26 Ocak 2010 Salı

BÖYLE TÖRE OLMAZ OLSUN


Sözün yetmediği yerler vardır hani… kelimeler çaresizce birbirlerine sokulur, duygularımızı yeterince anlatamamanın verdiği çekingenlikle boyunlarını bükerler… Siz çağırdığınızda yazınıza gelmek istemezler.

İşte bende öylesi bir ruh hali içindeyim; gözlerimin önünde bir resim karesi… mıhlanmış oturuyor, nereye baksam ne yapsam gitmiyor…

Sıradan bir resim karesi belki, sıradan herhangi bir resim… Ama hepimiz gibi beni de aldı ve çok uzaklara götürüp, hüznün en karanlık koynuna bırakıverdi.

Ağır geldi bu resim bana, duygularımı adeta esir aldı, boğazımı kocaman bir yumrukla tıkadı. Çünkü o karede derin bir çaresizlik vardı, o karede sessiz bir haykırış vardı, o karede yitmiş gitmiş bir gençliğin gelecekle buluşmak için çabalaması ama hiçbir şey yapamaması vardı, o karede aslında çok şey vardı.

O karede  bir kadın…

               bir anne,

               sırtında yavrusu…

               kendisini asmıştı…

               anlatmak istediklerini ancak böyle anlatmıştı.

Bir anne olarak daha çok etkilendim belki de bilemiyorum ama; bir yanda o gencecik anneyi, öte yanda çocuk olmasının güzelliğini yaşayamadan annesine veda eden ve ölümün soğuk nefesini sırtında hisseden minicik bebeği düşünmeden edemedim.

Bu nasıl bir büyük bir çaresizlik, nasıl büyük bir dramdı ki, hayatının baharındaki genç bir kadını bebeği ile beraber kıskacına almış bırakmamıştı. O anne ki verdiği son radikal kararı uygulamaya koyduğunda da yavrusunu düşünmüş, ondan ayrılamamış, belki de o bilmediği sona yaklaşırken yavrusunun varlığı ile cesaret bulmuştu. Son nefesini verirken bile ağlamadığından, güven içinde olduğundan emin olmak istemişti. Aslında şartlar onu buna zorlamıştı. Yavrusunu emanet edecek kimsesi yoktu çünkü, o nedenle en azından ölümün soğukluğu tüm bedenini kaplayıncaya ve birileri kendisini bir şekilde buluncaya kadar annelik iç güdüsüyle yavrusundan ayrılmak istememişti.

Hoşgörünün, alçak gönüllü olmanın, bağışlayıcılığın ve sevecenliğin her zaman bizim insanımızın en güzel değerleri olduğunu söyleriz, hatta bununla gurur duyarız. Ama berdel gibi çağdışı kalmış bir töreye dur diyemiyoruz, evlenip yuva kuran çocuklarımızın anne baba evine ancak cesedi geri döner diyerek onları adeta ateşe atıyoruz. Bu nasıl bir zihniyet, nasıl bir insanlık anlamakta öyle zorlanıyorum ki… Köylerde yüzlerce genç kızımız başlık parası uğruna okuldan alınıp sorgusuz sualsiz çocuk yaşta evlendirilirken, berdelle bir mal gibi değiş tokuş yapılırken, onların yaşamlarını adına töre dediğimiz, gelenek dediğimiz bir takım bağnazlıklarla karartırken; vicdan denen o insani duyguyu da ayaklar altına alıp eziyoruz.

Köyde kadınlar çaresiz, anneler suskun, çünkü her şeyin kararı erkeklerde; onlar ne derse o oluyor. Erkek isterse kızını satıyor, gönlü isterse eve kuma getiriyor, yine gönlü çekerse bir kadına zorla sahip oluyor, peşinden o yüz kızartıcı suçunu affettirmek için kızını berdel olarak veriyor, hem de hiç düşünmeden utanmadan sıkılmadan. Sonuçta etrafta mutsuz yığınla kadın, onların yetiştirmeye çalıştığı çocuklar… işte toplumsal çöküşün ayak sesleri…

Ama bu olumsuz tablo önemli mi? Değil, çünkü erkek mutludur. Egolarını bastırmış, hayvani duyguları uğruna eşini, kızlarını harcamıştır hem de gözlerinin yaşına bile bakmadan. Aslında erkek tamamen zayıflığına yenik düşmüş ve törelerin koruyucu kalkanı ardına saklanmıştır tam bir korkak olarak. Ama töre onlardan yanadır ya sorun yoktur. Çünkü töre emretmiş erkek uygulamıştır, çünkü töre tüm ayıpları örter.

Öyle mi? Bu kadar basit mi?

Her şeyin üstesinden gelen, tüm dertlere çareler arayan insanımız töreler karşısında bu kadar mı çaresiz? Neden kimseler bu gidişata bir çözüm yolu bulamıyor, dur diyemiyor?

Aslında tüm bu yaşananlar yeni şeyler değil, Anadolu kadınlarımızın yıllardır tanıklık ettiği, birebir yaşadığı gerçekler. Pek çoğumuz bu geleneklerden habersizken, hatta berdelin manasını dahi bilmezken onlar yıllardır törelere tutsak olmuş yaşıyorlardı ve bu uğurda kim bilir kimler feda edildi, kim bilir kimler gencecik yaşta toprağa verildi verilecek. Yıllardır var olan bu acımasızlık eskiden olduğu gibi günümüzde de devam ediyor, ancak gündemi daha çok meşgul ettiğinden olsa gerek bizler daha çok olayla karşılaşıyor, belki de durumun ne kadar vahim olduğunu yeni yeni fark ediyoruz.

Yitip gidenleri düşündüğümüzde evet belki de çok geç kaldık ve bu ana kadar ses çıkarmamış olmamız bağışlanamayacak kadar büyük bir suç; ama en azından şimdi şu noktadan başlayabiliriz pekala. Bizden sonraki nesilleri düşünerek, bizlerin yaşadığı travmaları onların asla yaşamamasını umut ederek…

Bir şeylere karar vermek bile o işin yapılanmasında olumlu bir adım değil midir sizce de? Madem ki şu anda oralarda ardı ardına yaşananlar içimizi yakıyor, yüreğimizi sızlatıyor o halde bir yerlerden ses vermeliyiz bizlerde.

