27 Aralık 2009 Pazar

YENİ YIL YENİ UMUTLAR…




Hayatımızın rutin akışı içinde zaman zaman duraklara ihtiyaç hissederiz. Belki bir an için de olsa durup dinlenmek; yaşantımıza farklı bir yön verebilmek, zamansızlık nedeni ile sürekli ertelediklerimizi bir an önce hayata geçirebilmek adına. Belki de içimizde durgunlaşan yaşam pınarını daha aktif ve çoşkulu hale getirebilmek için. Ama neden her ne olursa olsun bu duraklar gerçekten de önemlidir. Tabii durmasını, ama hemen ardından yeni çoşkularla ve kocaman gülüşlerle başlamasını bildikten sonra.

İşte bunun için önümüzde güzel bir durak var: YENİ YIL.

Yaşadığımız tüm güzellikleri içimize sindirip, olumsuzlukları bir nefeste unutabileceğimiz ve yepyeni umutlarla merhaba diyebileceğimiz güzel bir yıl. Bu yeni yılla beraber yaşımıza bir çentik daha attığımızı, ama o nispette tecrübelerimizi katmerleştirdiğimizi düşünerek kollarımızı kocaman açalım. Yeni umutlara, yeni heyecanlara, yepyeni güzelliklere merhaba demek için; daha çok sevmek ve sevilmek, daha çok umutlanmak için…

Hayatı doya doya yaşayan ve tecrübelerini yalın üslubu ile yazılarına da yansıtan Füsun Önal’ın bir yazısında dediği gibi ”Bugün başımıza gelenler dün düşündüklerimiz, yarın başımıza geleceklerse bugün düşünmekte olduklarımızdır.” O halde olumsuz her ne varsa bir yana bırakıp; olumlu düşünerek, hayatımıza hep güzellikleri çağırarak yüzümüzdeki kocaman tebessümle yeni yılı karşılayalım gönülden, tüm çoşkumuzla.

Bu yeni yıl; bizim en yakın durağımız olsun hedeflerimize başlamamız adına. Kendimizle, geleceğimizle, sağlığımızla ve sevdiklerimizle ilgili olarak en çok yapmak istediklerimizi düşünce süzgecimizden geçirip uygulamaya koyalım birer birer. Yılmadan, bıkmadan, azimle ve sebatla. Her ulaşılan hedef bizler için diğer hedeflerimize ulaşmamızda itici bir motivasyon etkisi yapacaktır hiç kuşkusuz.Önemli olan belki de ilkine başlayabilmektir, ne dersiniz?

Bu yıl bazılarımız için sigarayı bırakacağımız, bazılarımız için diyete gerçekten başlayacağımız, bazılarımız için yeni iş imkanları yaratacağımız, bazılarımız için idealimizdeki eve kavuşacağımız, bazılarımız için hayalimizdeki aşkımızla bir araya geleceğimiz, bazılarımız için rüyalarımızdaki tatili yaşayacağımız, bazılarımız için anne-baba olacağımız, ama hepimiz için çok sevip, çok sevileceğimiz bir yıl olsun.

Yeni yılla birlikte herkesin düşleri gerçek olsun.Barışın,sağlık ve huzurun, sevginin egemen olduğu bir dünyada NİCE GÜZEL YILLARA…

Sevgiyle kalın…

Belgin ERYAVUZ

18/12/2003

BİR GEZİ, İKİ FARKLI YÜZ (1)




İnsanoğlu ne garip; sırası geldiğinde sevinci ve hüznü bir arada yaşayabiliyor. Mutlulukla gülümserken, birden bire gördüğü bir manzara karşısında içinin burkulmasına mani olamıyor. Tıpkı benim birkaç yıl önce uzak bir ülkeye yaptığım bir sene sonu yolculuğu sırasında hissettiklerim gibi. Şimdi sizlere bu geziden ve onun iki farklı yüzünden bahsetmek istiyorum.

