunu başarmamız mümkün. Önemli olan; kimi zaman kurak ve yağışlı mevsimler arasındaki sert geçişlerde yaşanan yıpratıcı etkilerden ruhumuzu koruyabilmek.

Ben inanıyorum ve her ne olursa olsun her zaman hayata asılı kalalım diyorum. Ya siz?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
13.08.2009
Fenerbahçe Yelken Kulübü

BİR BAŞKASI AĞLARKEN…



Sevdiklerimiz, arkadaşlarımız olması gerekmiyor acılara, üzüntülere ortak olmak için. Tamamen yabancı, tamamen bir başkası olsa da eğer üzüntüsü varsa; eğer zor bir durumdaysa onunla birlikte üzülmek değilse bile içinde bulunduğu hali anlayıp; sorgulayıcı ve meraklı gözlerle bakmak yerine gönülden iyi dileklerde bulunmak en iyisi değil mi sizce de? Tamamen kalpten gelen minicik bir dua belki de en hayırlısı.

Biliyor musunuz nasıl olduğu, ne olduğu, detayları o kadar da önemli değil. Çünkü insanlar o zor şartların içinde mücadele ederken duyguları hassas ve kırılgan bir haldedir. İnanın onlara soracağınız ‘’nasılsın?’’ sorusu bile bazen ağır gelir taşıyamaz.

Soru sormadan, detaylarını merak etmeden, tüm yaşadıklarını kendisini hazır hissettiği bir zamanda anlatabileceği güvenini vererek o kişilerin yanında olabilmek lazım. Yoksa kendi merakımızı gidermek için değil. Ne olmuş, nasıl olmuş, neden olmuş..? Bizi zerre kadar ilgilendirmemeli.

Oysa ki bizler merakla, kuşkuyla, hatta ne acıdır ki bazen de hak ettiğine inanarak yaklaşırız yanlarına. Onların zor durumuna, göz yaşlarına ‘’ iyi ki benim başıma gelmedi’’ diyerek bencilce bir duyguyla sevinmek; hatta ‘’ hak etmişti çoktan, dersini alsın bakalım’’ deyip iç geçirmek… bize hiç yakışıyor mu?

Hayat farklı, hayat şaşırtıcı, hayat bazen çok sert, bazen çok acımasız ve hiç kimse dışarıdan göründüğü gibi değil inanın buna. Hiç aklımıza gelmeyen insanların bile öylesine farklı dertleri, sorunları, hayat mücadeleleri var ki… o nedenle insanları yargılamadan, onlar hakkında kesin hükümlere varıp deyim yerindeyse biletlerini kesmeden önce düşünmek lazım. Biraz daha duyarlı olabilmek lazım.

Birinin canı yanmaya görsün; hemen yanı başında bitiverir, yorum yapmadan, akıl vermeden de geri durmayız. Üstelik farkında olmadan verdiğimiz daha da kötü örneklerle insanları üzüntünün dibine dibine çekeriz.

Peki neden? Duyarsız olduğumuz, aldırmazlığımız, düşüncesizliğimiz yüzünden mi? Aslında hiçbir değil. Kabul etmek gerekirse milletçe tüm bunlardan çok daha baskın bir merhamet duygumuz var ama onu da yerinde ve zamanında kullanamıyoruz galiba.

Unutmamak gerek ki hayatın ne göstereceği, yarın hangimize neler olacağı hiç belli değil. Tıpkı John Lennon’un söylediği gibi ‘’Yaşam, sen başka planlar yaparken olan şeydir.’’ O nedenle gelin başkalarının acılarına sevinmeyelim, yapabiliyorsak sessizce yanlarında; başaramıyorsak uzaklarında kalmayı bilelim. İnsanların içinde bulundukları durumlar nedeniyle kaybettiklerini bir de biz yüzlerine çarpmayalım ve ne olursa olsun saygımızı koruyalım.

Bir başkası ağlarken gülen insanlardan uzak kalmanız dileğimle…

Sevgiyle kalın.

BELGİN ERYAVUZ
20.08.2009

26 Ağustos 2010 Perşembe

GÖZYAŞLARI BİLE SESSİZ



İnsan zaman geliyor öylesine büyük ve değişik dertlerle karşılaşıyor ki; o anda ne yapacağını, nasıl hareket edeceğini bilemiyor. Hatta yaşadıkları ile arasında sanki bir sis tabakası varmış gibi olaylara sadece bakakalıyor. Eli, ayağı adeta tutmaz oluyor. Ne yapması gerektiğini bilemiyor, hatta neyi nasıl düşünmesi gerektiğini bile kestiremiyor. İşte o anda gözyaşları sessizce yanaklarından süzülüyor usul usul.

Paylaşamıyor dertlerini, kimselere içini açamıyor. Bunca zamana kadar çevrenin ne diyeceğine zerre kadar değer vermezken, şimdilerde kafasında binlerce soru işareti uçuşuyor. ‘ Yok’ diyor ara sıra ‘yok, hiç önemli değil insanların yargılamaları, bilmeden atıp tutmaları ‘ Ama bu kendinden emin halleri pek uzun sürmüyor. Çaresizlik öyle bir kıskacına alıp sıkmış ki bedenini, ruhuna bile söz geçiremiyor.

İçindeki bunca fırtınaya rağmen gözyaşları sessizce yanaklarından süzülüyor usul usul. Süzülüyor ama içini ferahlatmıyor. Bu karabasanı, bu omuzlarına bir anda çöküveren tonlarca ağırlığı hafifletecek, azıcık nefes almasını sağlayacak hiçbir şey bulamıyor.

Bir çözüm… bir çözüm bulmalı. Bunca senenin emeğine yazık olmamalı. Geçirdiği uykusuz gecelerin, sabırla beklemelerin, yaşayamadığı hayallerin, kendini hiçe sayarcasına yaptığı koşturmaların bir ödülü olmalı mutlaka.

‘Hayat bu kadar zalim olamaz.’ diye geçiriyor içinden.

Dudaklarında bir şarkı mırıldanırken belli belirsiz; Barış Manço’nun o muhteşem şarkısı anlam buluyor yaşadıklarında ve haykırıyor sessizce Tanrıya. ‘Allah’ım güç ver bana, sığındım sana…’

Gözyaşları sessizce yanaklarından süzülüyor usul usul…içindekileri yok etmek istercesine dur durak dinlemeden.

Bir umut, evet bir umut olacaktı içinde bir yerlerde; hani en zor şartlar için sakladığı. Şimdi tam zamanı işte. O umuda sarılmanın, o minicik filizi ihtimam gösterip sevgiyle büyütmenin.

Geçecek, elbet geçecek tüm sıkıntılar ve bir de bakmışız ki o minicik umudumuz kök vermiş; gülümseyerek çiçek açacağı günleri müjdelercesine.

Sevgiyle kalın, umutsuz kalmayın.

Belgin ERYAVUZ
06.03.2009

HAYAT BEKLE BENİ!