Sivil toplum örgütleri ile devletin dikkatini bir şekilde çekmeli, alınacak önlemler bir an önce alınmalı, artırılmalı. Bilemiyorum belki de ağır yaptırımlar getirilmeli, şimdi değilse bile en azından yıllar sonra törelerin bağnazlığı unutulmalı. Bu iş elbette hiç kolay değil. Mutlaka kulak arkasına atılacak, mutlaka karşı çıkanlar olacak ama, zaman içinde nesiller boy atıp filiz verdikçe töresizde yaşanacağını anlayacak bizim insanımız. Bu süreç çok zor, çok meşakkatli ama denemeye değer hem de hiç beklemeden, yarı yolda pes etmeden, gencecik kızlarımız daha fazla harcanmadan, dünyaya küsmeden.

Ben o resim karesine benzer bir resim daha görmek istemiyorum. Ya siz?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
5.12.2006

22 Ocak 2010 Cuma

BAĞIŞLAMANIN DAYANILMAZ HAFİFLİĞİ




Bağışlayabilmek…

Kin ve nefret duymadan size karşı yapılan tüm haksızlıkları, yanlışlıkları bir kalemde silip atabilmek ve buna sebep olan, kalbimizi derinden yaralayan; o kendine münhasır nadide köşkümüzü adeta tuzla buz eden her kim yada kimler varsa hayatımızda, tümüne “gönülden bağışladım sizleri, unuttum olanları” diyebilmek…

Ne kadar zordur bilirim. Hele hele biz kadınlar için. Kolay unutamadığımız; ayrıntıları, detayları her zaman hatırladığımız ve belki de karşımızdaki insanlara arkadaş olsun, dost olsun, sevgili olsun çok fazla değer verdiğimizden, hepsinden önemlisi kalbimizi tümüyle açtığımızdan olsa gerek.

Bağışlamanın insanı yücelten en güzel erdemlerden birisi olduğunu bildiğimiz ve gerçekten affetmek, unutmak istediğimiz halde başardıklarımızın sayısı öylesi azdır ki… İçimizden çok istesek de, gönlümüzden defalarca geçirsek de olmaz yapamayız kolay kolay; affedip haksızlıkları, ihaneti, aldatılmayı sünger çekemeyiz geçmişimize.

Tam affettim artık, bu onulmaz yarayı en derinlere gömdüm dediğimiz bir anda herhangi bir şekilde su yüzüne çıkıverir istemsiz. Ve o anda affettiğimizi sandığımız kişi belirir gözlerimizin önünde, yaptıkları birde; içimizde yeniden yeşeren kızgınlığımızla birlikte. Ama elimizde değildir işte yapamayız.

Hayat bu!

Hani bağışlama gerektirecek şeyler olmasa hayatımızda öfkeyi, nefreti tatmasak sık sık…Yaşamın güzelliğine varabilsek her defasında…Gerçi bunlarda hayatın tuzu biberi. Onlarda olmalı ki, güzel şeylerin, değerli arkadaşlıkların, gerçek dostlukların kıymetini daha iyi anlayalım diyebilir pek çoğunuz.

Haklısınız da…

Ama kalbimizin o çok üzüldüğü anlar var ya…işte o anlarda buna hak veremiyor insan, hatta aklına bile getiremiyor, öyle değil mi?

Bağışlamamızı gerektirecek olaylar elbetteki ufak tefek kalp kırıklıkları değildir. Onlarla her an karşılaşıyoruz ve hemen unutup geçiyoruz. Oysaki bir ihaneti; bir aldatılmayı; o ana kadar arkadaş sandığımız, kalbimizi en ücra köşelerine değin açıp her şeyi paylaştığımız kişi tarafından kullanılmayı, basamak yapılarak sömürülmeyi; hele hele maddi çıkarlar nedeniyle bize yaklaşanları, bu amaçla yapılanları kolayca unutamıyoruz. Bu bir gerçek!

İster özel hayatımızda olsun, ister iş hayatımızda yada yakın çevremizde böylesi insanlarla karşılaşmamayı diliyor insan her zaman. Hani ne derler “doğru yerde doğru insanlarla karşılaşmak gerek” ama bu da her zaman bizim elimizde olmuyor maalesef. Gün geliyor saflığımız tutuyor, gün geliyor mantığımız bizi uyarsa da kalbimize yenik düşüyoruz, inanıyoruz hem de sonuna kadar. Bilemiyorum belki de inanmak istiyoruz art niyetsiz ve masum…tıpkı çocuklar gibi. Çünkü gazetelerde okuduğumuz, medyada gördüğümüz, haberlerde izlediğimiz o yanlışlıkların , o gönül kırgınlıklarının sebebi olan insanların bize asla ulaşamayacağını düşünüyoruz; “onlara olmuş ama bize asla olmaz” diyoruz.

Ama…Sonunda bizde ihanetin, aldatılmanın, kullanılmanın o acımasız kıskacına düşüyoruz.

Üzülüyoruz ister istemez, kalbimiz belki bin parçaya ayrılıyor. Küsüyoruz bazen her şeye, hatta dünyaya, yaşamaya. Hak etmediğimiz o hareketlere maruz kalmak içimizi çok acıtıyor, içten içe sızlıyor kalbimiz. Hassaslığımızın tavana vurduğu böylesi anlarda öfke ve nefret duygularının yüreğimize gelip çöreklenmesini beklemeden affedip unutmayı deniyoruz. Çünkü biliyoruz ki bağışlamayı başarmak, kendimizi çok daha iyi hissetmemizi, olayları daha bir olgunlukla karşılayabilmemizi sağlayacak; duygusal yükümüz hafifleyecek, insanlara ve dünyaya daha barışık bakabileceğiz.

Bu az şey midir? Elbette değil. O halde bağışlamayı denemek, bizi zorlasa da pes etmemek gerek.


Benim de hayatımda tıpkı sizler gibi pek çok olay oldu, affetmemi bağışlamamı gerektirecek bu olaylar karşısında çok çabaladım. Her defasında kendimi onların yerine koyup, empati ile onlara bir nebze de olsa hak vermeye çalıştım. Bir kısmında başarılı oldum, bir kısmında ise kalbimdeki sızı öylesine içten içe kanıyordu ki unutamadığımı itiraf etmeliyim.

Konu her ne olursa olsun, eğer hak etmediğinizi düşünüyorsanız o haksızlığı, içiniz içinizi yiyip bitiriyor. “Neden?” diyorsunuz defalarca, sadece “neden?” Ve ne karşınızdakine nede kendinize bu durumu asla yakıştıramıyorsunuz. Çünkü tanıdığınız, belki de tanıdığınızı sandığınız kişinin böylesi bir harekette bulunacağına, sizi bu şekilde kullanacağına, size sadece maddi çıkarları için yaklaştığına asla ihtimal veremiyorsunuz. Siz onun için nasıl olumlu şeyler düşünüyorsanız, onunda sizin için aynı duyguları beslediğini sanıyorsunuz doğal olarak. Ve gün geliyor, arkadaşınız sizden bir yardım istiyor, bulunduğu sıkıntılı durumu bir bir anlatıyor. Sizde hiç düşünmeden tüm imkanlarınızla elinizden gelen yardımı yapıyorsunuz. Kalbiniz yardım edebilmenin, bir insanın derdine merhem olmanın mutluluğu ile çarpıyor.