Yeni yılı karşılamaya saatler kala, evimden kilometrelerce uzakta; dilini, kültürünü, insanlarını bilmediğim yabancı bir ülkedeyim. Evimden ayrı ama sevdiklerimle bir aradayım. İlk defa yeni yılı dünyanın dört bir yanından gelmiş; renkleri farklı, dilleri farklı ama gönüllerinin sevgi dolu olduğuna inandığım insanlarla bir arada karşılayacağım.

O gün herkeste bir telaş var; herkes geceye en iyi şekilde hazırlanmanın peşinde. Kocaman bir markette, her zaman olduğu gibi çok sevdiğim meyve reyonlarının önündeyim. Evlerine şans getirsin diye meyve alan ve birbirleriyle sohbet eden insanlar dikkatimi çekiyor. Her biri birbirinden farklı renkte, görüntüde olan egzotik meyvelerin görüntüsü karşısında ise adeta mest oluyorum. Bazılarını hayatımda ilk defa gördüğüm bu meyvelerin hepsinden almak, hatta evime döndüğümde sevdiklerimle paylaşmak istiyorum. Bir yandan tatlarını merak ediyorum; bir yandan da nasıl yeneceğini anlamaya çalışıyorum. Sert kabuklarının ve rengarenk görüntülerinin altında gizli lezzetler olduğunu biliyorum. Alışveriş yapanların sohbetine katılıp her birinin tek tek inceliklerini öğreniyor, yapılan ikramları geri çevirmeden tatlarına dahi bakıyorum. Aşina olup sevdiklerimin yanında, hayatımda ilk kez tattığım bir kısım egzotik meyve beni öylesine mutlu ediyor ki… Adeta çocuklar gibi seviniyorum.

Bir yabancı ülkeyi gezmenin, gezerken insanlarını yakından tanımanın, yöresel tatlarını denemenin mutluluğu birbirine karışıyor ve içimdeki coşku katlanarak artıyor. Her bir anın farkına vardığım, doyasıya tadını çıkardığımı hissedip kendimi çok şanslı hissediyorum.

Henüz birkaç gün öncesine kadar evimdeyken önümüzdeki günleri nasıl geçireceğimi merak ediyor, için için sabırsızlanıyordum ama şimdi yaşadıklarımla, bu sabırsızlık yerini yeni şeylerle karşılaşmanın ve öğrenmenin heyecanına bıraktı. Bu gece saat tam 24.00’de dünyanın merkezinde olacağım ve bir yanımda çekik gözlüler; bir yanımda siyah tenliler; öte yanımda inançları gereği sadece gözleri görünen tamamen çarşafa bürünmüş kadınlar; hemen yanlarında sıcak havaya uygun, beyaz uzun giysileri ve başlarında statülerini belirleyen beyaz örtüleri ile erkekler; onlara tıpatıp benzeyen erkek çocukları; bir başka yanımda beyaz tenli, soğuk bakışlı insanlar… Yani tüm ırkların en güzel örnekleriyle bir arada yeni bir yılı karşılayacağız; birbirimize dillerimizi bilmesek de mutlu yıllar dileyip kim bilir belki de kucaklaşacağız.

Böylesi hoş bir mozaiğin parçası olduğu için kendimi çok şanslı hissediyorum. Gezmeyi, yeni şeyler öğrenmeyi, yeni yerler ve insanlar tanımayı çok seviyorum. Her ne kadar çaresizliğe, acımasızlığa şahit olsam da tüm bunların hayata bakışımızda etkili olduğunu; elimizdekilerin kıymetini daha iyi anlamamızda adeta mihenk taşları yerine geçtiğini biliyorum.

Yabancı ülkelere yaptığım her gezi sonrasında olduğu gibi yuvama dönüşümde ise içimi bambaşka bir sevinç ve heyecan kaplıyor. Bir kez daha canım ülkemin, dünyanın en güzel ve en yaşanılası yeri olduğunu anlıyor ve ona olan sevgimin her ayrılıkta katlanarak arttığına bir kez daha tanık olurken tebessüm ediyorum.