Hep söylediğimiz şu hayata karşı; “bekle beni hayat, vaktim olduğunda elimdeki işler tamamen bittiğinde seni yaşamaya başlayacağım ve bende mutlu olacağım. Bana sunduğun güzelliklerin farkına varacak, onların nasılda kıymetli olduğunu bilerek nefes alacak ve her nefesimde sana teşekkür edeceğim. Ama şimdi olmaz, şimdi koşuyorum, koşturuyorum. O kadar çok işim var ki yapmam gereken, o kadar çok sorumluluğum var ki bitirmem gereken. Hayır hayır şimdi duramam, hiç sırası değil. Şimdi koşturup tüm bu sorumluluklarımı halletme zamanı. Ama sen bekle beni, işlerimi, sorumluluklarımı bitirmemi bekle. Yılların acımasızca geçmesine; geçerken bedenimde, yüzümde ve ruhumda izler bırakmasına izin verme. Ben tüm işlerimi bitirince, çocuklarımı büyütüp evin taksitlerini tamamen ödeyince, hayalimdeki o yazlığı alıp arabamı değiştirince, hatta hatta emekli olunca zamanı tekrar çalıştırmaya başla. Başla ki ben yaşayamadığım yılların acısını çıkarayım.”

Sanki her şey yerli yerinde kalacak, herkes ve her şey bizi olduğu gibi bekleyecek, zamanın o acımasız değişimine uğramadan eskisi gibi kalacağımızın garantisi elimizdeymiş gibi.

Peki ya hastalıklar, peki ya zorunlu ayrılıklar, peki ya ters giden olaylar…

Kendi özeline ait tüm yapmak istediklerini erteleyerek, yaşamayı hep sonraya bırakanlar, doludizgin koşanlar! Sözüm size, sözüm hepimize. Çünkü hepimiz aynı kaosun içinde yuvarlanıp duruyoruz ama, ufacık detaylarda gizli kalmış yaşamı ve mutluluğu ıskalayıp geçiyoruz.

Zaman zaman neden mutlu olamadığımıza şaşırarak, nerede yanlış yaptığımızı bilemeden bu dünyadaki en güzel şeyi YAŞAMAYI erteliyoruz. Oysa ki önemli olan koştururken de, tüm sorumluluklarımızı yaparken de bir yandan hayatı ıskalamamak. Mutlu olmayı bekleyeceğimize, aslında mutlu olduğumuzun farkında olmak.

Çocuklarımız büyürken onlara yeterince zaman ayırıp, onlarla beraber büyümek; işlerimizin tüm dünyamızı kaplamasına izin vermeden sevdiklerimize de zaman ayırmasını bilmek, hep hayalini kurduğumuz kendimize özel şeylere de özen gösterip gerçekleştirmeye çalışmak.

Kısacası nefes aldığımızın, yaşadığımızın farkında olmak. Zamana esir olmadan, gerekirse zamanı esir alarak yaşadığımızı iliklerimize kadar hissetmek. Delice koşmadan, daha dingin daha sakin sularda kulaç atmak…

Mümkün değil gibi görünse de denemek gerek, hem de son nefesimize kadar bıkmadan ve usanmadan.

Hayat Bekle Beni! Şu andan itibaren yanındayım ve hiç olmadığım kadar mutlu olmaya kararlıyım.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
22.03.2008

21 Ağustos 2010 Cumartesi

MASUM DARBELERİN DERİN İZLERİ



Çocuklarımız… onlar bizim her şeyimiz; hayattaki yaşama sebebimiz, tadımız, tuzumuz, neşemiz, gönül salıncağımız. Onlar söz konusu olduğunda sevginin sınırları yok oluyor adeta; o denli yoğun o denli vazgeçilmez ve tükenmez. Başka hiçbir şey kalbimizi çocuklarımız gibi titretmiyor; başka hiçbir şey bize onlarla geçen bir dakikanın tadını yaşatamıyor. Onlarla başlayan hayatımız onlarsız olmuyor, olamıyor.

Ne gariptir ki çocuklarımız kaç yaşına gelirlerse gelsinler gözümüzde hep küçük, hep bebek kalıyor bir türlü büyümüyorlar. Üstelik çocuklarımıza sahip olduğumuz andan itibaren bizimle bütünleşen koruma içgüdümüz de hep bizimle beraber ve hep hazır olda. Zaman geliyor bize nefes dahi aldırmıyor; çocuklarımız için aslan kesiliyoruz hemen her şeye karşı hatta bazen çocuklarımıza bile.

Bir yanda kalbimize çöreklenen endişeler, korkular ve kaygılar… bir yanda kırılmasından deliler gibi korktuğumuz gencecik bir kalp ve gençliğinin tüm enerjisi ile yapmak istedikleri, tecrübelere karşı olan vurdumduymazlıkları, tatlı sert diretmeleri, attıkları her adımın doğru olduğuna inanan o masum inatçılıkları… Arada kalırız ister istemez. Duygularımız, kalbimiz ondan yanadır. Gençliğinin tüm çılgınlıklarını yapsın, hayatın tadını doyasıya alsın isteriz; ama öte yandan bunca yıllık bilgi birikimimiz, tecrübelerimiz, aklımız kulağımıza sürekli olabilecekleri fısıldar. Nedense hep olumsuzdur bu fısıltılar. Öyle ki yavrumuzu olası tehlikelerden koruyamayacak olmanın endişesi doldurur bir anda içimizi karabasan gibi. Ve isteklerine karşı tavır koymaya, vereceğimiz izinleri kısıtlamaya çalışırız elimizde olmadan. Sadece iç güdüsel olarak…

Sonuçta yavrumuz kendisini yeterince anlayamadığımızı, hatta hatta sevmediğimizi bile düşünür. Öyle ya, yoksa neden izin vermeyelim ki…

Ah…bir bilse, ah… bir kerecik bile olsa kendisini bizim yerimize koyup düşünebilse…anlayacaktır bizi ama maalesef gencecik yaşındayken bizim yerimize geçmesi , bizim gibi düşünmesi mümkün değildir.

Biz yavrumuzun en yakın arkadaşı olmaya çalışırken birdenbire karşı cephelerde savaşmaya başladığımızı fark ederiz. İşte tam o noktada başlar masum darbelerin derin izleri… ”Çok vurma ruhum acıyor yavrum”  bile diyemezsiniz. Gerçi az ya da çok fark etmez sonuçta, çünkü her bir darbe içimizi boydan boya titretirken, yüreğimiz öylesine sızlar ki tarifi zordur.

İnsanın bunca tecrübeden, bunca yıllık bilgi birikiminden ve yaşadıklarından sonra, sevdiği hem de canından çok sevdiği yavrusu, canı, kanı tarafından; tıpkı bir heykel sanatçısının eserine şekil verirken kullandığı çekicin vurucu ve kesin darbeleri ile taşı yontması gibi; sürekli bir yerlerinden görünmeyen parçalarını koparmasıdır insanın içini acıtan. Birebir yaşarken, o acı zehri yudum yudum içip yine de hiçbir şey olmamış gibi davranabilmek zordur çünkü. Anlatması kelimelere dökmesi ise en az yaşamak kadar iç acıtır, gözleri nemlendirir ve sabır diler fısıltıyla karışık dudaklar sessiz sessiz; sabır daha çok sabır.

Yavrunuzu kırmadan, gönlünü yaparak ona doğruları göstermek, bazı şeylerin neden yapılamayacağını anlatmak, sınırlarını belirlemek, itirazlarını hep alttan alarak karşılamak, tüm bunları yaparken onu canınızdan çok sevdiğinizi göstermek ve onun en yakın arkadaşı olmaya çalışmak ne kadar da zor. Sonuçta sizde farkında olmadan yavrunuzun elindeki çekiç ile yontuluyorsunuz işte. Canınız öyle acıyor, bir yerleriniz öylesine sızlıyor ki…ama olsun hepsine katlanmak zorundasınız, çünkü siz annesiniz, çünkü siz babasınız, çünkü siz yavrunuzdan sorumlusunuz ve yavrunuzun sizi anlamasını beklemeden onun yaşına inip siz onu anlamaya çalışacaksınız. Fedakarlıksa sonuna kadar yapacaksınız, acıysa sonuna kadar katlanacaksınız. Sonuçta takdir edilmeyi beklemeden, tüm ruhunuzla tüm bedeninizle o çekiç darbelerine cesurca göğüs gereceksiniz.