Ama ya sonrasında…

Sonrasında birde bakıyorsunuz ki dert sahibi kişi kaybolmuş gitmiş…aramalarınıza yanıt dahi alamıyorsunuz. Karşınızda artık bir yabancı duruyor ve sizden köşe bucak kaçıyor.

İşte o anda kullanıldığınızı, evet kullanıldığınızı, aldatıldığınızı anlıyorsunuz ve içiniz acımaya başlıyor. Olanları unutmak ve yapılanları bağışlamak ise kolay olmuyor. Deniyorsunuz hem de her şekliyle, sonrada “üzülmeye bile değmezmiş” deyip hatıralarınızın tozlu rafları arasında bir yerlere bırakıyorsunuz bir daha hatırlamamayı dileyerek…gönlünüz yüne kırgın ama içiniz rahatlamış olarak.

Evet…bağışlamak zordur ama eğer başarılırsa dünyanın en keyifli işidir. Çünkü bağışlayan insan yücelir; çünkü o nahoş duygulardan arınmış, öfke ve nefret yerini bağışlamanın dayanılmaz hafifliğine bırakmıştır.

Bağışlamak, kalbimizi acıtan o derin yaraların üzerini en nadide örtülerle hassas bir şekilde örtmeye benzer yada bir tuvalin karşısına geçip pembe mavi tonlarla bezediğimiz fırçamızla gökyüzünün gri rengini yumuşatmaya, araya serpiştirilen gün ışığı huzmeleri ile o solukluğu renklendirmeye benzer.

Zordur bağışlamak, evet zordur; yürek ister, kocaman bir gönül ister hem de ; ama başardığınızda duyacağınız o hafiflik, o yeniden doğmuşluk inanın bana her şeye değer. Yaşamın o ana dek fark edemediğimiz ve hep ertelediğimiz tüm güzellikleri tekrar bizimle buluşur; gökyüzünün mavisi, beyaz bulutları, hafifçe çiseleyen yağmur, penceremizi açtığımızda evimize dolan o tertemiz hava, fırından yeni çıkmış taze bir ekmeğin kokusu,… yeniden bizimledir işte.

Ne dersiniz?

Kendi iç dünyanıza kısacık bir gezinti yapmaya, affedemediklerinizi hemen bugün ertelemeden affetmeye, yeniden düşünmeye ve bağışlamayı bir alışkanlık haline getirmeye var mısınız?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
3 Kasım 2006

BANA YALAN SÖYLEME! Beyaz Olsa Bile…





Ağzımızdan çıkarken öylesine masum gibi dururlar ki aslında. Bazen kafamızda günlerce düşünerek, bazen de olayların akışı gereği o anda “pat” diye sarf ediveririz hiç düşünmeden. Karşımızdaki kişinin (ki bu kişi arkadaşımız olabilir, bir aile büyüğümüz, bir yakınımız, çevremizdeki bir dost, iş arkadaşımız ya da hiç tanımadığımız bir insan) o yalanı öğrendiğinde neler hissedebileceğini, kalbinin nadide bir porselen misali nasıl tuzla buz olacağını asla aklımıza getirmeyiz. Neden peki?

Çünkü yalan söylemek kolayımıza gelmiş, belki de o an için bizi oldukça zor bir durumdan kurtarmıştır. İçimizden “nasılda sıyrıldım bu olaydan ruhu bile duymadı” deriz hatta; ya da “ ne kadarda safmış, hemen inanıverdi” diye geçiririz. Aslında kandırdığımızın karşımızdaki değil sadece kendimiz olduğunu ise uzunca bir zaman sonra anlarız. Tabii alt yapımızda o kadarcık insanlığımız kaldıysa…

Yalan söylemek kolaydır ve bir süre sonra alışkanlık yapar insanda; çünkü biz insanlar yapımız gereği kolay şeyleri çok çabuk benimseriz. Oysaki söylediğimiz yalanın gün gelip de açığa çıkacağını ve yüzümüzde sert bir tokat gibi patlayacağını hiç aklımıza getirmeyiz. Üstelik böyle zamanlarımızda yine kolaya kaçarak hemen inkar ederiz. Yapmadığımızı hatta hatta düşünmediğimizi bile söyleyerek yalanımızı katmerleştiririz. Bazen de “ canım ne gerek var ki bunda, söylediğim sadece beyaz bir yalandı” diyerek kendi kendimizi kandırmaya devam ederiz.

Halbuki asıl olan yalanın yalan olduğudur. Yalanın beyazı, siyahı olmaz. Kısacası önüne getireceğiniz o naif renk sıfatıyla yalanı masum bir davranış şekli haline getiremezsiniz.

İstersiniz şimdi kendi içimize dönerek düşünmeye çalışalım söylediğimiz yalanları, kırdığımız kalpleri ve kaybettiklerimizi… Tahmin ettiğinizden de çok değil mi? Peki tüm bu yalan dolana gerek var mıydı aslında? Yani yalanı sarf edeceğimiz her olayda direkt olarak doğruları söyleseydik ne olurdu? Bunun cevabı çok kolay değil biliyorum. Belki de hayatımız daha farklı şekilde yaşanır, yollar ve tercihler bizi daha başka noktalara sürüklerdi. Ama sonu nasıl biterdi acaba; şimdikiyle aynı mı olurdu? Yoksa o da mı değişirdi. Geçenlerde okuduğum bir romanda yazar yollar farklı olsa da hayat sizi hep aynı noktalara taşır diyordu. Birazcık kafamın karıştığını itiraf etmeliyim. İşin bu kısmı oldukça derin ve üzerinde düşünülmeye değer biliyorum ama tekrar ana konuya dönecek olursak söylenecek tek bir söz var; o da yalanın gerçekten kötü ve sevimsiz olduğu. Hangimiz kendimize yalan söylenmesini, yalanla kandırılmayı isteriz diye bir düşünecek olursak vereceğimiz yanıt şüphesiz ki hiçbirimiz olacaktır, öyle değil mi?



