27 Nisan 2010 Salı

KAYGILARIM VAR GELECEĞE DAİR



Gelecek kaygısı… istisnasız hepimizin en kapsamlı korkusu. Hayat içindeki en büyük mücadeleyi, en büyük savaşı hep bunu sağlamak adına yapmıyor muyuz? Kendimize, çocuklarımıza, eşimize gelecekte daha rahat bir yaşam bırakabilmek adına koşturup durmuyor muyuz hepimiz?

Daha çocukluktan başlıyor üstelik bu kaygılarımız. Hayatımızın belki de en güzel yıllarında, okul sıralarındayken telaşlanıyoruz geleceğimiz konusunda. Elbette giderek zorlaşan yaşam standartları bunun en büyük etkeni. Daha iyi bir okul, daha kaliteli bir üniversite, daha keyifli ve dolgun maaşlı bir iş, daha geniş bir ev, daha mutlu bir yaşam, daha lüks bir araba,daha, daha… Hiç kesintisiz, üstelik geçen yıllarla beraber üzerine yenilerini ekleyerek önümüzde uzanıp gidiyor. Ama o kaygılardan hiç kurtulamıyoruz.

Üniversiteyi kazanmak yıllar boyu en büyük karabasanımız olurken, üniversiteye girdikten sonra acaba iyi bir iş bulabilecek miyim kaygısına düşeriz bir anda. Evlenince mutluluğu yakalayamama kaygısı içimizi kavururken ve mutlu olmayı beklerken; bir de bakarız ki çocuk sahibi olamama endişesi kapımızın önünde. Çocuklarımız olunca ise onları daha iyi yetiştirebilme endişesi hayat boyu peşimizi bırakmaz. Sonuçta kaygı ve endişelerimiz hep bizim ardımız sıra yürür ve bizimle beraber büyür.

Üstelik kaygılarımızın boyutları da zaman içinde farklılıklar gösterir. Kapsamı ne kadar genişse ve bizim yapımız endişelenmeye ne kadar meyilliyse o oranda genişler. Hatta yeri gelir korkularımızla birleşir ve bizi adeta esir alır.

Bazılarımızın sağlıkla ilgili kaygıları ön plandadır, hastalık derecesinde kendimizi dinleyip en küçük ağrıları bile büyük hastalıklara yorarız. Bir kısmımız gelecekte yalnız ve çaresiz kalmaktan korkarız, ömrümüzün son yıllarında bir başkasına muhtaç olmaktan. Bir çoğumuz işimizle ilgili kaygılar taşırız, gün gelip işsiz kalma, sorumluluklarımızı yeterince yerine getirememe endişesini sıkça yaşarız. Öte yandan sevdiklerimizi kaybetme, onların hastalanması ya da kötü felaketlerle karşılaşma olasılığı en büyük kaygılardan bir tanesi olarak hepimizin içini yakar.

Anne baba olunca kaygılarımız farklılıklar göstermeye başlar. Çocuklarımızla ilgili endişelerimiz bir anda ilk sıraya yerleşir. Onların okulu, sağlığı, başarısı, mutluluğu kısacası geleceği için endişeleniriz. Attıkları her adım verdikleri her karar içimizi titretir. Hep bir acaba mı? deriz ister istemez. Çünkü onlar için her şeyin en iyisini yapmak isteriz. Sevgimiz, dürtülerimiz bazen aşırıya kaçsa da ömrümüzün sonuna kadar devam eder kaygılarımız. Çocuklarımız birer yetişkin olduktan sonra bile bitmez, tersine artar. Bu kez evliliğini, torunlarımızı, mutluluğunu da kaygılarımıza ekleriz.

Gelecek kaygısını derinden hissedenler arasında engelli ailelerini de unutmamak gerekli. Pek çok şeyin yarım yamalak yapıldığı ülkemizde; yeterli sağlık kontrollerini yaptıramadıkları, düzeyli ve uygun eğitim veren okullar bulamadıkları için dişe diş mücadele verirken; gelecekte çocuklarına ne olacağını bilememek onların en büyük kabusudur çünkü.

Aslında hepimiz yapı itibarı ile kaygı sahibi olmaya meyilliyiz sanırım; endişelenmek, yaşamı adeta yaşayamadan bir kenara koyup sürekli bu düşüncelerle boğuşmak bizi yorsa da tercih ettiğimiz ilk yol oluyor nedense. Çünkü diğer durumda endişe ve korkularla savaşmak, mücadeleye her an hazır olmak; bir yandan hayatın rutin koşturmacasına ayak uydururken diğer yandan verilecek bu savaşta asla pes etmemek gerekiyor. Ve ne yazık ki, her zaman kendimizi bu mücadeleye hazır bulamayabiliyoruz.

Gerçek olan ise düşüncelerimizi istersek pozitife doğru yönlendirebileceğimiz. Kendimize daha sakin, daha duru bir yaşam hediye edebileceğimiz. Çünkü kaygılar, endişeler arttıkça, bizim gündelik yaşamımızı etkiler hale geldikçe, kısacası ipin ucunu kaçırınca bir kapana sıkışıp kalmamız an meselesidir. Sonra gelsin panik ataklar, gelsin depresyonlar. Yok hayır. Bunlarla hiç tanışmadan yaşamak sadece bizim elimizde, düşüncelerimizde.

Tamam biliyorum, tamamen yok edemeyiz kaygı ve endişelerimizi belki ama hafifletebiliriz. Zaman zaman hatırlamanın hiçbir zararı yok, ama her an o düşüncelerle iç içe yaşamak, işte bu olmamalı.

Giderek zorlaşan şartlar, giderek ağırlaşan yaşam şekli hepimizi fazlası ile geriyor; ama biz yeterince esnek olabilirsek eğer, tüm olası gerginliklerden en az hasarla kurtulabiliriz. Bunun içinde pozitif olmaya çalışmak, bir olaya her zaman iyi yönü ile bakmaya gayret göstermek ilk şart olmalı bence. Bu meziyete doğuştan sahip olanlar kadar şanslı değilseniz bile önemi yok. Tekrarlarla, kendi kendinize telkin ederek başarmanız ve zaman içinde giderek artan bir iyimserlik içine girerek kaygılardan kurtulmanız mümkün.

Daha bilimsel bir deyişle “bilinçli farkındalığı” yakalamak gerekiyor galiba. Yani düşünce, duygu ve fiziksel durumumuzun daha çok farkında olmaya çalışmak.

Uzmanların belirttiğine göre; bunu başarmak, ilişkilerimizde yapıcılık, bakış açımızda iyimserlik, duygularımıza keyif ve çoşku katar. Güven duymamızı, endişe ve kuşkulardan kurtulmamızı kolaylaştırır. Eğer bilinçli farkındalığı gelişmiş birisi olmayı başarırsak sağlığımız, huzurumuz, belleğimiz ve zihinsel dinginliğimiz daha iyi durumda olacak demektir. Daha kaliteli bir hayat için ruh huzuruna mutlaka ihtiyacımız olduğunu, bunun için gerilim ve endişelerden elimizden geldiğince uzaklaşmamız gerektiğini unutmayalım ne olur.

Hayat kısacık bir zaman dilimi, geldik gidiyoruz, ne zaman nerede belli değil ama bu son kaçınılmaz; o halde bize düşen hayatın hakkını vererek yaşamak olsun mu? Olsun elbette, hem de sonuna kadar.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
06.02.2007

21 Nisan 2010 Çarşamba

HAYAT BENİ YAŞA DİYOR…

Ne kadar zor olursa olsun, ne kadar engebeli yokuşlar önümüze dikilirse dikilsin yine de yaşamak çok güzel. Umutsuz kalmadan, en dipte olduğumuz anlarda bile minicik bir umut kırıntısına tutunarak hayal kurmak ve yaşama her zaman sımsıkı sarılmak.
Diğer türlü nasıl geçere ki hayat? Hep dertlenerek, hep pişmanlıklarımızı dile getirerek, hep eskilerde yaşayarak önümüzdeki bu eşsiz zamanı boşa harcamak niye? Elimize ne geçiyor, sorarım sizlere? Dertlerimizi her an aklımızda tutarak; insanlara sevgi yerine hoşnutsuzluk sunarak, her sabah asık yüzle kalkıp “işte yine sıradan bir gün” deyip sızlanarak günlerimizi çekilmez hale getiren yine bizler değil miyiz? O sıradanlığın içinde o çarkların arasında sıkışıp kalmışız ve zaman hızla geçerken bizler farkına dahi varamıyoruz.

Aslında hayattan zevk almasını bilmek, yaşarken mutlulukla gülümsemek, içimizdeki sevgiyi en güzel şekliyle başkaları ile paylaşmak, yaşadığımız her anın hakkını vermek o kadar basit ki. Yeter ki farkına varalım, yeter ki her yeni günü sevgiyle, minnetle gülümseyerek karşılayalım. Hayat bizleri ne kadar zorlarsa zorlasın yine de her dibe vuruşun sonrasında düzlüğe mutlaka varacağımızı hiçbir zaman unutmayalım. Hayatın sesine kulak verelim, bizimle yaptığı sohbete katılalım. Karşımıza bir şeyler çıkardığında, bizleri gereğinden fazla zorladığında içindeki mesajı almamızı beklediğini üstelik o mesajı bizlerden başka kimsenin anlayamayacağını fark edelim. Çünkü hayat her defasında “ BENİ YAŞA” diye bağırıyor, ne olur bu sese kulaklarımızı tıkamayalım.