Hep büyüklerimizden duyduğumuz ve kendimize asla konduramadığımız o nesil farkını ne kadar kültürlü, ne kadar genç ve hoşgörülü olursak olalım bizler de maalesef çocuklarımızla yaşıyoruz. Bunu kabul etmiyoruz gerçi ama çocuklarımızla karşılıklı ilişkilerimizde, onlarla birebir yaşadığımız birtakım olaylarda birdenbire burun buruna geliyoruz galiba. Yani bir başka deyişle nesil farkına yenik düşüyoruz ister istemez. Oysaki bizler geride kalmamak, yavrularımızın hızına ayak uydurmak adına çaba gösteriyoruz; koşuyoruz yılmadan.

Peki ya sonuç? Sonuç mu? Yine de eksik kalan bir şeyler oluyor işte. Belki hayat koşusunda yavrularımız bizlerden daha hızlı koştukları belki de bizler onların hızına bir türlü ayak uyduramadığımız için.

Ama sebep her ne olursa olsun gerçeklerle yüzleştiğinizde, yavrunuzun elindeki o masum çekicin kesici darbelerini ruhunuzda her duyumsadığınızda sevginizi düşünün. Yavrunuzla aranızdaki o yoğun sevgiyi… Geceleri yatağındaki masum uyuyuşunu gözlerinizin önüne getirin ve bir sonraki vurucu darbeye kendinizi hazırlayın.

Gerçi her defasında, hatta kendinizi en hazır hissettiğiniz anlarda bile yine de içinizin acımasına engel olamayacaksınız belki ama olsun, hayat böyle bir şey değil mi zaten. Sürprizlere her an gebe, mutluluklar ise ancak yaşanan acıların ardından doğuyor. Doğduğunda ise her yanı ışıltıları ile kaplıyor. Sizin doğan güneşiniz de her şeyi ile mükemmel yetiştirdiğiniz ve gurur duyduğunuz yavrunuz olacak. Daha ne olsun?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
4.4.2008

SEVGİ VE POZİTİF ENERJİNİN GÜCÜ



Hayata pozitif bakmak, olaylara olumlu yaklaşmak,zor şartlar altındayken dahi gülümsemek… Bunların ne kadar önemli olduğunun artık hepimiz farkındayız. Ama sadece bilmek yetmiyor; uygulamaya gelince nedense başaranlarımızın sayısı o kadar azalıyor ki. Oysaki ben bu öğretiyi yani olumlu düşünmeyi, kendimizi sevmeyi ve enerjimizi hep pozitife yönlendirmeyi yaşam içinde bir ders olarak çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Hem de hayat boyu. Sık sık tekrar yaparsak; daha çok aklımıza getirip, daha fazla yaşantımıza sokarsak gün gelip o az sayıdaki insanlar sınıfına katılacağımızdan hiç kuşkumuz olmasın.
Yapılan araştırmalar gösteriyor ki; biz enerjimizi ne kadar pozitif tutarsak, düşüncelerimizde o ölçüde hep kendi adımıza iyilikleri çağıracak.

İyi düşünüp iyi şeylerle karşılaşmak. Olumsuzluğu kaldırıp atmak. Negatif düşünceye sahip, endişeli insanları hayatımızdan çıkarmak. Onları boş yere yanımızda taşımamak, bize de negatif enerji yansıtmalarına izin vermemek.

Hastaysak eğer, “iyileşeceğim” diye geçirmek içimizden; “her geçen gün çok daha iyi olacağım” diye düşünmek. “Neden hastalandım, acaba sonunda daha kötü şeylerde mi beni bekliyor” tarzındaki olumsuz düşüncelerden, endişelerden bir an önce kurtulmak.

Sabah uyandığımızda, gözlerimizi açtığımızda sağlıklıysak buna şükretmesini bilmek; neşeyle kalkmak yatağımızdan, aynada kendimize gülümsemek. İçimizden “bugün harika bir gün olacak” diye geçirmek, öyle niyet etmek. Size nasılsınız diyenlere “iyiyim” yerine “mükemmelim” diyebilmek ne kadar güzeldir, öyle değil mi?

Öncelikle yapmamız gereken kendimizi pozitif enerjinin gücüyle buluşturmak, kendi duygu ve düşüncelerimizi, hayat enerjimizi bu güçle olabildiğince doldurmak olmalı. Bunu başarmanın, daha çok hayat enerjisi üretmenin en kolay yolu ise daha çok sevmekten geçiyor. Sınırsız, karşılıksız, alabildiğine sevmek. Ünlü tiyatrocu Ali Poyrazoğlu’nun bir köşe yazısında yaptığı sevgi tanımını çok beğendim ben. Diyor ki; “Sevgi oktanı en yüksek, fiyatı en ucuz enerji kaynağıdır. Bagajınıza daha çok sevgi yükleyin.” O halde hiç durmadan yüklemeye başlayalım, ne dersiniz?

Sevginin itici gücüyle çevremize, yakınlarımıza, sevdiklerimize daha faydalı, daha verimli olabilir, aynı enerjiyi onlara da yansıtabiliriz böylece.

Tam tersine kendisini doyurmadan sürekli vermek, adeta kendisi için değil de etrafındaki kişiler için yaşamak, kendinden çok onları düşünmek; kendisiyle ilgili şeyleri hep ikinci üçüncü planlara atmak sağlıklı bir davranış şekli değil. Üstelik fedakarlıkla, cömertlikle karıştırmamalı. Bu şekli hayat tarzı olarak benimseyen bir kişi; bilinçli ya da bilinçsiz kendi içindeki bir takım eksiklikleri başkalarının ihtiyacını karşılayarak gidermeye çalışır. İçindeki yetersizlik duygusunu bu vericilikle kapatmak ister adeta. Ama bir süre sonra, verici olduğu için hep el üstünde tutan kişiler tarafından istenmez hale gelir. Çünkü etrafındaki kişilerin ona olan saygısı kaybolmuştur. Çünkü bir insana saygı duyabilmek için, o kişinin kendisine değer verdiğini, kendisini sevdiğini görmeniz, hissetmeniz gerekir. Çünkü bir insanın ilgi alanı, hayalleri, arzuları ölçüsünde değeri katlanarak artar, saygıyı her daim muhafaza eder.

Oysa ki sürekli veren kişiler bu özelliklerden yoksundur. Bunu düzeltmenin en iyi yolu ise düşünceleri doğru şeylere kanalize etmek; şikayet edilen şeylerden olabildiğince uzak durmaktır. Çünkü düşünceler o olumsuzluklarla ne kadar meşgul olursa içinde bulunulan ortamdan kurtulmak o denli zorlaşır. Daha anlamlı bir hayatı yakalamak, güzellikleri, mutlulukları ıskalamamak için önce kendi iç gücümüzü keşfetmeye çalışalım, kendi ruhumuzu beslemeyi deneyelim.

Uzmanların söylediğine göre; kabuğumuzdan çıkıp varlığımızla barışabildiğimiz anda pasif rolden çıkıp hayatın içinde aktif olarak rol almaya başladığımızı şaşırarak göreceğiz. Enerjimiz pozitif olarak değişecek ve bazı şeylerin düzelmesi için ilk olumlu adımlar atılmış olacak.

