11 Şubat 2010 Perşembe

KAYIP KİMLİKLER!



Kişilik kaybına uğrayan kadınlar… çok güzel ve çoğu ünlü oldukları, dışarıdan bakıldığında hepimizi imrendirecek kadar keyfili bir yaşam sürdürdükleri halde yine de erkeklerinin gölgesinde kalanlar… Derinliğine bakılıp incelendiğinde, nedenleri araştırıldığında karşımıza çıkan örneklerin çeşitliliği ve sayısı karşısında şaşırmamak elde değil.

Hemen hepsinin yetenekleri ve yapabileceklerinin sınırı alabildiğince geniş ve açıkken bunu ön plana çıkarmıyorlar, çıkaramıyorlar. Belki bilerek belki bilmeden hep erkeklerinin gölgesinde kalıyorlar.

Nedeni sevgiye olan tutkuları, yapıları gereği ön plana çıkan sorumlulukları, annelik vasıfları, beraber oldukları kişinin gizliden gizliye sürdürdüğü baskı, toplumun beklentileri ya da buna benzer pek çok şey olabilir elbette. Ama etken her ne olursa olsun kadınların kişiliklerini her daim koruyabilmeleri, yapacakları her işte sınırı alabildiğince zorlamaları, yeteneklerinin farkına varıp kendilerini geliştirmeleri ve hepsinden önemlisi yaşamları boyunca kendilerine ait zaman dilimleri yaratmaları gerekli diye düşünüyorum ben.

Her kişi kendinden sorumludur; elbette bir hayatı paylaşmaya başladığımızda ve aile kurup çoluk çocuğa karıştığımızda sorumluluklarımız o ölçüde artacaktır ama, yine de bu başkalarının tüm sorumluluğunu üstlenmemiz anlamına gelmemelidir.

Eşimiz olsun, çocuklarımız olsun hayatı paylaştığımız herkes kendi başına bir bireydir ve herkesin bu ortak paylaşımda kendi özgürlüklerini yaşayabilecekleri, nefes alabilecekleri kendilerine ait alanları ve kısa zaman dilimleri mutlaka olmalıdır. Hem paylaşımın sıcaklığını her daim korumak adına, hem de kişilerin kendilerini rahatça ifade edebilmeleri adına bu özgürlük önemlidir. Elbette sınırları belli, elbette sevdiklerimizi incitmeyecek ve onların özgürlük alanlarını kısıtlamayacak şekilde olmak kaydıyla.

Zaman zaman karşımıza çıkan hayat öyküleri vardır; eşini kaybedince yada evliliğini sonlandırmak zorunda kalıp çocukları ile birlikte ya da yalnız bir başına zor bir dönemeci başarı ile dönmüş kadınlardır bunlar. Pek çoğu o ana kadar kendi özelliklerinin dahi farkında değilken ya da bir şekilde üstü örtülüp derinlere saklanmışken, aniden ne olmuştur da herşey tüm çıplaklığı ile gözler önüne serilip ardarda gelen başarı öyküleri hayatlarını kaplamaya başlamıştır? Daha önceden yeknesak, tekdüze olan olan yaşamları o zorlu mücadelelerle daha bir renklenmiştir? Evet belki ilk adımlarında bocalamış, ilk zamanlarında ne yapacaklarını bilememenin verdiği korkuyla çok sıkıntılı günler geçirmişlerdir ama, sonunda herkesin takdir ettiği güzel işlere imzalarını atmış, hayatlarına çeki düzen vermişlerdir. Gözleri, bakışları, hayata karşı duruşları kısacası her şeyleri ile adeta bambaşka bir kimliğe bürünmüş, aslında kaybettikleri kişiliklerini azimle, ısrarla yeniden kazanmışlardır. Belli belirsiz var olan baskıdan kurtulmuş, görünmez zincirlerini kırmışlardır. Bir başka deyişle kayıp kimliklerine geri dönmüşlerdir.