O halde… Biz neden başkalarını yalan söyleyerek aldatıyor; onların saf duyguları ile oynuyoruz ki? Unutmamak gerekiyor ki, yalanımız fark edildiğinde ( ki gün gelip mutlaka su yüzüne çıkacaktır, bundan hiç şüpheniz olmasın) kırdığımız kalbi onarmamız, tekrar eski haline getirmemiz asla mümkün olamaz. Hele hele yalanımız bir değil, iki değil sürekli tekrarlanıyorsa o insanları kaybederiz tek tek fark etmeden.

Yalan yerine doğrularla yaratılan bir çevre, içimizdeki samimiyeti açığa çıkaran ve etrafınızdakilere aşılayacağınız güven duygusu daha güzel değil mi? Yalan yerine doğruları söylediğinizde karşınızdaki insandan alacağınız sert tepki bile, gün gelip yalanınız ortaya çıktığında yaşayacağınız pişmanlıktan daha iyi değil mi?

Bence değmez, inanın ki değmez. Yalanlarla yakalayacağınız başarı; yalanlarla elde edeceğiniz mal, mülk, hatta para; yalanlarla edineceğiniz sevgili, arkadaş ya da eş; yalan üzerine kurulmuş bir hayat size gerçek mutluluğu asla vermeyecektir. Bunu hiç unutmayın. Çünkü doğrular her zaman yalanları yakalar, tıpkı iyilerin kötüleri yakaladığı gibi. Ne kadar kötümser düşünürseniz düşünün asıl olan budur.

Yalansız, doğru dosdoğru bir yaşamı hep beraber kucaklamamız dileğimle…

Sizce başarabilir miyiz?
Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
22.09.2006

21 Ocak 2010 Perşembe

YETER SUS RUHUM



Duyguların yerlerde olduğu, en diplerde süründüğü haller vardır hani…Her şey gözünüze anlamsız gelir, dokunsalar ağlayacakmış gibisinizdir. Duygusal yükleriniz o anlarda omuzlarınıza öylesine ağır gelir ki taşıyamazsınız, ağırlığı altında ezilir ezilirsiniz. Yorgun, bitkin, hayattan bıkmış bir haldesinizdir. Her şey üstünüze üstünüze gelir adeta. Dün kahkahalar atan, gülen, mutlu ve şanslı olduğuna inanan, şükreden siz değilsinizdir sanki.


Aslında sizi etkileyen çok büyük bir şey olmamıştır belki ama, sabah uyandığınızda nedense mutsuz olduğunuzu yada bir boşlukta bulunduğunuzu hissetmişsinizdir. Kendinizi işe yaramaz birisi olarak gördüğünüz an’larda işte böylesi an’lardır. Sağlığınızla ilgili endişeleriniz, gelecekle ve sevdiklerinizle ilgili kaygılarınız peşpeşe aklınıza hücum eder. Biriyle mücadele ederken, bir diğeri göz kırpmaya başlamıştır bile.

Ağlamak istersiniz, doya doya ağlamak ve rahatlamak. Birde yalnız kalmak…Kendinizle daha bir hesaplaşmak; geçmişinizi, unutamadıklarınızı, affedemediklerinizi sorgulamak; en çok da bu nedensiz boşluğa isim koymak adına.

İçiniz sıkılır, her ne yaparsanız yapın bu iç sıkıntısından kurtulamazsınız. Bir gün önce gezindiğiniz sahil, arabanızda dinlediğiniz müzik aynıdır ama yok, bir şeyler eksiktir sanki; ne yaparsanız yapın aynı çoşkuyu hissedemezsiniz işte. “Bana neler oluyor böyle?” dersiniz, iç sesinizi duymaya, peşpeşe attığı çığlıkları yakalayıp, kendi kendinizi teskin etmeye çalışırsınız. Bir yandan da durup dururken içine düştüğünüz bu ruh halini anlamaya çalışır, “neden” sorusuna cevap ararsınız ümitsizce.

Kimsenin sizi anlamasını bekleyemezsiniz, çünkü siz kendinizi dahi anlayamaz haldesinizdir. Ne olmuştur size bilemezsiniz.

Nasıl da karmaşıktır duygularınız, içiniz acımaktadır işte, tıpkı keskin bir bıçak dokunmuşcasına. Elinizden hızla kaydığını görürüsünüz olumlu düşüncelerinizin, yerine ise karamsarlık ve olumsuzluk gelip çöreklenmiştir izinsizce.

Aşırı hassaslığınız, kırılganlığınızla çekilmez hale gelirsiniz birdenbire. Siz bu halinizle sevdiklerinizin kalbini kırarken, aslında onların sizi kırdığını ve anlamadıklarını düşünürsünüz.


Göz yaşlarınız akmaya her an hazır şekilde göz pınarlarınızda beklemektedir. Nedenli nedensiz her şeye, izlediğiniz bir filme, dinlediğiniz eski bir melodiye, okuduğunuz yazıdaki bir satıra…hemen gözleriniz dolar.

Ağrılarınız daha bir dayanılmaz hal alır, ruhunuzun kırılganlığı bedeninizi esir aldığı için acılara dayanma katsayınız o denli azalmıştır. Bazen de tam tersi olur, ne kadar acı yüklenirse yüklensin bedeninize duymazsınız, çünkü kalbinizin yarası çok daha büyüktür. Fiziki değişiklikler bile sizin tarafınızdan böyle karmaşık algılanır işte. Onun bile tutarlılığı yoktur.

Ruhunuz terki diyardadır sanki…nedensiz bir şekilde gitmiş ve sizi bir başınıza bırakmıştır, öksüz gibi hissedersiniz kendinizi, elinden oyuncağı alınmış bir başına kalmış, çaresiz üzgün, ağlamaya hazır bir çocuk gibi…

Size uzanan elleri, sevgi dolu sözcükleri duymaz olur kulaklarınız. Kaçmak, her şeyi ardınızda bırakıp uzaklara gitmek istersiniz, çok uzaklara. Oysaki bu iç karartıcı düşünceleriniz de sizinle birlikte gelecektir o anda bunu düşünemezsiniz. Mesele kendi içinizdedir çünkü, kendi dünyanızdaki hesaplaşmanızdadır. Kaçıp gitmek çözüm değildir.

Hemen hepimiz benzer şeyleri yaşıyoruz biliyorum. Kimimiz daha hafif, kimimiz daha derin bu duygusal fırtınalardan nasibimizi alıyoruz. Kurtulmak için yaptıklarımız ise yine çok farklı.

Hepsi bize özel, bize has.

Peki ya sonuçları?