Sorunlarla problemlerle yüzleşmek artık çok daha kolay olacak. Çünkü varlığımızı her şeyiyle kabul edip bunu kendi içimizde benimsemeyi başardık.

Böylesi bir tutum içinde olmak, karşımızdaki kişilerin bizim hakkımızdaki düşüncelerini de değiştirir. Yani bizim pozitif enerjimiz, olumlu düşüncelerimiz, kendimizi sevmemiz hem birey olarak bize yarar sağlar, hem de çevremizdekilerin bize olumlu yaklaşmalarını destekler. Her iki yönden de mutluluk verici bir gelişmedir bu.

Şimdi sıra etrafımızda, sevdiklerimizde. Kendi pozitif enerjimizi onlarla paylaşma anında. Unutmayalım ki bir insan eğer kendini sevmezse kendine önem vermezse bunların hiçbirini başaramaz; başkalarını sevemez, onları yeterince önemseyemez. Önce kendimizi sevmeli, eğitmeli, iç dünyamızı keşfedip tüm yaratıcı yönlerimizi ortaya çıkarmalıyız. Kendimiz dört dörtlük hale getirince etrafımızdakilere daha faydalı olacağımız bir gerçek.

Kabul ediyorum, kolay değildir bunu başarmak, ama hayat rüzgarına kendimizi tamamen bırakmak; bizi nereye savurursa hiç mücadele etmeden o yöne gitmek de hayat felsefemiz olmamalıdır, ne dersiniz haksız mıyım?

Pozitif enerjinin gücünü önemseyen; önce kendisi sonrada etrafındakileri bu enerji ile buluşturan herkese selam olsun. Bende denemek istiyorum diyenler ise, bir an için gözlerini kapatıp hayatlarında var olan tüm güzel şeyler adına şükredip tebessüm etsinler. İçlerindeki o güzel sevginin, o sevgiyle güçlenecek enerjinin fakına varsınlar yeter. Gerisi kendiliğinden gelecektir nasılsa.

Kurak bir toprak çiçek açabilir mi? Evet açar, eğer istenirse, gerçekten yürekten istenirse, sevgiyle beslenirse açar. Sevgi hem kendimiz hem de sevdiklerimiz için en güzel hayat ilacıdır. Bu nedenle ben tüm yazılarımı her zaman aynı dilekle bitiriyorum ve sevgiyle kalın diyorum.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
12.03.2007

MAHREMİYET KAPILARI ZORA GELMEZ…



İnsanın en özelini başkaları ile paylaşması, mahremiyet kapılarını yabancılara açması zordur. Hele hele bu paylaşım kişinin kendi isteği dışında oluyorsa, bir şekilde buna mecbur bırakılıyorsa; yaşamın en zor noktalarından birinde, hatta sözün bittiği yerdedir insan.

Mahremiyet kapıları zora gelmez. Mahremiyet kapıları kişiye özeldir, anahtarı ise sadece kendisindedir. Bedeni, ruhu, yaşadığı mekanı, kullandığı tüm kişisel eşyaları bu özelin içindedir. Paylaşmak isterse eğer, anahtarını verirse eğer dokunulabilir; diğer türlü zorlamayla asla. Adı üstünde mahremdir çünkü; rızasız, gönülsüz dokunulması insana çok koyar. Ve hangi şekilde olursa olsun bu tarz zorla paylaşımlar insan ruhunda incinmelere, en hassas noktalarında kırılmalara neden olur.

Böylesi durumlarda insan kendisine konduramaz yapılan haksızlığı. Ruhunun bir elek misali delik deşik edilmesine kayıtsız kalanlara öfke duyar ister istemez. Dünyada yapayalnız hisseder kendisini, onca kalabalık içinde yapayalnız. Çünkü hak etmemiştir olanları; en çok zoruna giden şey ise yeterince anlaşılamamaktır. En yakınları bile onu anlamamış; ruhunu koruyabilmek adına yaptığı gayretleri görmezden gelmişlerdir. Herkes kendince haklıdır belki ama ya onun hakları? Kimseler görmez, kimseler sormaz , kimseler yanında olmazken yaşadıkları? Bir kabus, bir karabasan, kapkara bir dünyadır etrafındakiler artık. Yorgundur alabildiğine, en çok da ruhen.

Paylaşmak ister zaman zaman içindekileri, hani belki anlatsa, içindekileri aktarsa rahatlayacaktır ama yok, yapamaz. Paylaşmak acılarını yeniden kanatır, kabuslarını yeniden hortlatır diye korkar.

Nedense içini bir garip korku sarmıştır. Eskiden farkına dahi varmadığı seslerden bile ürker olmuştur artık, insanlara güvenini kaybetmiştir en önemlisi. Oysaki hayat, yapayalnız yaşasanız bile yine de ortak paylaşımlar gerektirir çoğu yerde. İşte o zamanlarda çevresindekilere kuşkulu gözlerle bakar ister istemez. Yeniden ruhunun incinmesinden deliler gibi korkar. O nedenle insanlarla mesafeyi daha da artırır. Olabildiğince uzak tutmaya çalışır herkesleri; kendi yalnızlığında bile yalnız olmayı özlerken.

Tüm bu olumsuzluklardan bir an önce kurtulabilmek gerek. Hayata yeniden karışmak gerek. Bunun içinde önce kendimize ve gerçekten güçlü olduğumuza yürekten inanmamız gerek. Eğer bu zor hamleyi başarır ve kendimize yeniden güvenirsek, zaman geçtikçe yaralarımızın iyileşmeye başladığını göreceğiz. Sonrasında da çevremizdekilere yeniden güvenebilmenin, onlarla paylaşımlarda bulunmanın güzelliğini tatmaya başlayacağız.

Hayat böyle bir şey işte, her an iyi kötü süprizlere gebe. Yarın kime ne olacağı belli değil. Bu anlamda insan olarak başımıza her şey gelebilir, her türlü zorluğu yaşayabilir, sadece hayata değil kendimize dahi küsme noktasına gelebiliriz. Özelimiz, mahremimiz açılıp saçılabilir. Önemli olan tüm bunların günün birinde düzeleceğine olan inancımızı hiç kaybetmemek. Zamanın yaralarımızı iyileştirmesine izin verdiğimizde gün gelecek her şey unutulacak. Çok iyimser oldu bu cümlem farkındayım ama varsın olsun. Hem belki içtenlikle dile geldiği için gün gelir gerçekleşir. Mahremiyete, özele saygının yitirilmediği günler yaşadığımızda ise böylesi yazılara gerek bile kalmaz, ne dersiniz? Mahremiyet kapınız hiç zorlanmasın.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
20.04.2009

KÖTÜYÜM BEN



Egoları alabildiğine şişken, aynalara baktığında kendi güzelliğinden başka güzellik görmeyen, sadece kendini düşünen biriyim. Dünya benim eksenim etrafında dönüyor, çevremdeki hiç kimse umurumda değil. Varsa yoksa ben. Kimseyi sevmiyorum. Ama herkes beni sevsin, bana her zaman hayran olsun istiyorum. Sadece beyaz değil, pembe değil kara yalanlar söylüyorum. Zengin olmak uğruna insanları harcamaktan, onlara iftira atmaktan, sırtlarına basıp yükselmekten hiç gocunmuyorum. Kendi çıkarlarım uğruna çevremdekileri bir kalemde silmeye hazırım, en çok sevdiklerimi bile.