Bir hayatı paylaşmak, sevgi ve saygıyı yitirmeden huzuru yakalamak için bireylerin bir takım şeylerden fedakarlık etmesinin gerekli olduğunu düşünüyorum ben. Ancak beraberliklerde iki baskın karakterin karşı karşıya gelmesi pek mümkün olmadığından bir taraf hep fedakarlık yapmak zorunda kalıyor. Ve böyle bir durumda ilk fedakarlık nedense hep biz kadınlardan bekleniyor. Eğer her iki tarafta baskın karakterlerini muhafaza edip, fedakarlık etmeyi düşünmüyorlarsa o zamanda maalesef o pembe büyü kayboluyor ve evlilikler, beraberlikler pek uzun soluklu, pek keyifli olamıyor.

Kadının egemen olduğu, baskın karakterini ön plana çıkardığı durumlarda eğer erkek geri planla kalmayı kabullenirse ilk başlarda pek bir sorun yokmuş gibi görünüyor; ancak ileriki yıllarda erkek bunaldığının farkına varıp evliliğini sonlandırma isteği duyabiliyor. Bir kalemde eşini, evini, çocuklarını terk edip özgürlüğe, yalnızlığa ve yeni heyecanlara yelken açabiliyor.

Tam tersine kadınlar aynı role soyunduklarında geçen yıllar içinde tam bir kabullenme portresi çiziyorlar; bunalsalar dahi yalnız başlarına bir şey yapamayacakları hissi ağır bastığı için hayatlarında en küçük bir değişiklik dahi yapamıyorlar.

Biz kadınlar evlendikten özellikle anne olduktan sonra neredeyse tüm hayatımızı ailemize adıyoruz. Bunu elbette zevkle, istekle, heyecanla ve mutlulukla yapıyoruz ama aynı zamanda kendimize ait alanları fark etmeden daraltıyoruz. Farkına vardığımızda ise yıllar yüzümüzde yaşanmışlığın en naif izlerini çoktan bırakmış oluyor. Üstelik çocuklarımız büyüyor, bizlerden yavaş yavaş koparak kendi özgürlüklerinin peşinde yepyeni hayatlara yelken açmak istiyor. İşte bu noktada bizler için çalan tehlike sinyallerinin sesi uzaktan duyulmaya başlıyor. Tüm yaşantımızı kaplayan ve bir türlü bitmek bilmeyen işler artık bize yavan geliyor, eski tadını vermiyor. Yalnızlık duygusu kapımızı çalıp çalıp kaçarak varlığını hissettiriyor. Taa ki çocuklarımız bir kuş misali yuvadan uçup evde bir başımıza kalıncaya değin bu süreç böyle devam ediyor. Üstelik eşimizi de erken yaşta kaybetmiş yada ayrılmışsak, bir hayat arkadaşımız da yoksa o an için yanımızda…öylece kalakalıyoruz hayatın ortasında…yalnız…yapayalnız…Dostlarımız bile bu yalnızlığa derman olamıyor çoğu kere.

Oysa ki çocuklarımızı yetiştirirken bir yandan da hedeflerimiz olsaydı, o heyecan hiç bitmeyecekti, yenilikler hep yanı başımızda olacak yalnız kaldığımızı anlamaya dahi zaman bulamayacaktık. Ama şimdi öyle farklı ki…Yalnızız işte heyecansız, isteksiz günleri haftalara, haftaları aylara ve yıllara ekleyip gidiyoruz monoton bir yaşam içinde ve nereye gittiğimizi bilemeden. Amaçsız ve ruhsuz…

İşte tam bu noktada bu hisler içinde bocalayan kadınlara benim sözüm. Hayatta bir takım kararlar almak için yaşın asla geç olmadığının ve hayatın her döneminin ayrı keyfi olduğunun farkına varılması ve o yolda çaba gösterilmesi hususunda. Varsın acımasız geçen yıllar yüzünüzde, bedeninizde yaşanmışlığın izlerini bıraksın; varsın içinde bulunduğunuz toplum tarafından yaşınız pek çok şeye uygun görülmesin (ki ben bu tarz ön yargılara kesinlikle karşıyım) bunların hiç biri önemli değil; önemli olan sizin ruhunuz, sizin iç sesiniz, sizin istekleriniz ve hissettiğiniz yaşınız.