Ama ya bu güzel gezinin diğer yüzü? (devamı diğer yazımda)

Belgin ERYAVUZ

BİR GEZİ, İKİ FARKLI YÜZ (2)



Sefaletin içler acısı görüntüsü, devasa gökdelenlerin şemsiyesi altında sızlanıyor adeta. Zayıf, kupkuru bedenlerin, kırış kırış olmuş yüzlerin yinede her şeye rağmen gülmeye çalışan gözlerin anlattıklarına sözler eşlik ederken zorlanıyor. Çünkü her şey öylesine net ki… Bu çıplak gerçeğin karşısında kelimeler yetersiz kalıyor. Tezatın bu kadar açık, bu kadar taban tabana zıt görüntüsü karşısında etkilenmemek mümkün değil. O çıplak gerçeğin karşısında insan olmaktan utanmamak da.

Bir yanda ülkesinden kilometrelerce uzaktaki bir ülkeye çalışmak için bin bir umutla gelen ve çalışma sınırlarını alabildiğine zorlayan insanlar; diğer yanda kaderinin henüz doğarken onlara adeta dünyayı bahşettiği, çalışmaya gereksinim duymayacak kadar tok olan mutlu azınlık. Dilini, dinini kültürünü bilmediği yerlerde umut içinde çalışmaya konuşan insanlar öylesine sıkı bir disiplin içine hapsolmuş durumdalar ki… Mutlular mı, umutla geldikleri bu ülkede istediklerine kavuşabildiler mi onu tam olarak kestirmek zor ama; yaşıyorlar, çalışıyorlar ve yüzlerine yerleştirdikleri o sahte gülüşle hayata bir şekilde direniyorlar. Yanlış yapmamaya gayret ediyorlar, çünkü en küçük yanlışlıklarında işlerinden olacaklarını, hatta sınır dışı edileceklerini çok iyi biliyorlar. O nedenle her şeye boyun eğmişler, hemen her şeyi kabullenmişler. O sahte gülüşlerinde de bu kabullenmenin izleri saklı zaten, dikkatlice bakınca hissediliyor. Tüm güçlerini zorlu yaşam mücadelelerinde ayakta kalmaya, var olmaya harcıyorlar sanki. Çaresizliklerini ya da pişmanlıklarını akıllarına dahi getirmeden yaşamaya çalışıyorlar. İçlerinde kopan fırtınalara, haksızlık dürtüsünün ruhlarını esir almasına izin vermeden çalışıyorlar. Karşılığında aldıkları az miktardaki para ise sadece yaşamalarına fırsat tanıyor ne yazık ki. Umutları yerle bir olmuş, hayalleri bir daha kapılarını çalmaz hale gelmiş çoktan. Çünkü ülkelerine, ailelerine para göndermek şöyle dursun, karınlarını bile zor doyuruyorlar.

Giderek gelişen, modernleşen dünyada ne yazık ki insanlar arası farklar bu kadar bariz. Dünya giderek daha acımasız bir hale geliyor. Yaşam kalitesi olarak, insanlar arasındaki bu devasa farklar insanı derinden düşündürüyor ve içini sızlatıyor. Sadece bizim ülkemizde değil; dünyanın en modern, en gelişmiş ülkelerinde dahi durum aynı. Aradaki o korkunç uçurum, o asla bir araya gelmeyecek olan zıt kutuplar ne yazık ki birbirini çekmiyor, adeta tüm fizik kurallarını alt üst edercesine itiyor, uzaklaştırıyor. Ve her geçen yeni seneyle beraber bu mesafe birbirinden uzaklaştıkça uzaklaşıyor.

Zenginler daha da zenginleşirken, yoksullar daha da zor şartlara mahkum oluyor. Çaresizlik, eşitsizlik ve adaletsizlik dünyanın her yanını bir ahtapotun kolları misali sarıyor. Ve biz insanlar tüm bunlara rahat koltuklarımızda otururken sadece izliyoruz.

Kim bilir belki ileriki yıllarda aynı yerlerde daha farklı, daha olumlu görüntülerle karşılaşır ve insanlığımızdan bu denli utanmayız diye düşünmek istiyorum. İlk defa gördüğüm ve iki farklı yüzüne şahit olduğum bu ülkeyi arkamda bırakırken yine de umudumu kaybetmiyorum.