Sonuçları izlediğimiz yolla ilgili olarak yine hepimizde öylesine farklıdır ki…Kimimiz bir başımıza bu sorunların üstesinden gelmeye çabalarız, kimselerle paylaşmadan ki bu en zor tercihtir aslında. Çünkü yeterince güçlü değilsek ve üstelik bizi zorlayan psikolojik baskılar ağırsa çok ödün vermemiz gerekir, çok yıpranırız bu mücadele sırasında.

Kimimiz yakın çevremizden, ailemizden, sevenlerimizden yardım bekleriz, onlarla paylaşırız tüm sıkıntılarımızı. Paylaştıkça hafiflediğimizi hissederiz. Bu bir anlamda en üzgün anlarda yaslanacak bir omuz, bir destek bulmanın belirtisidir. Böyle zamanlarda her kafadan bir ses çıkar, herkes kendince yorumlar yapar ve aklımız fazlası ile karılır ama yine de paylaşıp rahatladığımızı hissederiz.

Bir kısmımız ise profesyonel yardım almayı daha doğru bulur ve günümüzde hala çoğumuzun psikolojik yardımları yadırgamasına, tepki göstermesine rağmen kararlılıkla etraf ne ne der diye düşünmeden, kimseden çekinmeden, utanmadan( ki ortada utanılacak hiçbir şey yoktur) sıkıntılarına çare arar. Belki de en güzel çözüm yolu budur. Çünkü fiziksel rahatsızlıklarımızda nasıl doktorlara gidiyor ve yardım alıyorsak; psikolojik sıkıntılarımızda da böylesi yardımları almanın çekinilecek hiçbir yanı yoktur bence. Önemli olan hangi yolu tercih ettiğimiz değil, bir an önce olumlu düşüncelerimize kavuşmamız ve bir an önce hayatın o güzel değerlerine sevgiyle kucak açıp gülümseyerek “yaşamak ne güzel” diyebilmemizdir.


Aslında biliyor musunuz, yere düştüğümüz an’la yerden kalktığımız an arasındaki süreyi ne kadar kısa tutabilirsek; toparlanmamız o ölçüde kolay olacaktır.

Olaylara daha normal yaklaşmak, ruhumuzu kıskacına almaya çalışan stresi daha düzeyli yaşamaya çalışmak bizi olduğumuzdan güçlü yapacaktır. Çünkü bir olaya yaklaşımımızla onu kabul edişimiz arasında çok yakın bir ilgi vardır. Hayatı tüm olayları ile olduğu gibi görmek; sadece izlemek yerine, bilfiil yaşamın içine katılıp mücadele etmek aslında bu kadar basittir. Peşinden ise huzur gelecektir, huzuru yakalayan bir kişinin mutluluğu yakalaması ise her zaman daha kolaydır.

Paylaşmak istediğim bu cümleyi çok seviyorum ben. Tabii sadece sevmek yetmiyor, ah! Birde hayatımızda uygulamaya soksak. “Evrende bir gözlemci olup, çevremizde olan biteni izlemek yerine; evrende bir oyuncu olup küçük de olsa fark yaratmayı seçmek her zaman en güzelidir.”

Ruhsal dinginliğin hep yanı başımızda olması dileğimle…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
20.11.2006

BEN O SESTE KALDIM

Bazı sesler vardır, duyduğunuz anda içinizi bir telaş kaplar; belki yüzünüze acı bir tebessüm oturur, belki de aklınıza geçmişten binlerce şey üşüşür. Bu öyle bir sestir ki evde, işte, yolda her nerede olursanız olun sizi duygusallaştıran, meraklandıran bir sestir. Ambulansların siren sesinden bahsediyorum. Beni oldum olası etkilemiştir bu ses. Üstelik eğer hastaneye yakın bir yerlerde oturuyorsanız mutlaka sizlerde duyuyorsunuzdur sıklıkla. Sabahın en erken saatlerinden gecenin kopkoyu ve ıssız karanlığına dek çalarlar, bazen ardı ardına bazen fasılalarla.

Bu öyle bir sestir ki içinize işler adeta. Kulaklarımıza ulaştığında bize anlatmak istediği ise hep aynı temadır. Yine bir hastalık, yine bir hasta ve acilen yetişmesi için verilen olağanüstü çaba.

Pamuk ipliği ile hayata bağlı olduğumuzu bir kez daha bize gösteren bir koşturmacadır, bu sesle birlikte ambulansın içinde yaşananlar. Hayatı yeniden kazanmak adına, ölümle yapılan bir yarıştır adeta. Bir canı kurtarmak, bir canlıyı hayata yeniden kazandırmak içindir tüm çabalar.


Neden bilmiyorum, çocukluk yıllarımdan beri bu sesten hep etkilenmişimdir ve yine o yıllardan gelen bir alışkanlıkla içimden dualar etmişimdir, o hiç tanımadığım kişilerin hayata tutunmaları adına.

Eskilerin bir deyimi vardır, bir insan neden korkar ve etkilenirse o başına gelirmiş diye. İşte buna benzerdi yıllar önce babacığımı kaybedişim. Çok sakin günlerden birinde, işyerinde bir toplantı halindeyken gelmişti o acı telefon. Nereden bilebilirdim ki duyduğum o siren seslerinden birisinin benim içinde çaldığını. Babamın kalp krizi geçirdiğini ve ambulansla hastaneye götürüldüğünü söylüyordu. Sözü edilen hastanenin acil kapısına vardığımda, korku dolu gözlerle babacığımı ararken bir el dokundu koluma. “Yetiştirdim babanızı, korkmayın iyileşecek” diyordu. O anki şaşkınlıkla ve telaşla yüzüne dahi doğru dürüst bakamamıştım o kişinin ama, ambulansın şoförü olduğunu duymuştu kulaklarım.

Sonrasında babamın o yarı baygın halinde ellerini tutup onunla konuşmamız, beni görünce gözlerinde beliren o sevinç ve benim ona vermeye çalıştığım moral… tıpkı film gibiydi. İyileşeceğine, kurtulup tekrar aramıza döneceğine olan inancımı hiç kaybetmedim günler boyunca, ama olmadı olamadı.

Bayramı ve yılbaşını o soğuk hastane koridorlarında babamın yüzünü bir kez daha görebilmek için beklediğim günler çok gerilerde kaldı ama; o olaydan sonra ambulansları, şoförlerini ve ambulansların acı siren seslerini benliğimde daha çok hisseder oldum.