Çünkü hayatın her evresi, her yaşı o kadar güzel ki… üstelik sorumluluklarınızı bir bir yerine getirmiş olmanın huzuru ve itici gücüyle hayatınıza yeni güzellikler katabilir, yaşam sevincinizi ve umudunuzu her dem taze tutabilirsiniz.

Siz etrafınızdakilerin beklediği gibi değil öncelikle kendi istediğiniz gibi yaşamalısınız. Ayrıca kendinizden ve sevdiklerinizden başka kimseye hesap vermek, açıklama yapmak zorunda da değilsiniz. Kim ne dersin, kendinizi iyi hissettirecek her şeyi yapabilir; cıvıl cıvıl renklerde giyinebilir, istediğiniz ortamlara girip ikinci baharınızı yeniden yaşayabilirsiniz.

Hayat tamamen sizin, tadına varmak ya da varmadan elinizden kaçırmak tamamen size kalmış. Ama unutmayalım ki hayata sadece bir defa geliyor insan, tekrarı yok. Beğenmedim sil baştan deme şansımızda… O halde yapılması gereken elden geldiğince şartları zorlamak ve hayat çizgisini kendi istediğimiz şekle yaklaştırmak… Mutluluk hepimizin hakkı, istediklerimizi yapabilmekte.

Yeter ki pes etmeyelim, yeter ki kendimizi salıverdiğimiz o durgun nehirden çıkarıp çoşkun akan çağlayanlardan geçirip uçsuz bucaksız denize bırakalım. “Her şey zamanında olmalıydı, benden geçti artık “ diye düşünenler! Sözüm sizlere…Hiçbir şey için geç değil inanın bana. İçinizden gelen her ne varsa, bu zaman kadar yapamadığınız her şey sizin tek bir kararınıza bağlı. O kararı verdikten sonra sizi tutabilene aşk olsun. Koşun, yaşamın kıyısından köşesinden neresinden tuttuysanız o minicik ucunu hiç bırakmadan kararlılıkla koşun ne olur…

Satırlarıma şiirlerini severek okuduğum ve dizelerindeki mucizevi anlamları
çözmekten büyük keyif aldığım şair Esat Selışık’ın “Bir Düş Gördüm Düşümde”
adlı şiirinden küçük bir alıntı yaparak son vermek istiyorum.

““Yolumun başında Orpheus
Dudağında Syrinks’i üflüyordu.
Kanatlanmış notalar mırıldanıyordu...
Esatir şarkısını
Ve düşlerimin sırrını.
“Cennet yüreğindedir insanın
yaşamın karmaşasından kurtulmak için
kurtar gözlerinin tutsaklığından bakışlarını
sonra seyret Kainatı
Kainatın üzerine çıkarak.
Ve yürü sonsuzluğun içinde kendi içine
Orada,
Kendi sonsuzluğunda Tanrıyı bulacaksın !..”
Cemre düştü düşlerime dün gece
Bahar geldi sandım
Kör kuyularda bırakıp kör karanlıkları
Yaşam denen bir düşe uyandım!.. “”

Haydi tıpkı şairin dediği gibi sizlerde kör kuyularda bırakın tüm karanlıklarınızı
ve yaşam denen düşe uyanın bir an önce, uyanın ve kayıp kimliklerinizi bir an
önce bulun!

Özgürlüğün ve an’ların farkına varacağınız en güzel günleri en geç yaşınızda
yakalamanız dileğimle…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
05.12.2006

1 yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...