Beni sevmeyeni sevmiyorum. Karşılıksız sevgiye hiç inanmıyorum. Kültür, görgü, terbiye, nezaket, naiflik , bunlarla hiç ilgilenmiyorum. Dünya krizdeymiş, insanlar açmış, parasızmış, işsizmiş… Bana ne! Ben tokum ya. En güzel eşyalar bende olmalı, en pahalı evler, en lüks arabalar, en kaliteli, marka kıyafetler… Sadece benim olmalı. Dünyanın en zengin insanlarından biri ben olmalıyım. Sabah Paris’te uyanıp, akşam Capri adasında güneşi batırmalıyım. Ertesi gün okyanuslara yelken açmalıyım.

Çünkü ben çok güzelim, akıllıyım, hepsinden önemlisi her şeyin en güzelini, en çoğunu ben hak ediyorum. Etrafım hep zengin ve güzel insanlarla dolu olmalı. Keyfimi kaçıracak beni üzecek, engelleyecek kişilere tahammül dahi edemem.
Ne yapayım kötüyüm ben. Kötülük benim içimde. Ben diyorum, ben diyorum da başka hiçbir şey demiyorum. Kimse umurumda değil, arkadaşlarım zorda olsa yardımlarına koşmam. Sevinçlerini, üzüntülerini asla paylaşmam. Çünkü onları hep kıskanırım. Küçükle, azla yetinmeyi bilmem, her şey çok, daha çok olmalı, gözüm doymalı.

Ne yapayım arsızım ben, arsız. Elimdekileri paylaşmak mı? Paylaşmak nedir hiç bilmem, hiç de işim olmaz.

Aklım hep hainliklere çalışır, kime nasıl çelme atar, kimi nasıl dibe çeker ve ben daha ne kadar yükseklere çıkarım hep onun hesabını yaparım. Fesatlıklar tam bana göre. Başkalarının arkasından konuşmak, dedikodu yapıp, haklı haksız insanları eleştirmek, yargılamak en büyük zevkim.

Teşekkür etmeyi hiç bilmem. Minnet duymak, kıymet bilmek, iltifat etmek, takdir sözleri söylemek ne kadar basit ve sıradan davranışlar; hiçbiriyle işim olmaz.

Yok, yok hayır bu bir kabus olmalı. Tüm bunları düşünen, yapan biri insan olmamalı. Başkaları ile paylaşımda bulunmadan, onlar için bir şeyler yapmadan, karşılıksız sevmeden, yardım etmeden, üzüntüleri paylaşmadan, sevinçlere ortak olunmadan nasıl yaşanır, nasıl mutlu olunur hiç bilemiyorum ve bu satırların ağırlığı karşısında sadece bir benzetme, bir varsayım yaptığım halde çok zorlanıyorum.

Dünya bu kadar kötü insanı hak etmiyor. Dünya bu kadar kendini düşünen, bu kadar bencil, bu kadar arsız ve doyumsuz insana yer vermeyecek kadar küçük aslında. Kim böylesi insanlarla burun buruna, yan yana yaşamak ister ki? Hiçbirimiz elbette, ama gelin görün ki bu sıfatlara sahip insanlar hep bizlerle beraber, hep içimizde. Her biri yüzüne taktığı sahte maskenin arkasına saklanmış bir halde. Kimimiz iş yerinde, kimimiz çevremizde, ne yazı ki kimimiz de kendi ailemiz içinde, arkadaş ya da dost meclisinde karşılaşıyoruz onlarla. İçlerindeki kötülüğü ise ancak canımız yandığında anlıyoruz. Ve ne yazıktır ki yüzerlindeki sahte maskeleri düşürmeye gücümüz dahi yetmiyor.

Son söz olarak yine de, evet yine de ben insanların merhametli, duygu dolu, düşünceli, zarif, sevgi çağlayan kalpleri olmadan yaşayamayacaklarına inanmak istiyorum, hem de tüm kalbimle…

Ya siz, siz de bana katılır mısınız?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
21.06.2009

UMUTSUZLUĞUN UMUDU OLSAYDI



Umutsuzluğun en dibe vurduğu anlar vardır hani. Öylesine karanlık, öylesine iç acıtıcı, öylesine sancılı. Sanki tüm dünya bir anda kopkoyu bir karanlığa gömülmüştür, sanki herkes sizden elini eteğini çekmiştir, sanki siz o noktada her şeyinizi kaybetmişsinizdir, yaşama sevincinizi, gülümsemenizi hatta yaşama çoşkunuzu. Hayatın güzelliklerini görmez olur gözleriniz çünkü öylesine bitkin, öylesine hırpalanmıştır ruhunuz. Beden yarası olsa günlerce kanayacak kadar derindir yaralarınız. Dış görünümünüz hiçbir şeyiniz yokmuş gibi dursa da içinizde esen fırtınalar her şeyi yıkıp geçmiştir işte.

Beyninize hücum eden onlarca, yüzlerce soruya cevap aramaktan uykularınız üç beş nöbetleri ile bölünür sık sık. Çünkü sorular bitmez; kendi iç sesinizle yine kendinize sorduğunuz her bir soru sizi daha çok endişeye sevk eder sanki. Çoğu cevapsız sorularınız sizden bir parça alıp götürmektedir adeta.

Eski günlerinizdeki o en sıradan halinize bile duyduğunuz özlem var ya o özlem; sizin tek umudunuzdur aslında. O zamanlar değerini bilemediğiniz, çocukça şımarıklıklarla daha fazlasını istediğiniz için surat astığınız, sıkıldığınız o en basit günlerinizin bile tekrar geriye gelmesi için neler vermezdiniz, öyle değil mi? Şimdi, şu anda o günlere dönseniz nasıl da mutlu olurdunuz, nasıl da neşeyle etrafa gülümserdiniz. Hayatın aslında her daim ne kadar anlamlı ve ne kadar güzel olduğunun farkına varırdınız; tereddütsüz her nefes alışınızda.

Ah … keşke, keşke o günler gelse, gelse de siz kıymetini bilmeden yaşadığınız her anın değerini kat be kat verebilseniz. Ama hayır, yok işte. Giden gelmiyor; yaşanan dakikaları, yitirilen günleri, kaybedilen seneleri geri getirmeye kimselerin gücü yetmiyor. Ne vardı o anlarımızın değerini bilseydik, ne vardı her şey yolundayken, tüm rahatımız yerindeyken, sağlıkla nefes alırken azla yetinmenin mutluluğuna varabilseydik. Ne vardı sevdiğimiz yanı başımızdayken ona bir iki sevgi sözcüğü daha edebilsek, gönlünü kırmak yerine birkaç kez daha fazla sarılabilseydik. Ne vardı çocuklarımızla beraberken onlarla ne kadar gurur duyduğumuzu söyleyebilsek; her işimizi erteleyip büyümelerine daha fazla tanıklık edebilseydik.

Kaybetmeden, yitirmeden sağlığımızı, sevdiğimizi, canımızı, cananımızı elimizdeyken kıymetini bilseydik; onlarla ne kadar mutlu olduğumuzu fazlasıyla gösterebilseydik.
Ah … ne vardı.

Şimdi yaptıklarımızın cezasını çeker gibi sorularla boğuşuyor olmazdık besbelli. O sorular ki her biri içimizde bir başka sorunun zeminini hazırlar gibi bitmek bilmiyor bir türlü. Aklımıza binlercesi hücum ediyor bir anda;”nasıllar, nedenler?” o kadar çok ki… hele hele “neden ben ?” sorusu…işte bu soru hepsinden daha fazla yakıyor canımızı. Özellikle kendi iç dünyamızdan çıkıp bakışlarımızı etrafa çevirdiğimizde; çevremizdeki her şeyin, herkesin aslında yerli yerinde durduğunu gördüğümüzde kısacası hayatın diğerleri için eskisi gibi devam ettiğini anladığımızda içimiz daha bir sızlıyor derinden derinden.