Yer Dubai, sene 31.12.2006…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

SIR DOLU PAPUÇLAR




Anadolu kültürümüzün bir parçası olan gelenek ve göreneklerimizin çeşitliliği ve eski zamanlardan günümüze kadar unutulmadan gelebilmesi; nerede ne zaman ve hangi gerekçeyle doğmuş olduklarını bilmesek de yaşam şeklimiz içindeki varlıklarını koruyabiliyorlar. Pek çoğu ilginç olan bu geleneklerin her biri içeriğindeki gizli anlamı ile dikkatimizi çekiyor ve zamanla alışkanlığımız haline geliyor. Ne yazık ki bir kısmı çoktan unutulup gitmiş, artık sadece eskilerin anılarında dost sohbetlerine konu edilmekte o kadar; bir kısmı ise bilenler tarafından hala uygulanıyor belki de yakında zamana yenik düşeceğini bile bile.


İşte bugün sizlere unutulmaya yüz tutmuş ve pek çoğumuzun pek bilmediği o alışkanlıkların birinden bahsetmek istiyorum.

Bir yürüyüş sırasında bir apartmanın yada bahçeli küçük bir evin önünden geçerken sokağa itina ile bırakılmış bir çift sahipsiz papuç gördüğünüzde ne hisseder, ne düşünürsünüz?

Daha düne kadar kullanılmakta olan papuçların sanki yarın yeniden giyilecekmişcesine tertemiz silinmiş boyanmış bir şekilde sokağa terk edilmesinin bir nedeni olmalı, öyle değil mi?

Gerçekten de kime ait olduğu, kimler tarafından konduğu yoldan geçenlerce pek bilinmeyen sahipsiz bu papuçlar; sokağın yalnızlığına terk edildiklerindeki duruşları ile aslında bizlere bir şeyler anlatmak ister.

İçinizde böylesi mahsun bir tabloya şahit olanınız var mı bilemiyorum ama ben çok yakın bir zamanda yaptığım bir sabah yürüyüşü sırasında rastladım onlara ve belli belirsiz içimin titrediğini hissettim. Çünkü o görüntüde bir dram, bir hüzün vardı, o görüntüde bir kaybedilmişliğin sessiz çığlığı vardı, hemen anladım.

Ayakkabıların yaşantımıza kattığı değer hepimiz için farklıdır, öyle değil mi? Çocukluğumuzda ilk adımları onunla atar, bayramlarda onunla yatar sabahını ise iple çekeriz hemen giyebilmek adına. En çok mevsime ve kıyafetlerimize, zaman zaman modaya uygun olsun diye alırız onları ve almaktan da giymekten de büyük keyif duyarız. Üstelik hayatımız boyunca hep sahipleniriz onları, onların ayaklarımızı sahiplenmesi gibi…hatta çok eskise bile atmaya kıyamayız, terk edemeyiz kolay kolay taa ki, dile gelip bizlere bir şeyler anlatana değin. Çünkü papuçlar sahibini kaybettiği gün, bir kapı önüne konduğunda, sahipsizliği ile boynunu bükerken dile gelir ve bizlere o kaybedilmişliği anlatır.

Bir kadına bir erkeğe hatta bir çocuğa ait olabilirler, yazlık yada kışlık hiç fark etmez. Sahiplerini kaybettikleri gün hepsinde hayata veda etmenin naif ve sessiz çığlığı son elvedası vardır artık. Ve sahiplerini tanımasak da o papuçları gördüğümüzde evlerin birinde derin bir keder yaşandığını anlarız. Sevdikleri insanı kaybetmenin derin hüznü ve çaresizliği içindeyken hayatın aslında ne kadar basit olduğunu, ölümün o soğuk havasını teneffüs ederken bir kez daha anlar insanoğlu. Yerli yersiz üzüntüler, çırpınmalar, koşturmacalar, sonu olmayacakmışcasına yapılan mücadeleler bir anda anlamsız kalmıştır.