Ve şimdi ne zaman bir ambulans görsem, ne zaman acı siren sesini işitsem içimde minicik bir parça sızlamaya başlıyor. Daha çok dualar yolluyorum o tanımadığım insanlar için. Kurtulmaları, yuvalarına ve bekleyenlerine bir an önce kavuşmaları adına. O pamuktan ipliği koparmadan yaşama şanslarını yeniden yakalamalarını diliyorum. Ve hepinizden rica ediyorum; trafikteyken denk gelecek olursanız eğer, ambulanslara öncelikle yol verin lütfen; onlar hayata koşuyorlar, yollarına set çekmeyin, çektirmeyin ne olursunuz.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
11.02.2007

BEYAZ KURDELE



Şiddet, her şekliyle insanın insana, insanın hayvana kısacası yaşayan, nefes alan bir canlıya uyguladığı o zorba baskı! Aslında bu konu hakkında yazarken, yazılanları okurken, yorumlar yaparken hepimiz aşırı şekilde geriliyor, iç isyanımızı bastırmakta güçlük çekiyoruz biliyorum; peki ya bizzat uygulayanlar…hangi ruh hali içindeyken bu davranışları sergiliyorlar, işte bunu anlayabilmek mümkün değil. Sanırım insanlıktan tamamen çıkıyor, bambaşka bir ruh haline bürünüyor, adeta canavarlaşıyorlar. Bu tanım sizlere çok mu acımasız geldi bilemiyorum ama; gün geçtikçe yozlaşan toplum değerlerimizi, yitirdiğimiz etik anlayışımızı ve yapılan vahşilikleri gördükten sonra az bile kaldığını düşünüyorum ben.

Öte yandan, bu sevimsiz konunun çok işlendiğini, çok dile getirildiğini, her defasında hepimizin yüreklerini dağladığını ve dağlamaya devam ettiğini de kabul ediyorum. Ama toplum bilinci sağlayabilmemiz, ne kadar üzülsek de konudan uzak kalmamamız ve daha duyarlı olabilmek adına yazmak ve yazılanları okumak, kısacası paylaşmak gerektiğine de inanıyorum. Çünkü konu ve getirdikleri son derece önemli hem de hepimiz için.

Şiddete maruz kalmak, o acımazlığı an be an yaşamak, ince ince sızlayan bir yürekle bir ömür geçirmek, yıllarca kimselerle paylaşamamak hiç de kolay değil. Mutlaka çeken bilir, bizler ise sadece anlamaya çalışabiliriz.

Nedendir bu şiddet, bu acımasızlık? İnsanlardaki hangi durumlar onların böylesi bir ruh haline bürünmelerine sebep olur? Sorular zor, sorular karmaşık ve ne yazık ki soruların tek bir cevabı yok…

Şiddet o kadar geniş boyutlu bir spektrum içeriyor, bünyesinde o denli çok şeyi barındırıyor ki…Çocuğa, kadına, zaman zaman anneye, babaya uygulanan şiddet; dayak; taciz ve zorla bir şeyleri kabul ettirmenin ötesinde cinsel istismarlar; tecavüzler; aile içlerinde kapalı kapılar ardında sıkça uygulanan ensest ilişkiler…tümü ne kadar acı, ne kadar kalp yaralayıcı olsa da maalesef günümüzün gerçeği. Giderek insanlığımızdan utanır hale gelmemizin en önemli göstergesi. Birçok şeyi tabu yapıp konuşamamanın, ayıp saymanın iç karartıcı senaryosu hem de yüzlerce, binlerce. Bir anlık zevk, bir anlık kendini kaybetme duygusunun ortaya çıkardığı acı bilanço. Vicdanın yerle bir edildiği, unutulduğu bir toplum haline gelişimizin en hazin belirtisi.

Küçücük bir çocuğa acımasızca kalkan bir elin sahibinden nasıl vicdan bekleyebilir ki insan. Eşine, kızına, oğluna her gece dayak atan ve ancak böyle rahatladığını söyleyen bir babadan; ya da küçücük bir bedene uzanarak vahşi emellerini gerçekleştiren sapık ruhlu bir akrabadan.

Bir çocuk dünyaya getirmenin ne denli büyük bir sorumluluk olduğundan habersiz bir kesim insanımıza, o çocukları sağlıklı bir ruh hali ile topluma kazandırırken, adam gibi yetiştirmenin büyük bir sorumluluk olduğunu nasıl anlatabiliriz ki…dünyadaki tüm kötülüklerden habersiz minicik yavruların masum dünyalarını kara birer yılan gibi sokmanın gerekçelerini hangi yürek kolay kabul edebilir ki…

Yaşamak, hayatımızı idame ettirirken paylaşmak durumunda olduğumuz tüm değerlerimiz vicdanımızla anlam bulmaz mı sizce? Vicdan varsa eğer insanın kalbinde, toplum içindeki davranışları asla başkalarına zarar vermeyecektir, öyle değil mi? Bu bağlamda bir anne, bir baba, bir akraba nasıl olur da dünyanın en masum varlıklarına, çocuklarımıza kötülük yapabilir?

Öte yandan varlarını yoklarını bize, bizim geleceğimize adayan ve bu uğurda her türlü fedakarlığı yapan anne ve babalarımıza eziyet çektiren, el kaldıran, döven, sokağa atanlara ne demeli? Saygı ve sevginin en yücesini hak eden bu dünya tatlısı insanların kalbini acıtmanın, aşağılamanın, son günlerinde zor durumlara düşmelerine neden olmanın haklı bir gerekçesi olabilir mi?

İnsanlığımızdan bu kadar mı uzaklaştık, kalplerimiz bu kadar mı acımasız hale geldi ki sözüm ona sevdiklerimize bir şekilde zarar veriyoruz.

Ne oldu bizlere?

Tepkisizlik, vurdumduymazlık hat safhada. Sadece dışardan bakıyor, yabancı gözlerle bir film gibi izliyor, timsah göz yaşları döküyoruz, o kadar…

Yapılan araştırmalar ne yazık ki ailesinde şiddet görenlerin ilerde kendi çocuklarına da şiddet uyguladığını gösteriyor. Yani geçmişinde dayak yiyenler ilerideki yaşamlarında bir şekilde uygulamacı oluyorlar; çocuklarını yada eşlerini dövüyor, onlarında hayatlarını çekilmez hale getiriyorlar. Aslında ilginç değil mi? Şiddet görenin, dayak yiyenin bu acıları birebir yaşayan birisi olarak ileride bunları uygulayan olması. İlginç ve acı ama, maalesef gerçek. Olayı biraz daha normal boyutlara taşıdığımızda, ailesinden çok baskı gören kız çocuklarının anne olduklarında aynı baskıyı kendi çocuklarına da uyguladığına şahit oluyorum kendi çevremde zaman zaman. Oysaki tam tersinin olması daha mantıklıymış gibi gelmiyor mu sizce de? Ne bileyim en azından o baskıları yaşamış ve ruhu buna zor dayanmışsa hatta an gelip isyan noktasına kadar bunalmışsa, çocuklarını daha iyi anlaması gerekmez mi ebeveynlerin?