“Neden ben?” diyoruz sürekli. Neden ben hastalandım, neden ben terk edildim, neden ben yenildim, neden ben mutsuzum, neden ben sürekli ağlıyorum?

Neden?

Neden?

Hep başkalarının başına geleceğini, bizim ise uzaktan yakından ilgimizin olmayacağını sandığımız o olaylarla birebir karşılaştığımızda “neden ben” soruları tabiri caizse ayyuka çıkıyor bir anda. İnsan yapısı gereği kabullenemiyor. İçinden isyan ediyor her şeye , herkese. İsyanı gözlerinden çakmak çakmak yansıyor tüm çevresine. Ama nereye kadar… bir süre geçmesi gerekiyor böyle zamanlarda, uzun ya da kısa ama mutlaka bir süre geçmeli.Çünkü zaman gerçekten de en iyi ilaç yaralarımıza. Tamamen kapatmasa da en azından kabuk bağlamasını sağlıyor. Ve böylece ilk başlarda asla kabullenemeyeceğini sananlar bile bir süre sonra kabullenmekten, boyun eğmekten başka yolları olmadığını anlıyor.

Sonrası… sonrası oldukça zor. Ya her şeye evet her şeye rağmen mücadele etmek, önce kendi iç sesini ve acizliğini bastırmak, ayaklarının üzerinde daha bir sağlam durarak yaşama yeniden dört elle sarılmak gerekiyor ya da hayata küsüp kendi kabuğumuza çekilmek…

Karar bizim, yine bir yol ayırımı önümüzdeki. Ya kendimizi zorlayacak, mücadeleden başarıyla çıkmanın yollarını arayacak, bir anlamda umutsuzluğumuzu umuda çevireceğiz. Ya da sahip olduğumuz bu en değerli hediyeyi elimizin tersiyle bir kenara itip, umutsuzluğumuzun gölgesinde yok olup gideceğiz.

Seçim sizin. Ben ilkini seçmekten yanayım; başarabildiğim ölçüde AMA her koşulda, her zaman ve daima.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
20.01.2008

5 Ağustos 2010 Perşembe

RUHUMUZ HER DEM TAZE!



Seneler hızla koşar adım gidiyor, zaman acımasız, zamana dur durak yok. Hayat bir göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor. Ama her şey o kadar yeni gibi ki… Okul yılları, arkadaşlıklar, ilk aşk, ilk gözyaşları, iş yaşamı, evlilik, çocuk derken ve sürekli zamanla yarışırken aslında yarıştığınız sadece kendinizdiniz.

Bir gün, evet bir gün bir de bakıyorsunuz ki yolu çoktan yarılamışsınız. Boyunca çocuklarınız olmuş, bir kısmı kendi hayatlarını kurmuş; belki emekli olmuşsunuz, belki hala çalışıyorsunuz ama; bu arada kendinizle ilgili hiçbir şey yapamadan aynalarla köşe kapmaca oynuyorsunuz. Oysaki siz, eski sizsiniz. İçiniz, duygularınız, hissettikleriniz, heyecanlarınız henüz çok genç. Ruhunuz adeta yıllara meydan okuyor.

Seneler bedeninizden bir şeyler alıp götürürken, saçlarınızda beyaz teller çoğalırken, yüzünüzdeki çizgiler iyice derinleşip kendisini hissettirirken ve siz tüm bunları şaşkınlık içinde izlerken genç kalan tek şey ruhunuz. Öyle ki aldığınız her yaş edindiğiniz sayısız tecrübeye bir yenisini eklerken; saçlarınıza beyaz telleri, yüzünüze çizgileri eklemeye devam ediyor siz farkına varmadan.

İçinde olduğumuz yaşı kabullenmemek değil elbette ama yine de kendimize konduramıyoruz. Boyumuza gelen çocuklarımıza bakınca ya da eski okul arkadaşlarımızı görünce anlıyoruz yılların gerçekten acımasızca geçtiğini. Yine de ruhumuz yaşımıza inat gençlik türküleri söyleyecek kadar kıpır kıpır içimizde. Ne ilginç değil mi? Yıllar önce bizlere çok büyük ve yaşlı gelen insanların yaşına yaklaştığımız halde; şimdi içinde bulunduğumuz bu yaşlar bize eskisi gibi yaşlı gelmiyor. Eskiden sanki kırklara, ellilere hiç gelmeyecekmiş gibi hisseder, o yaştaki insanlarla aramızda uçurumlar olduğunu kabul ederdik. Ama göz açıp kapayıncaya kadar geçti zaman. Bir de baktık ki bizlerde o yaşları sürmeye başlamışız.

Elbette her yaş çok güzel, elbette her yeni sene bizlere kattığı olgunlukla hayatı daha farklı algılamamızı sağlıyor. Ama bir gerçek var ki o da zamana direnmek olmuyor. Nasıl ki ellerimizin arasından akıp geçerken suyu durdurmak mümkün olmuyorsa, zamana karşı koymak da imkansız. Yapılacak tek şey hem ruhumuza hem de bedenimize iyi bakmak. O dünyadaki tek varlığın kıymetini gerçekten bilmek. Rastgele ilişkilerle, öylesine geçen günlerle, boşvermişliklerle zedelememek. Pişmanlıklara, keşkelere yer vermemeye çalışmak. Ve ne zaman sonuçlanacağınız bilemediğimiz hayatımızı doyunca yaşamak. Ruhumuzun gençliğini bedenimize yansıtmak. İçimizin kıpır kıpır çocuksu neşesini bastırmak yerine beslemek ve ondan kuvvet alarak hayata dört elle sarılmak. Başlangıcından sorumlu olmadığımız hayatımızın finalini elimizden geldiğince iyi yaşamak, mutlu anlarımızı çoğaltmak.

Ve her dem taze ruhumuzun ışıltı kattığı bedenimizi sevgimizin gücüyle tazelerken; aldığımız yaşlara inat hayata gülümseyerek bakmayı başarmak; en önemlisi gençlere her yaşın yaşanacak ayrı güzelliği olduğunu göstermek.

Sevgiyle her dem genç kalın.

Belgin ERYAVUZ
03.04.2009

SEN GÖRMESEN DE KÖPRÜLER YANIYOR…

Hayatın cilveleri ne kadar garip değil mi? Yaşamın her zaman süprizlerle dolu olduğunu hepimiz biliyoruz ve nerede, hangi koşulda, nasıl bir süprizle karşılaşacağımızı bilemeden; iyi şeylerin olması adına umutla ve heyecanla bekliyoruz. Ama gün geliyor, kendimize kurduğumuz dünyada mutlu mesut yaşamaya çalışırken bir şeyleri değiştirme isteği içimizi sarmaya başlıyor. Nedense daha önce bizi rahatsız etmeyen pek çok şey gözümüze batıyor, adeta varlıklar ile bizi bunaltıyor.

Kendimizi bir kıskacın arasında çaresiz hissetmeye başladığımız sırada ise; özgürlüğümüzü yeniden kazanıp hayallerimizin peşi sıra koşmak dürtüsü tüm benliğimizi sarıyor. Çünkü yaşamımızı elimizdekilerle yetinmek ve isteklerimizden vazgeçmek üzerine kuruyoruz; bu bağlamda hep erteliyoruz bir şeyleri, hep sonraki yıllara atarak adeta biriktiriyoruz.