Güzel düşünerek, olumlu yaklaşımın olayları kendi lehimize çevirmedeki gücüne inanarak yaşamayı sevelim her şeyden önce. Hayatın mesajlarını kendi lehimize algılamayı öğrendiğimiz AN mutluluk bizi sıcacık saracak, inanın buna.

Asık yüzlü olmanın, etrafımızdaki insanlardan içten bir merhabayı esirgemenin, olayları hep kötü ve negatif yönüyle değerlendirmenin aslında sadece kendimize zararı var. Kendi kendimizi yiyip bitirmekten başka bir işe yaramıyor ki bu olumsuzluklar. Oysa ki geçmiş geçmişte kalmış, yaşanmış ve bitmiştir. Ne kadar düşünsek ne kadar sızlansak da nafile. Geçmişte olan olayları değiştirmek mümkün değil, öyle değil mi? O halde yapmamız gereken tek şey, geçmişi tamamen unutmak değil belki ama sürekli gündeme taşımadan anılarımız arasına katabilmek ve yaşadığımız AN’ları kaçırmadan, mutluluğu es geçmeden hayatı sevmek. Yaşarken, sağlıklıyken, her şey en güzel şekliyle devam ederken bunların bilincinde olup şükretmesini bilmek.

Şükredeceğimiz pek çok şey olduğunun farkına varmak bile başlı başına bir mutluluk sebebi bence. Çünkü hepimizin şükredeceği o kadar çok şeyi var ki hayatında. Listelemeye kalksak uzunluğu karşısında hepimizin şaşıracağından hiç kimsenin şüphesi olmasın. Ama bunun için düşünmek gerekli, yaşamın bize sunduklarını iyi değerlendirmek, madalyonu hep iki yönüyle incelemek gerekli.

Hayatında her zaman çok şansız ve kısmetsiz olduğunu düşünen insanlar bile o kadar değerli niteliklere sahip ki. Ama onlar ne yapıyorlar? Bunları hiç görmüyor, ellerindekinin kıymetini bilmeden ulaşamadıkları her şey için dertleniyor, hayatı kendileri için çekilmez hale getiriyorlar. Üstelik sadece kendilerine değil, onlarla beraber hayatı paylaşan insanları da mutsuz ederek yaşıyorlar. Kendi olumsuzluklarını onlara da yansıtıyorlar. Böylece bir olumsuz insanın negatif düşünceleri nedeniyle etrafına yansıttığı olumsuzluklar suya düşen bir su damlası gibi gederek büyüyor ve yayılıyor. Aslında her birimizin bu anlamda kendimize çeki düzen vermesi, yaşamını yeniden sorgulaması gerekiyor, öyle değil mi?

Tam bu noktada gelin Bernard Show’un yaşamla ilgili çok sevdiğim şu sözlerine kulak verelim. “Yaşam sizin için küçük bir mum olmasın. O elinizde tuttuğunuz muhteşem bir meşale ve siz onu gelecek nesillere geçirmeden önce olabildiğince çok ışık saçmasına yardım ederek yaşamı bir sanat halinde yaşayabilirsiniz.”

Ne kadar doğru ve anlamlı bu sözler. Yaşamı bir sanat halinde yaşamak, aldığımız her nefesin hakkını vermek. Daha ötesi yok zaten.

Hayat beni yaşa diyor. Bu sesi duyan zevkli insanlardan olmanız, nefes aldığınız her anın değerini buram buram tatmanız dileğimle…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
20/08/2007

ANNE BABA DUYUN SESİMİ…



Kafam çok karışık bu aralar. Ailemin beni çok sevdiklerini söylemelerini, hem de bunu gereğinden sık yapmalarını bir türlü anlayamıyorum. Annemin babamla ilgili tek iyi şeyi beni ona kazandırmış olmasıymış. Babamın annemle ilgili söylediği tek iyi şey yine aynı, benim gibi güzel bir çocuğu ona vermiş olmasıymış.

Neden böyle düşündüklerini anlamam mümkün değil; çünkü ben onlar için her zaman bir sorun, bir endişe kaynağıyım. Kurulu bir makine gibi oraya bırakılıp şuradan alınması gereken ama her zaman sorun yaratan biriyim.

Bir arkadaşım var, babasını hiç görmüyor ve bana ondan daha şanslı olduğumu söylüyor. Bir diğeri ise ailesinin sürekli kavga ettiğini, ikimizin de ondan daha şanslı olduğunu söylüyor. Bir başkası ise yanında kaldığı amcasından yediği dayaklar yüzünden bir kolunu kullanamıyor ve ondan daha sağlıklı olduğum için bana imrenerek bakıyor. Kendi ailemle yaşadıklarım bir yana çevremde gördüğüm tüm bu örnekler kafamı çok karıştırıyor ve yalnızlığımı bir kat daha artırıyor.

Kimse bana mutlu olup olmadığımı sormuyor. Sadece beni mutlu edeceklerini sandıkları bir yığın gereksiz şey yapıyor ve sonunda benden teşekkür bekliyorlar. Oysaki ben bunların hiç birini istemiyorum ki… Biliyor musunuz ben oradan oraya sürüklenen, bir kolundan annenin, diğer kolundan babanın çektiği şaşkın bir çocuğum… beni sevdiğini söyleyenler aslında yanımda değiller. Benim duygularımdan, benim hissettiklerimden, geceleri yastığıma döktüğüm göz yaşlarından habersizler.

Benim beklediğim sakin, huzur dolu, kavgasız, sevgiyle kurulmuş bir aile ve o aileyi aile yapan sıcacık bir anne ile anlayışlı sevecen bir baba. Annemin söylenerek değil, sevgiyle pişirdiği yemekleri yemek istiyorum ben. Babamın eve gelişlerinde gözlerinden okunan kızgınlık ve öfke yerine şefkatinin yumuşacık ışıltılarıyla sarılmak istiyorum ben.

Biliyorum annemi ve babamı seçme şansım yoktu benim, ama annemle babam bir çocuğa bakma cesaretine ve yürekliliğine sahip değilken beni neden dünyaya getirdiler ki? İşte bunu anlayamıyorum. Birde annemin babamı, babamın ise annemi kötüleyen, aşağılayan, nefret ve kin dolu sözlerini… Sonuçta ben her ikisine de sahibim ve onlardan ayrı yaşasam da bağlarımı koparma durumum yok. O halde böylesi kötülemeleri benim de kabul etmemi beklemeleri ne büyük bir yanlışlık aslında.

Düşünüyorum da onlar beni, benim onları düşündüğüm kadar düşünmüyorlar. Eğer tersi olsaydı her şey çok farklı olurdu zaten. Bende başka mutlu çocuklar gibi sevgiyle büyüme şansını yakalardım belki kimbilir.

Bir anne baba çocuk sahibi olduktan sonra daha uyumlu, daha sevgi dolu olmalılar bence. Kendilerini değil, öncelikle çocuklarını düşünmeleri gerektiğini daha çocuk yapmaya karar verdiklerinde bilmeliler. Çocukların, ruhları sevgi ile doyurulacak en nadide çiçekler olduğunu unutmadan. Susuz kalmaya, terk edilmeye, sevgisizliğe hangimiz dayanabiliriz ki kolay kolay?

Kafamı karıştıran bir soru daha. Anne babalar çocuklarını neden anlamazlar? Oysa ki onlarda bir zamanlar çocuktular ve onlarda anne babaları ile beraber bir yuvada büyümüşlerdi. Evet belki bir kısmı mutsuzdu, belki bir kısmı anne yada baba özlemi çekmişti, belki de kavgalarına, dayaklarına tanık olmuşlardı ama tüm bu değerleri çok iyi biliyorlardı. O halde şimdi çocuk sahibi olduklarında, anne baba sorumluluğunu yüklendiklerinde ne değişti? Üstelik geçmişte yaşadıkları ve eğer varsa acı tecrübelerin onlara doğru anlamda yol göstermesi gerekmez mi? Kendi başlarına gelen acı ve üzücü olayların kendi çocuklarının başına gelmemesi için uğraşmaları, bu anlamda çaba göstermeleri çok daha güzel değil mi?

Biliyorum, tüm bu sözlerimle beni büyümüşte küçülmüş biri gibi algılıyorsunuz. Yok yok sadece vaktinden önce olgunlaştım ben, çocukluğumu yaşayamadan bir anda büyüdüm. Aslında bir anlamda buna mecbur kaldım galiba. Çünkü benden yaşça ve tecrübe olarak çok daha büyük olsalar da, annemle babamın yaptığı çocuklukları görünce belki de çocuk olmak istemedim bilemiyorum.