Hayat böyle bir şeydir aslında. Mutlu olmayı, daha iyi daha güzeli ararken bir de bakarsınız ki ellerinizin arasından kayıp gitmiş. Sevdiklerinizi kaybettiğinizde ve onları bir daha asla göremeyeceğinizi, dokunamayacağınızı anladığınızda hissettiğiniz o müthiş sızı, o tarifi zor boşluk; bir papucun kapı önüne konması ile son bulan o naif paylaşım…

Hüznün kopkoyu karanlığını birebir yaşarken hiçbir detayı hatırlamayacağınızı sanırsınız ama sevdiğiniz insana yapacağınız son görevler tek tek aklınıza gelir ve siz hiç olmadığınız kadar kuvvetli, hiç olamayacağınız kadar mantıklı hareket edersiniz.

Çok sevdiğim iki insanın annemle babamın papuçlarını apartman önüne bırakıp kaçtığım yıllar geldi aklıma. Nedense kimse görsün istememiştim o anda; belki de soru soran bir çift gözle karşılaşmanın bana gerçeği hatırlatmasından korkuyordum, hani insan ilk başlarda inanmak istemez hala geri döneceklerini düşünür ya. Buna benzer duygulardı sanırım yaşadıklarım.

Şimdi ne zaman bir evin önünde böyle bir çift sahipsiz papuç görsem içim bir tuhaf olur. Bilirim ki o evlerin birinde bir hüzün, bir ayrılık, bir elveda vardır ve oradan geçerken aniden hızlanır, adeta kaçarcasına uzaklaşırım.

Bu alışkanlığın ne zamandan beri uygulandığını, böylesi acı bir olayı haber vermek dışında başka bir anlam taşıyıp taşımadığını tam olarak bilemesem de; kaybettiklerimizin sadece papuçlarını değil tüm eşyalarını ihtiyaç sahiplerine dağıtmanın güzel bir jest ve sevap olduğunu düşünürsek; bu işe hemen o gün bir papuçla başlamanın da aynı düşüncenin ilk adımı olduğunu düşünebiliriz belki.

Sevdiklerinizin papuçlarını bırakmak zorunda kalmamanız ve henüz vakit varken onlara sıkı sıkıya sarılmanız dileğimle…

Ne olur papuçlar sahipsiz kalmasın!

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
25.11.2006

ŞÜPHENİN İÇ KARARTAN SESLENİŞİ (ALDATILMAK)

ALDATILMAK; belki sadece bir şüphe, dipsiz bir kuyu misali bizi içine çeken, bir türlü yenemediğimiz karabasanımız; belkide kalbimizin en özel yerinde titizlikle büyüttüğümüz sevdamızın görmemize engel olduğu, adını bir türlü konduramadığımız acı bir gerçek, tıpkı içimizde bir volkan gibi patlayan, patlarken duygularımızı, tüm yaşam enerjimizi yerle bir eden.

Aldatılmanın o iç burkan ezikliği, ruhunuzun derinliklerini lime lime edip karartan, yüreğinizi binbir parçaya bölen sızısı. Asla unutulmayan, hep bir şekilde karşınıza dikiliveren yüzsüz acımasızlığı. Nedenini, niçinini sorgulayamadığınız, ama yaşamak zorunda bırakıldığınız o sessiz soğukluğun içinizi ürperten tınıları. Başkalarının aslında çoktan haberdar olduğu, ama sizin asla konduramadığınız ve hep bir şekilde ustaca kaçtığınız o başınızın belası. Size yaşamı kahreden, kendinize olan özgüveninizin sarsılmasına yol açan, insanlara olan güven duygunuzu ise yerle bir eden sırnaşık yaprak sarmaşığı.

Güzelliği, kültürlü ve alımlı olmayı, sevecenliği hiçe sayarcasına bir anda elinin tersi ile itiverip anlamsızlaştıran yaptırımın çirkin yüzü. Sessiz sedasız içten içe büyüyen ve ortaya çıktığında bir buz dağı misali çarptığı gemiyi yok edercesine acımasız bir şekilde önünüze dikiliveren; göründüğü kısmından çok görünmeyen kocaman kısmı ile duygularınızı yerle bir eden şiddetli sarsıntının acı bilançosu. Bedenen sağlam kaldığınız halde, ruhunuzu kaybettiğiniz, belkide satılığa çıkardığınız yaptırımın gücü.