Bir süre sonra bu duygularla mücadele edip, kendi kendimizi rahatlatmanın yollarını arıyoruz ama gün geliyor ve bıçak kemiğe dayanıyor. İşte tam o noktada geride kalanları hiç umursamadan hayallerimizin peşinden koşmak için delice bir istek duyuyoruz. Pek çoğumuz bu isteği sadece hayallerinde yaşatıyor; az bir kesim ise yakıştırılacak sıfatlara, kendisini yeterince anlatamamanın ızdırabına kulak tıkayarak radikal kararını yaşama geçiriyor. Köprüler yakılıyor, geride kalanların göz yaşları görmezden geliniyor ve yıkıntıların arasından yepyeni bir umudun filiz vermesi bekleniyor. Hiç kolay olmasa da o filizi canlı tutmak, yeşertip büyütmek adına tüm olanaklar seferber ediliyor. Yanık köprülerden savrulan ağır duman gözyaşlarına karışıyor, ortalık sisleniyor bulutlanıyor ama yine de bu istekten vazgeçilemiyor.

Öyle ki uyumlu giden evlilikler, çocukların ve eşlerin sevgisi, işe duyulan heves hemen her şeyden vazgeçilerek; geçmiş bir kalemde siliniyor ve o kararı veren kişi artık arkasına bir an bile bakmadan gidiyor. Onu hiçbir kuvvet, hiçbir sevgi tutamıyor, kararından vazgeçiremiyor. Peki ama neden?

Uzun yıllar emek vererek edindiği her şeyi bir çırpıda yok etmesine neden olacak kadar güçlü olan nasıl bir dürtüdür acaba? Yılların birikimi, belirli sınırlarda hareket etme zorunluluğu çok mu yormuştur bedenini ve zihnini? Yoksa hayal ettiklerine ulaştığında, hedef basamağına tırmandığında onların gerçekteki beklentisi kadar kendisini mutlu etmediğini mi görmüştür? Ne olmuştur da o yaşına kadar hayatına anlam kattığına inandığı her şeyden vazgeçmiştir? Üstelik hayatı boyunca hep önemsediği ve değer verdiği şeyler, başkalarının kendisi hakkındaki düşünceleri bile bir anda önemini yitirmiştir.

Aslında bunun cevabı derinlerde saklıdır. Çünkü yüzeylerde görünen buzdağının sadece minik bir parçasıdır. Geride kalan ise kocaman bir kitledir ve insanlar onun baskısı ile kıpırdayamaz haldedir. Belli ki yıllar boyu oluşan birikimin etkisi ile tıka basa dolmuştur. Tıpkı ağzına kadar dolu olan bir bardak su gibi. O son gelen damla ile taşar, kabına sığamaz olur. Etrafındakileri umursamaz o saatten sonra. Çünkü kendisinin her şeyden daha önemli olduğunu yeni yeni keşfetmeye başlamıştır. Çünkü artık bir şeyleri erteleyecek, bir şeyleri yok sayacak kadar uzun zamanı yoktur. Daha doğrusu zamanın ne kadar değerli olduğunu, harcanacak fazladan tek bir dakikanın bile olmadığının farkına yeni yeni varmıştır. Şimdi tüm kaçırdıklarını yakalama zamanıdır. Şimdi bir zamanlar hayal etmeye bile korktuğu her şeyi gerçekleştirme zamanıdır. Çevreden, etrafından çekinmeden, sadece kendi istediklerini gerçekleştirmesine odaklanır. Kaybedeceklerini, onlara zamanında ne kadar emek verdiğini hiç düşünmez. Daha doğrusu düşünmek istemez. Geçmişe değil, geleceğe bakar. Kendisini hiç hissetmediği kadar genç, hiç olmadığı kadar cesur, heyecanlı, kuvvetli ve özgür hisseder.

Böylesi kişileri ve verdikleri radikal kararları anlamak zaman zaman zor olabiliyor farkındayım. Ama hiçbir şey sebepsiz değildir inanın bana. Bir insan elindeki tüm sevgileri ve güzellikleri bir kenarda bırakmayı, yaşamındaki tüm köprüleri yakmayı göze almışsa vardır bir sebebi ve her insan gibi ona da saygı duyulmalı bence. Çünkü böylesi bir kararı alabilmek ve onu hiç korkmadan hayata sokabilmek o kadar kolay değil. Çoğu kişinin yapamadığı, yaşam hanesinde “keşke” ler olarak kalan, sadece hayallerde yaşatılan kararlardır onlar. Böylesi zor kararları alarak, geçmişini bir çırpıda harcayan insanların yaptıklarının doğru olduğunu savunmuyorum, özellikle geride kalan kişileri düşününce. Çünkü bu tarz bir kararın onunla yaşamı paylaşan pek çok kişinin yaşamını alt üst ettiğini ve onların bunu asla hak etmediklerini düşünüyorum. Ama madalyona sadece tek taraflı bakmanın, hep güçsüzün yanında olma eğilimimizin ne kadar doğru olduğunu da düşünmemiz gerektiğini hatırlatmak istiyorum. Ve sebeplerin hiçbir zaman tek taraflı olmadığını. Üstelik herkes kendi yaşamından sorumludur. Hiç kimsenin bir başkasının hayatını yargılama gibi bir hakkı olamaz. O kişi hakkında yorum yapmak sadece verdiği kararla hayatları değişen kişileri ilgilendirir ki, onlarda zaten gereken cevabı ve hak edilen davranışı kendi özgür iradeleri ile vermişlerdir.

Ne diyelim hayat sizin. Yeter ki vereceğiniz kararlara keşkeler son olmasın ve yeter ki her bir yeni adım size hep mutluluk getirsin. Elde edeceğiniz yeni mutluluğunuz ise geride bıraktıklarınızın göz yaşlarıyla asla sulanmasın ve eğer olabiliyorsa bir zamanlar kurulan o köprüler hiç yakılmasın.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
13.06.2008

MÜKEMMEL OLMAK (MI) AMA NEDEN?



Hep mükemmel olmayı istemek, yaşamımız boyunca mükemmel olmaya çalışmak, şartlarımızı ve ondan da önemlisi kendimizi ve zaman zaman da sevdiklerimizi buna zorlamak. Hatta sadece bunun için yaşamak, kendimizi yiyip bitirmek. Ne yapmış olursak olalım memnuniyetsizliğimizi hep ön planda tutmak. Kendimizi ve yaptıklarımızı asla beğenmemek.

Peki ama ne için?
Kimin için?
Neden?
Nereye kadar?

Elbette hedef koymamız, elbette ona ulaşmak için çabalamamız, hayaller kurmamız güzeldir ama her şeyin mutlaka dört dörtlük olmasını bekleme dürtüsü zaman içinde insanı yorar. Farkında olmadan belirlediğimiz ve büyük ölçüde toplumsal beklentiler doğrultusunda çizilen sınırlar hep karşımızdadır çünkü ve bizler o sınırlara ulaşmak için, elde edeceğimizin maksimum değerlerine sahip olabilmek adına didinir dururuz. Yaşamın temel kaynağı olan mutluluğu hiçe sayıp mükemmeliyetçiliğin peşi sıra koşarız ve maalesef o uzun ve yorucu yolda mutluluğu hep es geçer, erteleriz. Bununla beraber tam mükemmele ulaştığımıza kanaat getirdiğimizde ise hayat bizi o kadar yormuştur ki hiçbir şeyin tadına varacak şevki ve isteği yakalayamayız doğru dürüst. Sonunda koskocaman bir ömür nasıl geçtiğini anlayamadan harcanıp gitmiştir işte.