Anne baba duyun sesimi ne olur! Bakın ben buradayım, sizin kanınızdan sizin canınızdanım. Kalbimde ikiniz içinde öyle büyük bir yer var ki… Boş kalmasına izin vermeyin. Sevginizle şımartın beni, ilginizle, yakınlığınızla… aldığınız pahalı oyuncaklarla değil. Hafta sonları götürdüğünüz lüks lokantalar yerine sıcacık evimizde bir tas sıcacık çorba içmeye razıyım ben. Yeter ki siz olun yanımda gerçek anlamda, yeter ki sevginizi göreyim gözlerinizde, sık sık saate bakan bakışlarınız yerine.

Bitmeyen işlerinize verdiğiniz önem ve harcadığınız zamanın yarısına bile razıyım. Yeter ki içten olsun davranışlarınız bana karşı, sevgi koksun sarılmalarınız.

Minicik ellerimi uzattım ellerinize… Ne olur tutun onları sevgiyle.

Belgin ERYAVUZ
23.07.2007

20 Nisan 2010 Salı

ÇİÇEĞİN BÜYÜSÜ KADINI SARINCA



Çiçek ve kadın… Birbirlerine benzeyen, birbirlerine yakışan, zerafetleri ile birbirlerini tamamlayan, yan yana geldiklerinde fazla söze gerek bırakmayan güzel bir ikili. Sevginin, hayranlığın, derinden bağlılığın en güçlü ifadesi olan çiçekler; papatyadan rengarenk kır çiçeklerine, tek bir kırımızı gülden en pahalı orkideye kadar öyle naif şeyler anlatırlar ki elden ele geçerken. Üstelik her biri renkleri, kokuları, detaylarındaki muhteşem güzellikleri ile kadınları mutlu etmeye her an hazırdırlar.

Sevginin, derinden bağlılığın en anlamlı yollarından bir tanesidir sevdiğinin yollarına çiçekler dökmek; en renkli, en naif, en kokulu çiçekleri ayakları altına sermek… Ve o yollarda yürürken dünyanın en şanslı ve en güzel kadını olduğunu hissettirmek.

Yürüdüğünüz yollar çiçeklerle kaplandığında, oturduğunuz masa renkli bir armoniye eşlik ettiğinde hissettiğiniz duygular nasılda özeldir. O anlarda içinizdeki mutluluk sağnağı dur durak bilmez. Gözleriniz ışıl ışıldır, hiç beklemediğiniz anda renkli bir gökkuşağı ile çepeçevre sarıldığınızı hissedersiniz adeta. Çoşar, çağlarsınız. O anda dünyanın en güzel, en şanslı kadını olduğunuzu düşünürsünüz. Bundan ötesi de yoktur zaten.

Hangi kadın istemez ki böylesi romantik bir tabloyu? Sadece filmlerde gördüğümüz, zaman zaman kitap sayfalarında ya da şarkı sözlerinde rastladığımız ender hoşluklardan bir tanesidir aslında. Ama o anları yaşamak, o tabloyu görünce içimizde çoşan duygu sağanağını delice duyumsamak sanırım her kadına kolay kolay nasip olmuyor. Çevremizdeki erkekler mi çok duyarsız, şartlar mı acımasız belli değil. Çoğu erkek için böylesi bir düşüncenin varlığı bile neredeyse imkansız, oysaki çiçeği almayı düşünmek kadar onu vermek de ustalık ister, öyle değil mi?

Üstelik biz kadınları mutlu etmenin aslında sanıldığı kadar zor olmadığını, bir iki değişik süprizle ve elbette naif düşüncelerle kalbimizde hiç silinmeyecek bir yere sahip olacaklarını bilseler. Belki de bu kadar düşüncesiz, bu kadar vurdumduymaz olmazlardı, ne dersiniz?

Kadınlar çiçek gibidir; çiçek gibi zarif, hoş kokulu, rengarenk. Edaları ile duygusallıkları ile baştan çıkarıcı ve alımlı. İnsanı büyüleyen öyle gizemli özelliklere sahiptir ki ikisi de; çözebilene aşk olsun. Kadın ve çiçeği belki de bu nedenle yan yana düşününce tablonun tamamlandığı hissine kapılır insan. Ve böylesi bir güzelliği ortaya çıkarmak, o büyünün gizemli yollarına adım atmalarını sağlamak küçük bir hareketle başlar. Bunun için çiçeği kadınla bir araya getirmeniz ve bunu yaparken de işin içine biraz estetik katmanız yeter de artar bile.

Yollarına gül dökülen, kucaklayamayacağı kadar çok çiçekle her zaman hatırlanan kadınlardansanız; unutmayın ki siz çok özelsiniz ve her zaman yanınızda olmasalar bile sizin için çarpan sevgi dolu kalpler var. Bunun değerini iyi bilin ve size o muhteşem hisleri yaşatanları hiç unutmayın derim ben. Tıpkı benim unutmadığım gibi...

Sevgiyle, çiçeklerle hep özel kalmanız dileğimle.

Belgin ERYAVUZ
25.06.2007

İÇİMDEKİ İSYANA SÖZÜM GEÇER Mİ?


İçimdeki isyanı bastırmakta zorlanıyorum, elimde değil. Tüm iyi niyetimle, tüm güzel duygularımla hayatı kucaklamam gerektiğini, elimdeki onlarca değerli şey için şükretmenin beni mutlu edeceğini bildiğim halde içimde bir kırgınlık var. Tarif edemediğim bir burukluk…

Hayata karşı bir boş vermişlik sanki. Boğazıma gelip oturmuş bir yumruk misali. Sevgi yok, hiçbir şey yok yanımda. Hepsi kavanozlarda, ağızları sımsıkı kapalı, beklemede…

İsyan etmek istiyorum her şeye, minicik bir olumsuzlukla dalgalara karışmış bir dal parçası gibiyim evrende. Öylesine çaresiz, öylesine başıboş. Bedenimin gücü yok olmuş sanki. Sürüklenip gidiyorum duygularımın ırmağında, yüzüm gözüm yaralar içinde. Tutunmak istiyorum bir şeylere, kurtulmak istiyorum bu çaresizliğimden. Ama nafile…

Göz yaşlarım akıyor yanaklarıma yağmur misali durmadan. Her bir damlada rahatlamam gerekirken yok işte olmuyor. Ağlamak da beni ve yaralı yüreğimi avutmuyor.

Karanlık bir tüneldeyim sanki. Göz gözü görmüyor. Ruhumun karanlıklarını aydınlatacak bir ışık arıyorum yüreğimde kalan minicik son umudumla. Her şeye evet her şeye rağmen ışığı görebileceğimi düşlüyorum, bu karabasandan kurtulacağımı. Aydınlık, pırıl pırıl bir gökyüzünde o azgın dalgalardan kurtulmuş olmayı hayal ediyorum. Biraz güçlenip kavanoz kapaklarını açmayı, sevgiyle harmanlanmış hayatı içime çekmeyi istiyorum.

Bir anda sessizliğin içinde bir ses duyuyorum belli belirsiz. Kopkoyu tünelin içinde bir yerlerde beliren bir ışığı haber veriyor sanki. Başlarda cılız olsa da giderek kuvvetlenen bir ışık bu. Size hayatı ve yaşamayı sevmeniz gerektiğini anlatan. Yaşamın ne denli kıymetli olduğunu, geçirilen her saniyenin, nefes alınan her anın güzelliklerle dolu olduğunun fark etmeniz gerektiğini hatırlatan.

Evet sanırım başarıyorum, şimdi evet şimdi güneşi hissediyorum, bedenimi sarıveren sıcaklığını. O yok olma duygusundan, o boş vermişlikten kurtuluyorum yavaş yavaş.

İçimdeki umut büyüyor sessizce. İsyanımı yatıştırıyor tıpkı bir annenin okşayan elleri misali şefkatle. Gereksiz tüm bu çırpınışım biliyorum, o kadar sıradan bir olayla bu denli huzursuzlaşmam, sanki tüm dünyam yıkılmış gibi davranmam ne kadar yanlış aslında. Üstelik dünyada bu kadar acı, keder ve göz yaşı varken. Benim bu sebepsiz dalgalanmamın, bu isyanımın, bu hayatı kapkara görmelerimin adı yok aslında.

İşin en kötüsü ise bunun farkında olmak, bilerek yanlışlığın içinde sürüklenmek ve onu sürdürmek. Ama insanın duygularına söz geçirmesi ne kadar zormuş, her defasında yeniden anlıyorum. O kadar narin, o kadar hassas ve naif ki duygularımız. Ele alınmaya korkulan, ancak uzaktan hayranlıkla izlenen bir porselen vazo misali. Bir kez darbe alıp kırıldı mı, tamiri imkansız olan. Önemli olan onu sapasağlam hayatta tutabilmek, öyle değil mi?