Ama hayır! Sanki tarih aynen tekerrür ediyor sadece oyuncular değişiyor.

Peki tüm bu iç karartıcı tabloyu düzletecek çözüm yada çözümler var mı? Hukuki anlamda verilemeyen cezalar, verildiği halde eksik kalan ve aflarla serbest bırakılmaya kadar giden yolu çabuklaştıran cezaların, olaylardaki etkisini ve çözümlerdeki yetersizliğini hepimiz biliyoruz. Üstelik ceza aldıkları halde uslanmayan, içlerindeki kötü emellere söz geçiremeyen o sapkınlar dışarıya çıktıklarında yine ve yeniden aynı vahşilikleri yapmaktan geri kalmıyorlar. Elbetteki daha caydırıcı cezalar verilmesi, buna ek olarak psikolojik tedaviye alınmaları da bir çözüm ama maalesef hiçbiri yeterli olamıyor. Bu işi kökünden temelinden çözmek için tek yol var , o da eğitim…

Aile içi eğitim…Sevginin o derin hoşgörüsü altında konuşarak, bazı şeyleri tabu olarak görmeden açıkça paylaşarak çocuklarımızı eğitmek. Köylerden kasabalara, kentlerden şehirlere ve büyük metropollere…Her yerde öncelik sevgi ile harmanlanmış aile içi eğitim olmalı. Okul öncesinden çocuklarımıza vereceğimiz kendi gelenek ve göreneklerimizle desteklediğimiz o sağlam değerlerle; yavrularımız henüz minicikken ve her şeyi almaya açıkken en doğru şekli ile onları yönlendirmeliyiz.

Bunu yapabilmek içinde, sürekli okumak, araştırmak ve dünyaya getirdiğimiz yavrularımıza nasıl daha yararlı olabilirim diye düşünmek gerekli. Bizler bunu yapabildiğimiz sürece, kendine güvenen, ayakları yere sağlam basan çocuklar yetiştirebiliriz. Ve bu bir dişlinin çarkları gibi birinden diğerine geçerek tüm topluma yansır. Sağlam çocuklar sağlam gençleri, sağlam gençler ise geleceğin güvenli ailelerini oluşturur. Onların yetiştirdiği çocuklar ise kendilerinden her zaman bir adım önde ve hayatla her zaman barışık, sevgi dolu, vicdan yüklü, sorumluluk sahibi olurlar.

Pek çoğumuz maalesef üzülmemek adına bu tarz haberleri yorumları okumuyor bir kalemde es geçiyoruz. Oysaki üç maymunu oynamanın bencilliğine yenik düşmememiz gerektiğini yinelemeliyim. Çevremizde bir yerlerde şiddet, taciz varsa ve biz buna göz yumuyor görmezden geliyor susuyorsak aslında bunun da bir suç olduğunu bilmemiz gerekli. Yasal anlamda suç olmasının yanında vicdani anlamda da kabul edilemez bir sorumsuzluk bana göre. Bir şekilde sesimizi çıkarmalı, bir şekilde o insanlara yardım elimizi uzatmalıyız; en azından konuşarak paylaşarak yol göstererek yalnız olmadıklarını hissettirerek.

Bu dile getirdiklerim çok şey mi? Asla değil! Yapılacak olan hepimizin bu anlamda biraz daha duyarlı, istekli ve paylaşımcı olması.

Hepiniz sevgiyle kalın.

NOT: yazımın isim annesi canım kızım Deniz’ime teşekkür etmeden geçemedim, izninizle…

Belgin ERYAVUZ
10.11.2006

ÇİÇEKLER DİLE GELSEYDİ...




Renkleri, kokuları, zarif biçimleri ile gönlümüzü usulca okşayan çiçekler sevgiyi dile getirmenin en güzel yolu; insanın kendisiyle barışık olmasının en iyi göstergesidir. Bizi günlük sıkıntılarımızdan, bunalımlarımızdan alıp götüren, renkleri ile pembe-mavi bulutlarda gezinmemizi sağlayan, kokuları ile hayal dünyamızı zorlayan nadide canlılardır onlar. Her biri doğallığın cazibeli gülüşlerini,zarifliğin yapmacıkız biçimlerini, sevginin yalansız güzelliğini taşırlar kendi üzerlerinde. Her birinin kendine ait bir gizemi vardır aslında; gören gözlerle baktığınızda görebilirsiniz ancak. Lalenin mağrurluğu, hanımelinin zarifliği, gülün içtenliği, papatyanın samimiyeti, orkidenin erişilmezliği ve daha niceleri...


Kendisini seven, özen gösteren insanlara sevgisini sınırsızca harcar çiçekler. Siz sadece suyunu verirsiniz ama o rengi ve muhteşem kokusu ile size canını verir. Siz onunla konuşursanız öyle candan hisseder ki sevginizi, renkleri daha bir parlak, kokuları daha bir kalıcı olur. Siz ona bakmaz unutursanız küser hemen, ilgi bekler çünkü. İlgisizlik susuzluktan daha çok canını acıtır onların tıpkı insanlar gibi. Renkleri solmaya, tomurcukları açmadan kapanmaya, yaprakları solup sararmaya başlar.

Çiçekler gün olur aşkımızı simgeler, gün olur yasımızı gölgeler. Gün gelir hasta yatağımızda bizimle dertleşir, acımızı hafifletir, gün gelir yeni doğan bebeğimize arkadaş olur. Öyle anlamlı öyle sevgi doludurlar ki, mutluluğumuza mutluluk katarken acımızı unutturur masumluklarıyla. Bazı günler eşimizin elinde kahvaltı tepsisiyle yatağımıza gelir, bazı özel günlerde ise sevdiklerimiz tarafından tek tek ayaklarımızın altına serilir. Unutmamak, unutulmamak için saklanıp kurutulurlar...bazen okunan bir kitap sayfasında, bazen de bir hatıra defteri arasında, yıllarca anılarımızla.


Doğanın verdiği o eşsiz renk uyumunu, her birinin kendine özgü kokusunu ve böylesi güzelliklerin, bizlerin yaşamlarını daha da anlamlı ve yaşanılası hale getirmek için var olduğunu bilmek yaşama dört elle sarılmak için yeterli neden değil midir sizce? Baharın ılık güneşle ısıttığı yemyeşil çimenlerde biten yüzlerce beyaz papatyanın içimizi çoşturması bir yana, insanın hepsini bir anda kucaklayası gelir. Ya beton aralıklarda her şeye rağmen çıkmaya çalışan arsız minik renkli çiçeklere ne demeli. Bu arada çetin ortam şartlarına başkaldırıp, o zarif boynunu karların bembeyaz örtüsünü delerek çıkaran kardelenler...