Düşünsenize hepimiz mükemmel olmak için uğraşmıyor muyuz? Mükemmel anne baba, mükemmel ev kadını, mükemmel iş kadını, mükemmel çocuk, mükemmel eş, mükemmel öğrenci, mükemmel iş adamı,… Çünkü bu itici kuvvet bize daha çocuk yaşlardayken aşılanmaya başlıyor. Bizlerden mükemmel bir çocuk olmamız bekleniyor ilk başlarda. Bunun kıstasları da az yaramazlık yapmakla, sessiz olmakla ölçülüyor. Söz dinleyen, itaat eden, tepki göstermeyen çocuklar mükemmel ve uyumlu çocuk olarak algılanıyor maalesef, ne kadar yanlış olsa da.

Öğrenci olduğumuzda is bizden mükemmel bir eğitim hayatı bekleniyor. Yüksek notlar, takdirler, teşekkürlerle sırtımız sıvazlanıyor. Bu arada sosyal yanımız hiç sorgulanmıyor. Çekingenliğimiz, insan içine çıkarken ki zorlanışımız hiç görülmüyor. Tam tersine efendi genç deniyor. Büyüyünce sınırlar ve mükemmellik adına beklentiler daha belirleyici ve zorlayıcı oluyor. Tabii bu arada kişinin mutluluğu hep göz ardı ediliyor. Her türlü amaç mükemmel olmaya odaklanıyor.

Ama mükemmel olmak yerine önce kendimizi sonra da çevremizdekileri mutlu edecek bir tavır sergilemek, yapılan her görevde mükemmeli aramak yerine işi biraz da oluruna bırakmak, hayatı fazla ciddiye almamak en güzeli değil mi? Sakın yanlış anlaşılmasın bu sözlerim, tamamen kaderci olmaktan söz etmiyorum. Benim paylaşmak istediğim sınırları biraz rahat bırakmak; içinde kendimizi hapsedeceğimiz yerde daha esnek hareket edebilmek.

Genelde çok hırslı insanlar her şart ve koşulda mükemmel ve en iyi olmaları gerektiğini kendilerine ilke ediniyorlar. Ve sınırlarını kendileri bile fark etmeden keskin çizgilerle belirleyip, esneklik şanslarını yok ediyorlar. Peki ama ne için? Mükemmel olunca mutlu olacaksınız, her şeyiniz dört dörtlük olacak diye mi? Yok böyle bir şey. Eğer mutluluğunuzu sadece buna odaklarsanız vay halinize. O zaman ömür boyu yakalayamazsınız haberiniz olsun.

Oysa ki tüm sıfatlar bir yana adam gibi adam olmaktır mükemmel insan olmak. Sadece bir yanıyla değil, sevgisiyle, saygısıyla, sosyal yanıyla, yaşama bakışı, hayata tutunuşu ile paylaşımı ile insan olmaktır önemli olan.

Bu nedenle çocuklarımızdan beklentilerimizi belirlerken buna dikkat edelim diyorum ben. Onlardan mükemmel notlar, mükemmel davranışlar elbette bekleyelim ama önce sevgiyi, arkadaşlığı, paylaşmayı, saygıyı ve insanlığı aşılayalım. Zaten bu güzel meziyetlere sahip çocuklardan başarısızlık beklenemez, öyle değil mi? Doğal haliyle her şey kendiliğinden gelişir. Ama önce insanlık, önce sevgi ve saygı. Adam gibi adam olmanın değişmez kuralı budur bence.

Evet mükemmelim, çünkü kendimi seviyorum, çünkü hayatı seviyorum bu nedenle mutluyum diyebilmek işin püf noktası. Çözebilenlere ne mutlu. Çözüp de uygulayanlara, hayatlarının kaskatı kurallarla çevrilmesine izin vermeden yaşayanlara; mükemmelliği, sevgi ve saygının o en güzel dokunuşları ile harmanlayanlara kocaman alkışlar. Sizce de hak etmiyorlar mı?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
03.04.2008

GEÇMİŞİN İZLERİ



Geçmişin izlerinden bir yol yapıp kendine bu yoldan ayrılmayanlar, gelecek kaygısını tüm benliklerinde duyup; endişelerin, hayat boyunca hissettiği eksikliklerin gölgesinde yaşayanlar… Kendi yarattıkları korkularıyla iç dünyalarını alt üst edenler…

Hayatın o olağanüstü güzelliklerini fark edip yaşamlarını birer cennet bahçesine dönüştürecekleri yerde kendi kendilerinin yaşam katili olurlar. Pozitif düşüncenin güzelliğini es geçip, negatif düşüncenin esiri olarak hem kendilerine hem de çevrelerindeki insanlara hayatı zehir ederler.

Yaşamın bol şekerli bir çay misali hep tatlı olmasını beklerken, ne yazık ki çaylarına şeker atmayı unuturlar. Yaptıkları tek şey eksilerin artılardan daha çok olduğunu savunmak; şansızlıklarından dem vurmak, mutsuzluklarının nedenini hep başkalarına yüklemektir. Yüzleri hep asıktır; gülümsemeyi, dik durup hayatı göğüslemeyi bilmezler. Üstelik öğrenmek de istemezler. Yalnız kalmaktan deli gibi korkarlar. Yalnız kalıp kendilerini dinledikleri zaman geçmişin izlerini daha derinden hisseder, ruhlarını onun zincirine tutsak ederler. Güçsüz yanlarını, yanlışlarını, hayata karşı olan o olumsuz tavırlarını kabul etmek istemezler.

Oysa ki bilmezler ki ya da bildikleri halde asla inanmak istemezler ki; bugünkü karamsar düşünceler yarınlarını daha da kaygı verici hale getirecek; tıpkı dünde kalan umutları gibi gelecekleri de geçmişin izlerine gömülüp gidecek, karamsarlıklarının esiri olacak.

Geçmişin izlerini silkeleyin üstünüzden, başınızdan. Bırakın yaşandıkları yerde ve zamanda kalsınlar. Dünde kalanlar için zihninizi yoracağınız yerde şimdiki an ve yarın için çaba gösterin. Çok değil kısa süre içinde ruhunuzdaki, iç dünyanızdaki değişimi göreceksiniz. Birazcık gayretle bunu başarmak mümkün, ne olur inanın bana.

Yaşam çok kısa ve es geçilemeyecek kadar kıymetli. Nefes alınan her an Tanrının bize armağanı. Bu güzel armağanın farkında olmak ise mutluluğumuzun ilk adımı. Gerisi zaten kendiliğinden gelecektir buna hiç şüpheniz olasın.

Geçmişin izlerinden geleceğin umut dolu dünyasına uzanan yolda her şey sizin elinizde, unutmayın.

İnsanın her ne koşul ve şart altında olursa olsun yine de kendini memnun etmeye çalışması, şartlarını zorlaması ve kendi mutluluğunu yaratması o kadar önemli ki…

O kısacık mutluluk anlarını yakalamak, onların doyumsuzluğunu içimize sindirmek gerek. Hiçbir şey için geç değil; değişmek, hayatı fark ettiğimiz noktada yakalamak için bile. Yapılacak tek şey bu değişime yürekten inanmak ve derin bir nefes alarak ilk gülümsemeyi yüzümüze kondurmak. Bugünü hakkıyla yaşayıp, yarınlarına yatırım yapanlara selam olsun.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
16.07.2008
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...