Böylesi anlarda yapılacak en akıllıca şey, sanırım sevgiyi hatırlamak. Tıpkı Paolo Coelho’nun Hac romanında söz ettiği gibi “ Sevginin enerjisini kavanoza koyup bekletmek yerine özgürce akmasına izin vermek”

Önce kalbimize, sonra da etrafımızdaki herkese ulaşmasını beklemek. İşte o zaman içimizdeki isyandan eser kalmayacaktır inanın bana. Gökyüzü her zaman mavi görmesini bilenlere elbette.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
20.06.2007

9 Nisan 2010 Cuma

İNSAN İNSANA AĞIR GELİR Mİ?


İnsan insana ağır gelir mi? Sizden ricam bu soruya cevap vermeden önce bir iki kez soluklanıp düşünmeniz. Çünkü bu soru çok kapsamlı, çünkü sorunun içeriğinde yatan derin anlam gün gelip bizi vicdanımızla karşı karşıya getirebilir, kendi iç sesimizi duyduğumuzda şaşırtabilir.

Yeri geliyor insan kendisine bile ağır geldiğini hissedebiliyor. Olaylar, hayatta karşısına dikilen ağır sorumluluklar kolunu kanadını kırıyor ve insan kendi duygularının yükü altında ezilebiliyor. Peki ya bir başkasının sorumluluğu, bir başkasının hayatını sizin ellerinize bırakmak zorunda kalması, şartlar gereği sizin hayatınıza bir şekilde sızması?

Hep yinelediğimiz gibi aslında hayatın her anı süprizlerle dolu ve hiç beklemediğiniz bir zamanda, hiç düşünmediğiniz insanlarla yollarınızın bir yerde kesişmesi, hayat çizgilerinizin üst üste gelmesi an meselesi. O süprizin konfetileri henüz etrafa saçılırken, yaşayacaklarının hiç de kolay olmadığını anlar insan; düşünecek, olayları değerlendirecek zamanı da olmaz çoğu kez ve kendini bir anda bir başka yöne savrulurken bulur.

Neler mi olur dersiniz? İşte hayatın içinden kopup gelen birkaç örnek… ailesini tüm yakınlarını elim bir kazada yitiren bir yakınınızın çocuğu; eşini birdenbire kaybeden ve hiçbir maddi geliri olmayan bir akrabanız; hayat arkadaşı diğer dünyaya göç ettiği için evde tek başına yaşayamayan bir aile büyüğünüz; sorgusuz sualsiz işinden çıkarılan bir eş; alkolün ya da uyuşturucunun pençesine düşmüş bir yakınınız; ruh sağlığı bozulan bir akrabanız; trafik canavarı nedeniyle tekerlekli sandalyede yaşamaya mahkum kalan bir aile ferdi,…

Bu ve benzeri örneklerle hayatımızın mutlu ve mesut evresini devam ettirdiğimiz ve bunun sonsuza dek hep böyle süreceğini düşündüğümüz bir anda hepimiz karşılaşabiliriz, öyle değil mi? İşte o beklenmedik süprizle beraber hayatımız birdenbire değişmeye başlar, hatta gelecekle ilgili tüm planlarımızı bir süreliğine askıya almak zorunda bile kalabiliriz.

Tam bu noktada yine aynı soruyu sorsak ve insan insana ağır gelir mi diye bir kez daha düşünsek acaba cevabımız değişir mi? Elbette bir yandan o kötü süprizi birebir yaşayan adına üzülürsünüz, öte yandan onun başına gelen tüm talihsizlikleri ortadan kaldırmak için yardım edebilme duygunuzu hemen harekete geçirirsiniz, bir anlamda vicdanınızın sesini dinlersiniz. Hatta bunlar doğal olarak kendiliğinden gelişir. Ama yine de kendi kurulu düzeninizin, gelecekle ilgili düşlerinizin, yapmak istediklerinizin bir şekilde sekteye uğraması; ilk başlarda yapabilirim diyerek kabullendiğiniz yeni hayatınızda sizi bu soruyla karşı karşıya getirmez mi? Evet belki kimselere itiraf edemezsiniz ama içinizden zaman zaman da olsa düşünmez misiniz? Her şey yolunda giderken “nereden çıktı şimdi tüm bunlar?” diye isyan edip, hayatı sorgulamaz mısınız?

Bunu düşünüyor olmak sizin vicdansız olduğunuz anlamına da gelmez üstelik, son derece doğal bir yaklaşımdır. Çünkü gerçekten de gün gelir insan insana ağır gelir. Çünkü dünyanın en ağır yükü insan yüküdür. O maneviyat altında ezilir insan. Şartlar her ne olursa olsun böylesi bir yükü omuzlamak, böylesi bir ağırlığa destek vermek sanıldığı kadar kolay değildir. Yapılması gerekenler adına ilk adımı atmak bile başlı başına özveri isteyen bir durumdur.

Sadece iyi kalpli olmakla, sadece istemekle, sadece vicdanınızın sesini dinlemekle gerçekleştirilmesi zordur; bundan çok daha fazlası gerekmektedir. Öncelikle sabır, kocaman bir yürek, her zaman pozitif düşünceler, gülen bir yüz, sinirlere hakim olabilmek,… sadece aklıma gelenler.

Sabrınızın sonuna kadar sınanacağı, fedakarlığınızın her an tetikte bekleyeceği bir ortamdasınızdır artık. Üstelik bunları yaptığınız halde bir teşekkür bile duymayabilirsiniz, fedakarlığınız yeterince anlaşılmamış olabilir.

Tüm bunlara hazır mısınız? Ruh sağlığınızı koruyarak, bir yandan da hayata gülümseyerek bunları yapabilecek misiniz?

“Şartlar beni bu noktaya getirdiyse eğer evet” diyenlerinizin çoğunlukta olduğunu biliyorum. En azından denemeliyiz diyenler de.

Evet bende en azından denememiz gerektiğini düşünenlerdenim. Önümüze çıkan zorlu süreci daha yaşanabilir hale getirebiliriz belki de umudumuzu kaybetmeden, belli mi olur? İlkler her zaman zordur, insanlar alışmaya başladıkça zorluklarla daha kolay mücadele edebileceğini görür zaten. Hem o zoru başarmanın sevinci, hem süregelen cesaret ve sabır, düğümleri daha kolay çözmemizi sağlayacaktır, merak etmeyin. Hem böylesi daha insani değil mi? Yani baştan olmaz deyip kestirip atmak, yapamam deyip tüm kapıları kapatmak ve akşamları sızlayan vicdanımızla karşı karşıya gelmektense denemek en güzeli bence de. Denemek ve başarmak adına her türlü şartı sonuna kadar zorlamak…

Buna güzel bir örnek, eski zamanlardan aklıma düştü. Çocukluk yıllarımda yakın çevremizde tanıdığımız bir teyze vardı, tamamen yatağa bağımlı annesine bakıyordu. Elbette o yıllarda bunun ne demek olduğunu anlamam mümkün değildi ama, annesini kaybettiğinde yeküne vurulan zaman tastamam otuz seneydi. Neredeyse bir ömür, dile kolay. Kısa süren evliliğinin ardından kendisini tamamen annesinin bakımına adamış ve o süre içinde kendisi de ömrünü tüketmişti. O nasıl bir özveri, o nasıl bir sevgiydi ki bir gün bile yüzünün asıldığını, sinirlendiğini görmemiştim. Öte yandan kim bilir kendisi yaşlanınca kimlerin eline düşecek, gençken yaşayamadığı hayatı ileriki dönemlerinde ona neler sunacaktı? Çünkü kaybettiği annesinden başka kimsesi yoktu. Galiba yaşam ona hep zorlu yanlarıyla görünmüş, onu adeta sınamıştı.

Şimdi düşünüyorum da hayat ne kadar zorlu bir yokuş aslında. Üstelik kimimiz bu yokuşu çıkarken kucağımız tamamen dolu oluyor ve kendimizden çok onlara itina ediyor, düşürüp kırmaktan, kaybetmekten korkuyoruz. Bu uğurda kendi yaşamımızı bile bazen feda edebiliyoruz.

Elbette hepsi iyi niyetimizle, verici olmamızla, insanın ve sevginin değerini bilmemizle alakalı ama, gelin birde madalyonun diğer yüzüne bakalım. Bizler tüm bu fedakarlıkları ve insan üstü çabaları harcarken, kendimizi yaptıklarımızdan dolayı yere göğe sığdıramazken; bir şekilde hayatımıza katılan bu insanların yüreklerini dinleyelim, ister misiniz?