Affetmenin, gönülden unutmanın sadece kelimelere asılı kaldığı; asla kabul edemediğiniz sessizliğinizin haykıran sesi. Buram buram sevgi kokan kalbinize indirilen hançerin her yeni günle yenilenen işkencesi. Sizi anlaşılmazlığa sürükleyen, kalabalık içinde bile yapayalnız hissetiren, sadece bir defalık değil her hatırlayışınızda zehir tadı ile yinelenen o dinmeyen iç sızınız.

Hak etmediğiniz halde yüzgöz olduğunuz iç sesinizin paramparça kalbinize ulaşamadığı o naif çaresizliğiniz. Gözyaşlarınızın anlamlı anlamsız terk edemediği göz pınarlarınız, eskiden gülerken güller açan pembe yanaklarınız ve dudak kıvrımlarınıza yerleşen mahsunluğunuz, gülmenin anlamını yitirdiği paylaşımlarınız, en tatlı uykuların sizi çoktan terki diyar ettiği kabus dolu geceleriniz, her yeni başlayan günle birlikte kaybolan enerjiniz, yok edilen yaşamınız ve kısaca SİZ! Aldatıldığınızı öğrendiğiniz andan itibaren yok olan yarına ilişkin tüm umutlarınız…


Içinizdeki isyan duygularınızı ayaklandıran; başta kendiniz olmak üzere tüm dostlarınıza karşı tutumlarınızda sertliğinizi ön plana çıkaran; gittikçe sizi yalnızlığın güçlü kollarına çekip alan serseri tavırlarınız. Bağışlayamadığınız, unutamadığınız, hırçın ve acıtan duygularınızın önlenemeyen yükselişi. Buram buram eziklik kokan çılgınlığınız, kendi kendinize kaldığınız her durum ve şartta sizi boğuveren karamsarlığınız. Kimseler anlatamadığınız, anllattığınızda ise anlaşılamayacağınıza inandığınız sahipsizliğiniz. Kör kuyulara atılmış, unutulmuş, terk edilmiş, paramparça kalbiniz. Her türlü olumsuzluğa rağmen yine de hatayı her zaman kendinizde aradığınız, bazı konularda yeterli olmadığınıza kesinkes inandığınız o bahtsız kaderiniz…
Sonu olmayan şüphelerin iç karartan seslenişlerinin asla gerçekleşmemesi dileğimle…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ

02/05/2004

7 Aralık 2009 Pazartesi

SICACIK GÜLÜMSE, İÇİM ISINSIN




Gülümsemek… Kalbimizde yaşattığımız duygularımızın en güzel sunum şekli belki de. Sıcacık, içten, art niyetsiz… Ben çok seviyorum gülümseyen insanları, yaşamın tüm zorluklarına inatla baş kaldırmalarını, o naif pozitifliği. Etrafımda hep böyle insanlar olduğunda içimi daha fazla yaşam sevinci kaplıyor. O anki tüm stresimden, sıkıntılarımdan bir anda sıyrıldığımı, içimin pırıl pırıl aydınlandığını hissediyorum sanki.

Bu anlamda o kadar şanslıyım ki… Çünkü çevremde gülümsemeyi seven birçok insanla beraberim. Tek farkla ne yazık ki ben onlar gibi değilim. Üzerimde her zaman bir ciddilik var nedense, beni tanımayan veya uzaktan görenler soğuk olarak bile nitelendirebilirler aslında. Oysaki güleç yüzlü olmayı çok isterdim. Karşılaştığım her insana gülümseyerek bakabilmeyi… Rahmetli babaannemin bir sözü vardır her zaman kulaklarımda; gençliğinde güleç yüzlü olanlar yaşlandıklarında da güleç yüzlü sevimli birer tonton olurlar diye. Ne yazık ki kendisi de güleç yüzlü değildi, gözlerine bakmak cesaret isterdi, hep bir mesafesi vardı; sanırım bende ona çekmişim.

