5 Eylül 2009 Cumartesi

Koşma Dur Bir Dakika!


Koşturuyoruz, delicesine.... dur durak beklemeden, hep bir sonraki adımımızın derdinde hayatı nasıl yaşadığımızı bilemeden. Gün oluyor, sabah başlayan curcuna günlük hayatın vazgeçilmez gereklerini yerine getirmeden öteye gidemeden bitiveriyor. Bir de bakıyoruz ki akşam olmuş bile. O da ne? Daha yapacak yığınla işimiz var, keşke birkaç saatimiz daha olsaydı. İnanın 24 saate sığdıramadıklarımızı ilave olarak istediğimiz o birkaç saate de sığdıramazdık. Bu döngü böyle sürüp gider, hayat bir anlamda monotonlaşmaya başlar. Her gün hep aynı şeyleri yaptığımızın farkına varırız nasılsa.

Sabah aynı saatte kalkıp hazırlanmalar, işe, okula, atölyeye koşuşturmalar yada evdeki günlük yaşam. Akşam olunca yine aynı çılgın tempo. Bir gün, yeni bir gün daha. Mutlu olup olmadığımızı, gerçek isteklerimizi bir an bile düşünmeksizin kendimizi kaptırdığımız aynı rutin tablo.

Durun bir dakika ve durup düşünün... Ne yapıyorum, neredeyim, bu koşturmacanın içinde mutlumuyum, sevdiklerime yeterince vakit ayırabiliyormuyum, ya kendi isteklerim? Hobilerim, yıllardan beri yapmak isteyip de yapamadıklarım? Suç kim de? Suç bu kısır döngü içinde insanın kendini kaybedercesine çalışmaya kaptırması mı? Yoksa içinde bulunduğumuz şartlar ve var olma savaşı mı?Aslında yanıtını vermek zor, ama bir gerçek var ki o da küçük yaşlardan itibaren ilkokul, lise, üniversite iş hayatı, evlilik, çocuk.... derken durup dinlemeksizin kendimizi bir engelli koşuda buluveriyor olmamız. Yüksek performans gösterip engelleri birer birer aştığımız sürece kendi kendimize verdiğimiz itici güçle daha çok, daha çok diyoruz. Peki ama nereye kadar? Önümüze aşamadığımız ilk engel çıkana değin bu soruyu kendimize sormuyoruz bile.

Çoğumuz büyük şehirlerdeyiz, ama o şehrin tadını yeterince çıkarabiliyor muyuz dersiniz? Sinema,tiyatro, müzikholler, sergiler, açılışlar, davetler, toplantılar... Hangisine , ne sıklıkta katılabiliyoruz ki?

Yaşamak için, toplumda var olmak ve sorumluluklarımızı yerine getirmek için deliler gibi çaba gösteriyoruz. Bu arada yıllar bir su misali akıp gidiyor, farkına bile varamıyoruz. Zamanı çok çabuk tükettiğimizi en iyi çocuklarımızın büyümelerinden anlıyoruz belkide. Ama bu arada geçip giden yıllarla, eşimizi, sevdiklerimizi ne kadar ihmal ettiğimizi, evimize ve kendimize yeterince vakit ayıramadığımızı, hatta çocuklarımızın sevilesi en tatlı yaşlarını göremeden büyüttüğümüzü fark edemiyoruz.

Halbuki aşık olarak evlendiğimiz insanla bir ömür geçirip, her şeyden çok sevdiğimiz çocuklarımızı boyumuza getirmişiz. Ne mutlu bize! Ama hayatın keyfini yeterince çıkarabildik mi bu arada, bu yoğun tempoda. Yoksa ne olup bittiğini anlayamadan yıllar 20, 30, 40, 50, 60 derken geçip gitti mi? Aynaya en son ne zaman baktınız, kendinizi gerçekten görmek ve yüzleşmek için. Hayır aynalar yalan söylemiyor. Saçlarınızdaki aklar, yüzünüzdeki kırışıklıklar sizin, ama unutmayın hangi yaşta olursanız olun, o yaş en güzel yaştır ve doyasıya yaşanmalıdır.

Bugünkü aklımızla, düşüncemizle ve kafa yapımızla bir 10 yıl öncesine dönmek... Hangimiz istemez ki? Ne de keyifli olurdu böylesi, ama olanaksız. O halde hayatı yaşarken yaşayalım. Yaşarken değerini, anlamını vermeye çalışalım. Her anın , her dakikanın keyfini çıkaralım.

Çünkü insan dünyaya bir kez gelir ve önündeki sadece bir sahnelik perdedir. Ne bir fazla, ne de az, sadece tek bir sahne...Ne o siz hala koşuyor musunuz?



Sevgiyle kalın.

Belgin Eryavuz
26/05/2003

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...