Aslında karşı taraf içinde hissedilenler, yaşananlar çok zordur öyle değil mi? Başlarına gelen felaketle mücadelede yetersiz kalmaları zaten onları yiyip bitirir. O yetmezmiş gibi bir de sizin yaşamınıza bir şekilde dahil olmak, sizin düzeninizi bozmak, gelecekle ilgili hayallerinizi sekteye uğratmak ve tüm bunların sorumlusu olmak onlar içinde hiç kolay değildir. Yaşadıkları ruhsal travmaya ek olarak bir başkasına muhtaç olmanın ezikliğini her daim yüreklerinde hissederler. Dile getiremedikleri ama kendi iç dünyalarında yaşattıkları o kadar çok şey vardır ki… zordur böylesi bir yaşam gerçekten zordur. Her iki tarafı da alabildiğine zorlar ama sevgiyle, iyi niyetle, vicdanla beraber bir şekilde üstesinden gelinmeye çalışılır, öyle değil mi? İnsan kalbinde sevgiyi barındırıyorsa, hayata sadece kendisi için gelmediğinin bilincinde ise, yaşamanın paylaşmak olduğunu içine sindirmişse, emek vermenin güzelliğini keşfetmişse, yapabileceklerini görüp cesaretlenmemesi, kendisine uzatılan eli sımsıkı kavramaması ve elbirliği ile hayata asılmamaları için hiçbir sebep yok bence.

Her zaman dediğimiz gibi hayatın sürprizleri her an kapımızda. Hiç kimsenin hayatı bir diğerine benzemiyor, hiç kimsenin yaşantısı güllük gülistanlık değil, dışarıdan öyle görünseler bile içlerinde ne fırtınalar kopuyor kim bilir. Ama herkes bir şekilde yaşama tutunmuş. Kimimiz tam kıyısındayız hayatın, kimimiz tam ortasında. Ama, bu öyle bir nehir ki gün geliyor ortadakiler birdenbire çıkan o azgın dalgalarla baş edemiyor ve kıyıya vuruyor; gün geliyor kıyıda tüm umudunu yitirenler ortadaki sakin sulara kavuşuyor.

Dilerim hiç birimiz o sakin sulardan ayrılmayız, ayrılsak da kıyılarda fazla oyalanmadan eski dinginliğimize yeniden kavuşuruz. Yaptıklarımızla gurur duyarak, yapacak olduklarımıza cesaretle sarılarak tüm sürprizleri olabildiğince kolay şekliyle atlatabiliriz. Elbette bizim de bir hayatımız olduğunu, kendimiz içinde bir şeyler yapmamız gerektiğini ve tüm yapacaklarımızın ancak bizimle hayata geçeceğini unutmadan.

Sözlerimi yine çok sevdiğim şair Esat Selışık’ın “İsimsiz Yakınlar “ adlı şiirinden bir alıntıyla kapatmak istiyorum. Anlamını içinize iyice sindirin bence…

“Bir insan
  Bir insan vardı.
  Bana gözleriyle değil
  Yüreğiyle
  Ve gözü gibi bakardı.
  Diken çizse elimi
  Kanardı sanki yüreğinin her dilimi. “

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
25.12.2007

HER KAYBEDİŞİN ARDINDAN


Hayatta böyle bir şeydir işte, tıpkı değerli bir cam eşyanın ellerinizin arasından kayıp düşüvermesi gibi kayıverir parmaklarınızın arasından, tutamazsınız. Nasıl olduğunu anlayamadan yere düşer ve düştüğü anda tuzla buz olur, deyim yerindeyse bin bir parçaya ayrılır. Kulaklarınızdan o ses, gözlerinizden o an hiç silinmez. Unutamazsınız kolay kolay. Her kaybedilende olduğu gibi içinizde bir hüzün, midenizde bir yanma ve boğazınızda bir yumruk oturmuş gibidir. Gözleriniz nemlenir. Ellerinizin titremesine mani olamazsınız ve siz kaybettiğiniz o değer için her ne olursa olsun üzüntü duyarsınız. Elinizde kırık cam parçaları, yüreğinizde tarifi zor bir sızı kalakalırsınız oracıkta yalnız.

Yitirtilen her değerin kıymeti sonradan anlaşılır ya; işte sizde yitirdikten sonra anlarsınız değerini. Elinizden kayıp giden ve yakalayamadığınız o değere yanarak. Maddi değeri bir yana manevi değeri, anısı, hatıraları o kadar çoktur ki…

Başa gelen her olayda mutlaka bir hayır vardır diye kendinizi avutsanız da, o ilk anlarda bu kaybedişin hayrının nerede ve nasıl olduğunu bir çözemezsiniz. Kim bilir belki çok sonraki zamanlarda anlayacağınız bir şeylerin belirtileridir ama o an için değil. Zaten her kötü olayın her kaybedişin yaşandığı o anlarda; nedenini ve ilerde bizi başka olaylara hazırlama konusunda bir öncü olduğunu bilebilseydik, hayat çok daha kolay ve yaşanılası olmaz mıydı? Ama değil. Bu tarz acı bir ders ve sonucunda edindiğimiz tecrübe ancak çok sonra, aradan hayli zaman geçtikten sonra anlaşılır. Hayatınızdaki film kareleri yavaş yavaş yerine oturdukça belirginlik kazanır. Üç aşağı beş yukarı aslında hepimiz için buna benzerdir yaşananlar, sizce de öyle değil mi?

O halde yapılması gereken şey; elimizdekilerin kıymetini hala onlara sahipken bilmek. Kaybetmeden tadını çıkarmak, bize yaşattığı anların farkına varmak, mutlu olmak, bunun için şükretmesini de bilerek daha güzel değerlerin gelişlerine zemin hazırlamak. Kısacası hayatın kurallarını gereğince yaşamak… Dilerim hayatta her zaman kaybettikleriniz, kazandıklarınızın yanında kum tanesi kadar küçük kalır.

Hepiniz sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
04.07.2007
Morano Adası-ITALYA

6 Nisan 2010 Salı

YAŞAMDAKİ RENGARENK KOZALAR



Dünya evrenin sonsuzluğunda minicik bir gezegen. Bir top misali dönüp duruyor; ona yaklaşan yıldızlar olduğunda hep telaşlanıyor, gök taşlarının çarpmasından korkuyoruz. Ama teğet geçip gidenleri hiç fark etmiyor hatta önemsemiyoruz.

Evrendeki dünya misali hepimiz yeryüzünde varlığımızla bir yer edinmiş durumdayız ve belli belirsiz yörüngemizde dönüp duruyoruz. Bu arada tıpkı kelebek olmaya hazırlanan bir tırtıl gibi kendi rengarenk kozamızı örüyoruz. Kimimizde ince ve geçirgen olan bu renkli koza, kimimizde kalın bir zırha dönüşmüş durumda. Ama her ne şekilde olursa olsun bizler o rengarenk kozanın en orta yerinde sevgi dolu kalbimizle yaşamı kucaklıyoruz.

Zamanla yarışırcasına, hızla oradan oraya yuvarlanırken dünyamıza teğet geçip gidenler oluyor, hızla çarpıp bizi derinden yaralayanlar da.

Teğet geçenlerin bir süre sonra izleri bile kalmıyor etrafımızda, hatta hatırlanmıyorlar. Ama bir şekilde kozamızı delip bize ve kalbimize değenler kolay kolay unutulmuyorlar. Sanki yüreğimizden bir parçayı esir alıyorlar. Öyle ki yıllar geçse, zaman acımasızca anıları törpülese de nafile unutulmuyor. Eksikliğini her zaman nemli gözlerle hatırlıyor, yaşadıklarımız bazen çok anlamlı ve elle tutulur şeyler olmasa bile kalıcılığına ve bizde bıraktığı izlere bakıp şaşırıyoruz.

Bir anlamda yaşananlar, hayatın içinde bıraktıkları izlerle kalıcılığını koruyor, öyle değil mi? Keşke o insanları şeçme şansımız olsaydı ama yok. Kimi yerde kimi zamanda hayatımıza kattıkları zehrin izlerini yıllar sonra bile yok edemediğimiz acı bir gerçek. Onlardan korunmak için tek yol kozamızı çok sağlam örmek gibi görünse de nafile. Önemli olan dışta değil, içte sağlam durabilmek. Böylece tüm çevresel etkilenmelerden en az hasarla kurtulmamız mümkün.

Dileyelim ki bize çarpıp kozamızı delerek kalbimize ulaşanlar bizim sevgi dolu dünyamızın kıymetini bilsinler. Çünkü o rengarenk kozalar kolay örülmüyor ve bir yaşam kolay dile gelmiyor.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
12.05.2007

DOĞANIN TAMTAM SESLERİ



Maalesef son pişmanlık fayda etmiyor. İnsanoğlu bir şeylere sahipken onun kıymetini yeterince bilmiyor, bilemiyor. Ancak kaybedeceğini anladığında akan sular duruyor, aklı başına geliyor ve geri almak için çabalıyor. Ama gün geçtikçe içini koyu bir pişmanlık duygusuyla beraber yitirdiklerine duyduğu özlem sarmaya başlıyor. İşte bizim doğaya yaptıklarımız ve şu anda hissettiklerimizde buna çok benziyor.