İşte hepsi tek tek güzelliklerini bizlere sunmuşlar bekliyorlar. Sevginize daha da anlam katmak, “seni seviyorum” kelimesini sık kullanamasanız da yoğun duygu birikiminizi çekinmeden aktarmak, sevdiklerimizi hatırlamak ve size aynı mesajlarla geri dönmek için ...

Sevgiyle hayatınızda hep çiçeklerle kalın.
Belgin ERYAVUZ
12/05/2003

BAKIP DA GÖRENLERE, GÖRÜP DE SEVENLERE!




Doğanın her defasında bizi şaşırtan o kadar renkli bir yüzü var ki… Eğer dikkatlice bakmasını bilirseniz orada sizi heyecanlandıracak, umutlanmanıza sebep olacak pek çok güzelliğe şahit olabilirsiniz.


Örnek mi? İşte hemen aklıma gelenler…

Şehrin beton blokları arasında güneşin arada sırada yüzünü gösterdiği dar bir kaldırımda iki parke taşı arasında hayat bulan minicik bir çiçek… hayata karşı direnenlerin sesi gibidir adeta. Her şeye rağmen ayakta, tüm olumsuzluklara rağmen gülümseyerek yaşamın bir ucundan tutunmuştur hayata. Sessiz çığlığı ile yaşamın önemini anlatan küçük ama anlamlı bir detaydır aslında.

Birbiriyle oynaşan ve annelerinin peşinden bir türlü ayrılamayan yeni doğmuş sokak kedileri tüm sevimlilikleri, ürkeklikleri ve cılız sesleri ile; mahallenin maskotu haline gelmiş iri ve yaşlı sokak köpeği ise yanından her geçtiğinizde başını kaldırıp size diktiği gözleriyle öyle şeyler anlatır ki… yaşamışlığa ve yaşama dair.

Tıpkı bunlara benzer bir güzelliği yaşadım geçenlerde bizim bloğun hemen önünde bulunan mini parkta. İki sevimli sarman kedi, o puslu sabahta bana gözlerin ve bakışların önemini, sevgiyi gözlerle ifade etmenin güzelliğini hatırlattılar bir kez daha.

Karşılıklı oturmuşlar, özenle sıcacık duygularla birbirlerine bakıyorlardı, görüp de etkilenmemek elde değildi. Göz gözeydiler ve etrafı umursamadan, başka hiçbir şeyle ilgilenmeden son derece vakur bir edayla birbirlerinin derinliklerine dalıp gitmişlerdi.

Arabam çok yakınlarında olduğu halde beni fark etmediler, yada fark edip umursamadılar. Onları rahatsız etmemek adına arabanın kapısını nasıl yavaş açıp kapattığımı tahmin edersiniz. Bir süre onları seyrettim, hatta ürkütmekten korktuğum için arabayı çalıştırmayı olabildiğince geciktirdim. Duyacakları sesle oradan hemen kaçarlar diye düşünürken ne mi yaptılar? Hayır hayır kaçmadılar. Karşılıklı oturmaya devam ettiler ve o asaletli duruşlarını hiç bozmadılar. Sadece karşılıklı yaşadıkları büyünün sıcaklığını kaybetmişlerdi sanırım, o nedenle bakışlarını birbirlerinden ayırdılar ve her ikisi de farklı noktalara dalıp gitti.

Ben ayrıldıktan sonra ne mi oldu? Ben de bilmiyorum… Ama o kısacık an’da tanık olduğum bu güzel sevgiye, bu sıcacık bakışmaya bayıldığımı söylemeliyim.

Keşke dedim içimden keşke biz insanlar da birbirimize o kadar güzel bakabilsek! O kadar anlamlı, o kadar sevgi dolu, o kadar içten ve o kadar sıcak…

Hepimizin bildiği ama zaman zaman unuttuğu gerçeklerden bir tanesi değil mi bu? Sevgi alışverişini unutmak, kalbimizin sesini gözlerimizle yansıtmayı bir şekilde engellemek… konuşurken gözlerimizi hep kaçırmak…

Oysaki insanların en etkileyici yerleri değil midir gözleri? Konuşmasak bile gözlerimizle, bakışlarımızla o kadar çok şey anlatırız ki karşımızdakine. Ama biz, bu en güzel etkileşim yolunu kapalı tutuyoruz hep. Dostlarımızla, arkadaşlarımızla konuşurken bile gözlerimizi başka yerlere çeviriyor, bakışlarımızı kaçırıyoruz. Neden?

Temelinde çekingenlik ve utanma duyguları olabilir mi? Büyük bir ihtimalle. Bende istemeden gözlerini kaçıranlardanım, ama gözlerimin içine bakarak benimle iletişim kuran insanlara bayılıyorum. Onları daha samimi, daha sıcak buluyorum ve bu anlamda şanslı olduğumun farkındayım. Çünkü en yakınımdakiler bu işi öyle güzel yapıyorlar ve sıcacık bakışları ile kalbimi öyle güzel sarıp sarmalıyorlar ki…

Karşınızdaki kişinin, arkadaşınızın yada dostunuzun sohbetiniz sırasında gözlerinizin içine bakarak sizi dinlemesi ne kadar hoştur düşünsenize. Daha iyi anlaşıldığınızı, daha olumlu bir elektrik yakaladığınızı düşünmez misiniz sizde? Bakmasını bilen, bakıp da gören ve görüp de seven insanlar sevgilerini öyle güzel hissettirirler ki karşı tarafa; kelimelere, konuşmaya gerek bile kalmaz. Yeri gelir bir saniye süren o sıcacık iletişim on afili kelimeye bedel olur, öyle değil mi?

Doğada her şey canlı, her şey birbirinden güzel ve her şey birbiri ile son derece uyumlu…Eğer dikkatle bakarsak, bakıp da incelersek öyle güzel enstantanelerle karşılaşırız ki…Pek çoğunun ihtişamı karşısında yorum yapmak bile zorlaşır böyle zamanlarda.

Sonuçta hepsi bizim için; bize ve yaşantımıza ayrı bir renk ayrı bir heyecan katmak ve yaşantımızı daha anlamlı hale getirmek için etrafımızı çepeçevre sarmış durumda.

Yeter ki ince nüansları kaçırmayalım, fark edelim, bakmasını bilelim ve bakınca güzelleşen gözlerden olalım.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
15.12.2006
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...