Yeşilin binbir çeşit tonunu, mavinin insanı sarhoş eden renklerini, insana yaşama sevinci veren rengarenk çiçekleri, tabiatın o muhteşem pastoral güzelliğini her yerde göremiyor ve özlüyoruz artık. Nesli yavaş yavaş tükenen canlı türlerini çoğumuz unuttuk, sadece belgesellerde hatırlayabiliyoruz. Lapa lapa yağan karın altında yürümeye, çapkın edalarla gökyüzünden süzülüşünü izlemeye hasret kaldık. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurdan sonra oluşan o mis gibi toprak kokusunu yeterince içimize çekemiyoruz. Mevsimsiz açan çiçekler bizi eskisi kadar heyecanlandırmıyor. Her şey yerinde ve her şey zamanında güzeldir sözünün ne kadar doğru olduğunu şimdilerde daha iyi anlıyoruz. Baharı, güneşli ve ılık havaları, ha geldi ha gelecek diye özlemle beklemenin ayrı bir güzellik olduğunu mahsunca hissediyoruz. Kendi geleceğimize çok değil bir iki yıl sonrasına bile endişeyle bakıyoruz. Giderek zorlaşan yaşam koşullarının ağırlığı altında ezilecek olan çocuklarımızın, bizim yaşlarımıza gelince karşılaşacakları ürkütücü tablodan korkuyoruz.

Yıllar boyu elimizdeki güzelliklerin kıymetini bilemeden bilinçsizce tüketmenin; uyarıları, verilen sinyalleri görmezden gelmenin şaşkınlığını yaşıyoruz.

Oysa ki doğa tüm cömertliğini sundu bizlere. Havasıyla, suyuyla, bitkisiyle, hayvanlarıyla bizim yaşamımızı en güzel şekliyle sürdürmemiz adına hep kendinden verdi. Karşılık beklemedi. Bizlerde aldık, kullandık, yararlandık hem de sonuna kadar. Ama bilinçsizce, adeta yok edercesine har vurup harman savurduk. Bu alışın hiç verişi olmadan hep böyle süreceğine inandık. Zarar verdiğimiz doğanın kendisini sürekli yenileceğini düşündük. Bu karşılıksız verişlerin bizim kendi çabalarımızla gün gelip azalacağını anlayamadık. Tabiatın sinyallerine gözlerimizi kapattık, kulaklarımızı tıkadık. Bizden önceki nesillerden devir aldığımızda daha iyi olan şartları, bizden sonrakilere aynı şekilde bırakamadık. Her bir dönemde iyilerin sayısını azalttık.

Sonunda doğanın artık kulaklarımızı sağır edecek kadar şiddetlenen tamtam seslerinin ne anlama geldiğini anladık. Vahim gerçeği gördük ve afalladık. Sudan çıkmış balık misali ne yapacağımızı bilemez halde birbirimizi suçluyoruz şimdilerde. Büyüklerimizden aldığımız emaneti iyi kullanmamanın suçluluğunu içimizde hissediyor; kendimizi savunacak haklı gösterecek en küçük ipucunu dahi bulamamanın o kahredici duygusu altında eziliyoruz. Ve galiba kendimizden, doğaya karşı yaptığımız bu acımasızlıktan utanıyoruz. Çünkü dünyayı kendi elimizle cehenneme çevirdiğimizi yeni yeni fark ediyoruz.

Yıllar önce keyifle okuduğum; Amerikalı kadın yazar Marlo Morgan’ın “Bir Çift Yürek” isimli etkileyici romanını hepiniz bilirsiniz. Bu kitaba konu olan; Nomadik kültüründen gelen ve Avustralya’da yaşayan Aborijin’lerin yaşam şekilleri, düşünceleri kısacası hayat tarzları benimde yüreğime dokunmuştu. Bu olağandışı insanların doğaya olan saygı ve sevgisinin, her bir adımlarında doğayı nasıl düşündüklerini, onu nasıl koruduklarını, tüm canlılara nasıl derin ve anlamlı baktıklarını, değer verdiklerini anlatan satırları bugün gibi aklımda ve bunun ne derece önemli olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Yazık ki uygarlaştıkça insanlıktan uzaklaştığımızı fark edip üzülüyorum.

Yaşadığımız ortama yaptığımız ihanetin bedeli olarak doğal dengelerin bozulması kaygısı içimizi tamamen sarmış durumda. İleriki yıllarda olacakları tahmin etmek, her gün yeni gerçeklerle karşılaşmak bizleri korkutuyor. Yıllar boyu geleceğimizi düşünmeden acımasızca katlettiğimiz doğa artık bizden hesap soruyor.

Küresel ısınma, buzulların erimesi, zamansız yaşanan mevsimler, kuraklık, telef olan arılar, tüm bunlar çok ciddi birer işaret. Bugüne kadar “bir şey olmaz, ben bozsam da doğa nasılsa yeniden yapar” vurdumduymazlığında olan insanoğlunun artık akıllanması gerekiyor. Çünkü gelecek yıllar hiç de pembe hayallerle süslü durmuyor.

Yağışsızlığın, kurak toprakların, ekilemeyen tarlaların, açlığın, sefaletin, hastalıkların tam tam sesleri artık çok yakımızda. Üstelik bu bir kaygı olmaktan çıktı, tamamen gerçeğe dönüştü. Bizim kendi elimizle yarattığımız bu olumsuz etkiler maalesef asırlarca sürecek.

Bilim adamlarının açıklamalarına göre; küresel ısınma ve hava sıcaklığının giderek artması, kutuplardaki buzulların erimesine, iklimin ve mevsim şartlarının değişmesine, okyanusların ısınmasına, deniz seviyelerinin yükselmesine, orman yangınlarının artmasına, göllerin küçülmesine, ırmakların kurumasına, kışın sıcaklık artışına, ilkbaharın erken gelmesine, bitkilerin erken çiçek açmasına, göç dönemlerinin değişmesine, kıyı şeritlerinin erozyona uğramasına, bulut ormanlarının kurumasına, virüslerin ve bulaşıcı hastalıkların artmasına yol açacak.

Özetle, küresel ısınma savaş kadar ciddi bir tehditle tam tam seslerini gederek yükseltecek. Üstelik yapılan araştırmalar tahmin yapan bilim adamlarının iyimser olduğunu, zararın çok daha ciddi ve büyük ölçülerde olduğuna dikkat çekiyor.

Dünya artık alarm veriyor. Bunu görmemek, o sesleri duymamak olmaz. Madem sebebi biziz, o halde bunu durdurmak, felaketin boyutlarını minimize etmeye çalışmak da bize düşer, öyle değil mi?

Tüm bu tehlikelerden ancak güçlü toplumsal iradeyle kurtulmak mümkün. Sebep olduğumuz çevresel problemlerin ne derece ciddi olduğunu anlamalı, üzerimize düşen sorumluluğu kabul edip, sorunları gidermek adına seferber olunmalı; etrafımızdakileri de bilinçlendirmeliyiz.

Bu anlamda sorumluluk sahibi her insanın yapacağı şeyler var. Kendi özel tüketimlerimizde titizlenme vaktidir artık. Savurganlık yapmayı ve bencilliği bir yana bırakalım. İşe kendimizden, evimizden, çevremizden başlayabiliriz.

Yaktığımız lambaları azaltabilir, yıkadığımız balkonları silebilir, akıtan muslukları tamir ettirebilir, rezervuarları daha az su tüketmek için yeniden ayarlatabilir; gereksiz elektrik, su ve yakıt israfını pekala önleyebiliriz. Sadece enerji kullanımının küresek ısınmaya katkısının %49 yani yarı yarıya olduğunu düşünecek olursak; alınacak en küçük önlemlerin büyük tasarruflara dönüşmesini sağlayabiliriz.

Unutmayalım ki damlaya damlaya göl olur. Siz, biz, onlar, hepimiz bu insanlık dramına bir an önce son verelim. Yapabileceklerimize hemen bugün başlayalım. Çocuklarımıza daha yaşanabilir bir dünya bırakmak için fedakarlık sırası şimdi bizlerde, hepimizde.

Doğanın bozulan dengesini tamamen düzeltemeyiz belki ama, en azından daha kötü hale gelmesini önleyebiliriz. Haydi ne duruyorsunuz?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
30.03.2007

1 Nisan 2010 Perşembe

ÇOCUKLARIMIZDA TRAVMANIN İZLERİ



Boşanmanın ardından çocukların dünyaları tıpkı adliye koridorlarında dava sonrası yaşanan sessizlik gibidir. Pek çok şeye tanık olmuş, pek çok şeyi dile getirememiş, çaresiz ve suskun kalmış duvarlalar gibidirler. Kimselerin umursamadığı sessiz çığlıklarından kimi küçük bir mahkeme odasında kilitli kalmış, kimi bir pencerenin pervazına sıkışmış, kimiyse tozlu raflarda bekleyen dosyaların arasında unutulup gitmiştir. Haykırışlarını duyacak kimse kalmamış, derin bir boşluk hissi tüm yüreklerini kaplamıştır.

Ama çocukların gönüllerinde hala anne babayı yeniden bir araya getirme tutkusu vardır ve bu umutlarını hiç kaybetmezler. Öte yandan hep bir merak duygusuyla içten içe mücadele ederler. Taşları bir türlü yerli yerine oturtamazlar. Sürekli eksik kalan ve bir türlü tamamlanamayan o taşı arar dururlar. Karşılaşacakları gerçeğin acı olabileceğini düşünseler de meraklarına engel olamazlar. Ve hayatları boyunca bilinçli olarak ya da bilemeden pek çok davranış şekli sergilerler.

Babasını evden uzaklaştırdığı, mutlu yuvalarını bozduğu için annesini suçlayanlar. Annesinin kızgın ve agresif tavırlarına bir anlam veremediği için ona düşman kesilenler. Babalarına haksızlık yapıldığını düşünerek sürekli onu savunanlar. Erkeklere asla güvenmeyip, yaşamları boyunca onlardan nefret eden genç kızlar. Kadınlara ve sevgilerine hep soru işaretiyle bakan, her ilişkisinde öç alma isteği ile yanıp tutuşan delikanlılar. Dayak ve şiddetin içinde çocukluğunu dahi yaşayamadan büyümek zorunda kalan ve yaşadıklarının aynısını ileride kendi ailesine uygulayanlar. Doğduktan sonra terk edilip unutulduğu için hayata hep küskün olanlar; boşanan anne babanın arasında sürekli çekiştirilip durduğu için kendisini hiçbir zaman doğru dürüst ifade edemeyenler.

Ve daha niceleri…

Her bir cümlede bir başka travmanın izleri, bir başka acı tecrübenin kalıntıları var maalesef. Ve her biri içimizdeki, yakınımızdaki belki de kapı komşumuz bir ailede yaşanan dramın çocuklarımızın yüreklerinde açtığı onulmaz yaradan birkaç örnek sadece.

Unutmayalım ki, boşanmanın sebepleri biz büyükleri değil, çocuklarımızı da derinden etkiliyor. Bu sebepleri bilmenin ya da tamamen habersiz olmanın hangisinden çocuklarımız en az hasarla kurtulurlar onu kestirmek zor olmakla beraber; hatırlamamız gereken en belirgin özellik çocuklarımızın ayrılıklara karşı duyarlı oldukları, dirençlerinin ise pek çok noktada zayıf kalışıdır.

Onca yaşanmışlığın, onca deneyimin hiçe sayıldığı böylesi bir ortamda; çocuklarımız kasırgaya tutulmuş küçük bir yaprak gibi oradan oraya savrulup giderken, gerçeklere peşlerini asla bırakmaz. Gün gelir o acı damlalar yüzlerine birer tokat misali çarpar ve ileriki dönemlerde bu travmanın izleri mutlaka bir şekilde kendini gösterir. O nedenle gerekçeler, açıklamalar, anne babanın birbirlerine karşı sözleri, tavırları, boşanma sebeplerinin anlatılıp anlatılmaması adına verilecek kararlar oldukça önemlidir.

Zorluklar bir değil, beş değil o kadar çok ki. Elimizde her iki ucu keskin, tehlikeli bir bıçak vardır sanki. Hangi tarafa denk gelirseniz gelin fark etmeyecek, mutlaka canınız acıyacak, içinizde bir yerleriniz kanayacaktır. Bu nedenle böylesi zor durumlarda yardım almak, profesyonel bir gözle olayın üstesinden gelemeye çalışmak, sorunlara ve sorulara ortaklaşa çözüm aramak belki de en doğru tercihtir. Çünkü kafamızı meşgul eden, bizi ikilemler içinde bırakan o kadar çok soru vardır ki…

Örnek mi? İşte birkaç tanesi…

Çocuğa tüm gerçekler anlatılmalı, boşanma sebepleri, anne babanın hataları açık seçik ortaya dökülmeli mi? Verilecek yalın cevaplar çocukları ruhsal anlamda etkilemez mi? Peki ya, hiçbir neden yokmuş gibi davranmak, gerçekleri saklamak? Düşüncelerin yanlış yönlere kaymasına, masum kişilerin suçlanmasına sebep olmaz mı?

Bu soruların cevaplarını vermek hiç de kolay değil, öyle değil mi? Çünkü her iki durumda da çocuğun ruhu etkilenecek ve bir şekilde darbe alacak.

Eğer gerçekler ne kadar acı olursa olsun bilmelidir derseniz, yavrularımızın minicik ruhu çok derinden sarsılabilir. Öğrenmesine gerek yok zaten anlayacak ve değerlendirecek yaşta değil deyip, her şeyi ört bas ederseniz bir süre sonra farklı suçlamalarla karşınıza dikilebilir. Hatta yıllar sonra gerçeklerle yeniden yüzleşmek zorunda kalınca, kapanmış yaraların kanamasına neden olabilirsiniz.

Bu zor kararı verirken kendinize dışardan bakmayı deneyin, ama unutmayın ki bu çok da kolay değildir. Bir insanın kendisine dışarıdan bakması, kendisini başkasının yerine koymasından daha zordur. Ancak yazılarını severek takip ettiğim yazar İclal Aydın’ın bir köşe yazısında dediği gibi; “belki de işin sırrı, kendi hayatına karşıdan bakanların yön ve makas değiştirirken üstlerine doğru gelen bir başla trenle karşılaşma olasılığını hiç unutmadan, akıllıca risk alabilmelerinde yatıyor.”

Konu çocuklarımız ve onların geleceği olduğu için, alacağımız riskin ne denli önemli olduğunu belirtmemize gerek yok sanıyorum. Ancak böylesi ciddi riskler güçlü bilinç düzeyiyle aşılabilir. Çünkü “hiçbir sorun, o sorunu yaratan bilinç düzeyi ile çözülemez.” Bu cümle ünlü bilim adamı A.Einstein’a ait ve ne kadar doğru değil mi? Her zaman daha güçlü bir bilinç düzeyi ve her zaman akılcı bir yaklaşım.

Ben diyorum ki, aile içinde yapılacak vicdan muhasebesi can acıtacak olsa bile vakit geçirmeden yapılmalı; gerekçeler belirli çerçevelerde çocukla paylaşılmalı, ileride “keşke” denecek hiçbir şeye fırsat yaratılmamalıdır. Elbette tüm bunları yaparken çocuğun ruhunu zedelememeye özen göstermeli, oldukça yumuşak kelimeler kullanılmalı, nefret ve kin gibi kötü tohumların o minicik kalplerde yer etmesi önlenmelidir.

Biz büyükler çocuklarımızın omuzlarına taşıyabileceklerinden daha büyük sorumluluk yükleyip onlardan anlayış beklerken; gerçekleri saklayarak, “çocuk nasılsa anlamaz” mantığıyla bir takım şeyleri ört bas edersek onları daha çok yaralarız aslında. Madem ki sorumluluk yüklenecek, bizi anlayacak kadar büyükler o halde bazı şeylerin belli ölçülerde konuşulması, onların fikirlerine baş vurulması, onaylarının alınması daha doğru değil mi? Diğer şekilde davranmak onları yok saymak anlamına gelmez mi?

Ortada aldatma, taciz, dayak, içki, kumar, uyuşturucu alışkanlığı gibi kolay affedilemeyecek sebepler varsa; boşanma sonrasında bunu çocuklara getirilerini düşünerek; saklayıp saklamamaya ya da bir süre ertelemeye karar vermek gerekiyor galiba. Çünkü gerçekler karşımıza dikilip, bunun çocuklarımız üzerindeki menfi etkilerini gözlemlemeye başladığımızda her şey için çok geç kalmış olabiliriz.

Unutmayın güçlü bilinç düzeyi ve akılcı yaklaşım bize yol gösterecektir. Yeter ki zamanında ve yerinde kullanmasını bilelim.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
28.02.2007

BOŞANMA GİRDABINDAN SESLENENLER VAR


Tıpkı evlenmek gibi boşanmak da hayatın bir gerçeği ve maalesef son yıllarda sayılarında o kadar artış oldu ki. Hemen her yerde parçalanmış bir aileye ve onların çocuklarına rastlamak mümkün. Üstelik hiç ihtimal vermediğimiz ailelerde bunu görmek insanı oldukça üzüyor, en çok da çocuklar adına. Boşanma girdabından seslenenler işte onlar, bilmem sizlerde benim gibi seslerini duyuyor musunuz?

Aynı evde bir ömür geçirmek, ama bir gün bile yüzlerin gülmemesi zordur, içini sızlatır insanın. Sevgisiz geçen yıllarda, onca emeğin, onca çabanın birer birer yıkılışına tanık olmak; sevgisizliğin gün be gün kalpleri tırmalayan, zaman zaman da kanatan iç çekişine eşlik eder.

Kavgalarla, aşağılanmalarla, kızgınlıklarla, küslüklerle geçen bir ilişkiye dur demek adına; o dayanılmaz zorluklara artık katlanamayacağınızı anladığınızda beraberliğinizi sonlandırmak zorunluluk olmaya başlar.

Üstelik bir de çocuklarınız varsa arada, zor bir kararın dönemecindesinizdir artık ve daha büyük bir karar vermek durumunda hissedersinizi kendinizi. Ya tartışmaların, göz yaşlarının süregeldiği bir aile olarak yaşamaya devam edecek, çocuğunuza eksiklik hissettirmemek adına pek çok şeye katlanıp, görmezden gelecek, hatta göz yumacaksınız ya da bu mutsuzluğun çocuğunuzu da olumsuz etkileyeceğinizi düşünerek boşanacaksınız.

Denemeler, alttan almalar sonuç vermeyip, hiçbir şeyin değişmediği, aksine daha da kötüleştiği düşünülüyorsa sonunda ayrılık kararı kaçınılmaz olur zaten. Eşler yollarını ayırır ve çocuklar ya anneye ya da babaya verilir. Küçücük bir çocuğun en zor anları, en zor yılları böylece başlamış olur. Çünkü boşanmış anne babanın çocuğu olmak zordur. Kız ya da erkek hiç fark etmez, her ikisi de ruhlarının köşe bucak her bir noktasında bu etkiyi öylesine hisseder; duygularında öylesine fırtınalarla karşılaşırlar ki, o tozlu dünyada nefes almakta zorlanırlar. Adeta solukları kesilir. İç dünyaları zaten bir değişim rüzgarının etkisindeyken birde böylesi bir şok yaşamak onların gelecekteki hayatlarını fazlasıyla etkiler.

Evlilikten soğuyanlar, insanlara güvensizlik duyanlar, sevgiye ve aşka inanmayanlar, iç dünyalarına çekilip dışarıya karşı duvar örenler, her şeye isyan edenler onlardır artık. Ve hiç biri gerçek anlamda mutlu değildir. İşin acı tarafı mutlu aile tablosunun sergilendiği her kare çocuğun yüzünü mahsunlaştırır, içini bir başka sızlatır.

Babasıyla beraber yaşıyorsa annesini, annesiyle beraber yaşıyorsa babasını özler. Haftada bir görmeler, iki yabancı gibi karşılaşıp havadan sudan konuşmalar, yemek yiyip ayrılmalar onlara yetmez. Sıcacık bir aileyi, anne babasının birbirine sevgiyle bakan gözlerini arar her yerde. Büyümenin o anlaşılması zor duygularıyla içten içe çarpışırken; sevgi dolu yuvasında huzur bulmak ister; paylaşmak ister duygularını ailesiyle, annesinin omzuna yaslanırken babasının elini tutmak ister.

Dışardan bakıldığında görünen görüntü tebessüm eden ve aldırmaz bir çocuk izlenimi verir ama, ya iç dünyaları? Kırılmaya her an hazır o narin duyguları, size anlatamadığı hatta kendisine bile itiraf edemediği o eksiklik duygusu?

Peki ne yapılmalı, en doğru karar nasıl verilmeli? Sıkıntılar ve mutsuzluklarla dolu bir evlilik sadece çocuklar için sürdürülmeli mi? Böylesi zor bir ortamın çocuk ruhuna etkileri çok daha darbeli olmaz mı? Anne baba arasındaki mutsuzluk çocuğun ruhunu da esir almaz mı?

Tüm bu olumsuzlukları yok etmek adına boşanma tercih edildiğinde ise, bu kez çocuğun ruhunda açılan eksikliği gidermek adına neler yapılmalı, nasıl bir zemin hazırlanmalı?

Sorular zor, sorular derin ve zorlayıcı; üstelik verilecek cevaplar ne yazık ki hep tek taraflı kalmaya mahkum. Evet hiç kolay bir karar değil boşanmak, yolları ayırmak; çocuğu bir tarafı tercihe zorlamak, ondan yaşının üstünde bir anlayış ve sabır beklemek. Belki de kendimizin gösteremediği o büyüklüğü küçücük yaşındayken ondan istemek, dünyalarını karıştırmak, düzenlerini bozmak. Bu biraz acımasızca gelmiyor mu size de?

Boşanmada da tıpkı evlilikte olduğu gibi dikkatlice enine boyuna düşünülerek adım atılmalı diyorum ben, böylesi bir acımasızlığa sebep olmamak adına. Ne anne babalar bu uğurda kendilerini feda etmeli, ne de çocuklar arada harcanmalı. O aradaki hassas denge çok iyi kurulmalı. Eğer dünyaya bir çocuk getirmeye karar verilmişse o kararın arkasında sonuna kadar durmalı “denedim ama olmadı işte, kader ne yapalım” dememeli. Şartlar sonuna kadar zorlanmalı, yapılacak fedakarlıklar tek tek gözden geçirilmeli, önce çocuklar sonra da kendimiz için en iyisi olacağına inandığımız yol seçilmeli. Tüm bu olup bitenlerle uzaktan yakından ilgisi olmayan masum çocuklarımız ve ruhları korunmalı.

Bu ince detaylar gösteriyor ki, o zor kararı almak bir yana, esas mücadele ondan sonra başlıyor ve bu anlamda anne babalara büyük işler düşüyor. Öncelikle çocuğun ruhsal gelişimini olumsuz etkilememek adına her iki tarafında özenli davranması gerekiyor, hem özle hayatlarında hem de çocuklarıyla olan iletişimlerinde. Kızgınlıkla, kırgınlıkla, öç alma duygusuyla ağızdan çıkacak ve karşı tarafı rencide edecek her sözün, çocukların ilerideki yaşamını etkileyeceği unutulmamalı. Dünyaları daha fazla karmaşık hale getirilmemeli.

Yakın çevremde boşanan ya da kör topal giden evliliklerinde çocuklarına negatif etkiler veren o kadar çok aile var ki… üstelik yıllar öncesinden yapılan küçücük hataların çocuklarının ruhlarında nasıl olumsuz etkiler bıraktığını görünce üzülüyorlar elbette; ama artık bazı şeylerin değişmesi için çok geç olduğunu anlıyorlar. Ve biliyor musunuz “keşke” diyorlar içleri sızlayarak. Ama bu keşkeler hiçbir şeyi geri getirmiyor, düzeltemiyor ne yazık ki.

Çocukların gizemli dünyalarını anlamak, onu çözmek zordur. Yaşları küçük olsa da siz söylemediğiniz halde öyle şeyler yapar, öyle farklı davranışlar sergilerler ki, sonuçta sizi bile şaşırtırlar. Tıpkı büyümüşte küçülmüş gibidirler.

Onları biz dünyaya getiriyoruz; çocuğumuzu en iyi şekilde yetiştireceğimizi düşünerek, buna yürekten inanarak ve hazır olduğumuzu hissettiğimiz anda ona merhaba demeye karar verirsek belki de her şey daha kolay olur, öyle değil mi?

Henüz oturmamış bir evlilikte, hele hele sallantılı bir ilişkide sadece o beraberliği kuvvetlendirmek umuduyla çocuk yapma düşüncesi ne büyük bir yanlışlık! Çocuk demek sorumluluk demektir. Bir çocuğu en iyi şartlarda yetiştirmeye çalışmak dünyanın en zevkli ama aynı zamanda en ağır işidir. O günahsız yavruları bin bir emekle büyütürken sadece karınlarını doyurmak yetmiyor, önemli olan ruhları. Ruhlarını sevgiyle mutlulukla doyuramadıktan, gözlerini ışıl ışıl baktıramadıktan sonra dünyaya yeni bir günahsız can daha getirmek neden?

Tüm bunlar bir yana boşanmış her ailenin çocuğu mutlaka mutsuz olur demek istemiyorum elbette. Ben öyle anne babalar tanıyorum ki, birbirleriyle yollarını ayırdıkları halde çocukları söz konusu olduğunda akan sular duruyor adeta. Aralarındaki o dengeyi, eksik kalabileceklerine inandıkları tüm değerleri sağlamak adına tıpkı güçlü bir ekip edasıyla çalışıyorlar. Kendi duygularını çocukları söz konusu olduğunda frenlemesini biliyorlar. Çocuklarının ruhuna özen gösteriyor, o ruhun incinmemesi adına ilişkilerine özveriyle yaklaşıyor, kırgınlıklarını unutuyorlar. Çünkü biliyorlar ki, çok hassas bir denge var aralarında ve o hassas dengenin tüm bilançosu çocuklarına mal edilmemeli. Çocuk kendini yalnız ve dışlanmış hissetmemeli. Annesi babası ayrılmış olsa da onlar eli bıçaklı iki düşman değil, iki gerçek dost olabilmeli.

Üstelik tıpkı evlenmek gibi boşanmak da hayatın bir gerçeği ve gün geliyor o gerçekle yüzleşmek gerekebiliyor. Çünkü istenmese de bazen şartlar insanları zorlayabiliyor ve ilişkideki mesafeleri erişilmez hale getirebiliyor. Ama o mesafeleri aşmanın insanın kendi elinde olduğu gerçeğini unutmadan; boşanma girdabından seslenen yavrularımızın sesini duyabilmeyi ve onlara yalnız olamadıklarını hissettirmeyi başarmak gerekiyor.

Dünyaya bir mutsuz çocuk daha katmamak adına, en azından bunu yapmalıyız, öyle değil mi?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
15.02.2007
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...