Yine de aklıma her geldiğinde, özellikle insanlarla bir aradayken, birilerine hitap ederken yada bir şey rica ederken gülümsemeyi deniyorum her defasında. Karşılığını da hemen aldığımı itiraf etmeliyim. Bu iletişim öyle güzel ki…

Geçenlerde kendimi çok yorgun hissederek uyandığım bir sabah vakti, dünya güzeli kızımın sıcacık gülümsemesi çarptı yüzüme. O anda içim öyle bir ısındı ki, yorgunluğumu, ümitsizliğimi bir anda unutuverdim onun sıcacık gözlerinde ve gülümsemesinde.

Bir başka örnek yine kendi çevremden. Biz kırk iki daireli oldukça büyük bir sitede oturuyoruz. Tüm işlerimizi kolaylaştıran birde kapıcımız var. Öyle güleç yüzlü ki…Sabahın köründe ekmek ve gazetemizi getirirken de gülümsüyor bizlere sıcacık; silmekle bir türlü baş edemediği apartman girişimizi temizlerken de. Asla pes etmiyor. En küçük kızının sekiz saatlik ağır ameliyata gideceği günün öncesinde benimle dertleşirken bile gözlerindeki o güzel tebessüm hiç kaybolmadı. Onun bir kere bile yakındığını, of aman dediğini duymadım, somurttuğunu görmedim.

Böylesi insanlarla bir arada yaşamak güzel. Kısacık bir merhabanın bile gülümseyerek söylenmesi içinizi sıcacık yapmaya yetiyor çünkü.

Hayata dair, mutluluğa dair neredeyse bulduğum her yazıyı okuyorum. Yine böylesi yazılardan bir tanesinde sabah ilk günaydını aynada gülümseyerek kendimize yapmamız gerektiğini, böyle başlanan bir günün çok daha verimli ve güzel geçeceğini okumuştum. Sonuna kadar da inandım ve uygulamaya çalıştım. Hastayken ya da çok moralsizken biraz zor olsa da yine de hiç unutmadım her defasında aynada gülümseyen bir ben bıraktım.

Gülümsemeyi bir çiçeğin açmasına benzetiyorum ben. Taç yaprakları arasında kapalıyken ne rengini ne kokusunu bilemediğimiz bir çiçek açınca etrafa yaydığı ışıltı nasılsa, gülümsemek de bence öyle.

Gülümsediğinizde içinizdeki tüm iyi niyetli duygular en güzel renklerle bezenir çünkü. Tıpkı rengarenk bir çiçek gibi çevrenize ışıltı saçar, pozitif enerji yayarsınız.

Etrafımızda her zaman gülümseyen insanların olması ve hepimizin her daim gülümsemesi dileğimle…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
25.09.2006

SAVAŞIN ŞİDDET KOKAN DUYGUSU




Yıllardır hep tarih kitaplarında okuduk savaşları, kazanılan ve kaybedilen toprakları, değişime uğrayan sınır çizgilerini ve bu uğurda yitirilen değerleri. Ama ne acıdır ki sadece yazılı satırlarda kalmadı, kalamadı savaşlar. Tarih hep tekerrür etti bir şekilde, bir sebeple. Daha fazla güç, daha fazla statü ve söz hakkı elde etmek uğruna yağdı bombalar insanların üzerine. Çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı hep bir yanlara koştular çaresiz canlarını kurtarmak adına. Bir kısmı hayatını, yakınlarını, sevmeye doyamadıklarını kaybetti; bir kısmı savaşın acımasız izlerini yıllar boyu bedeninde ve ruhunda taşımak zorunda kaldı. Kazanan yada kaybeden hangi taraf olursa olsun, savaşın bilançosu her iki kesim içinde öylesine ağırdı ki…

Kazanan, hükmeden ve galibiyetle ayrılan kesimdeki insanlar kısa süren başarı sarhoşluğunun ardından öyle yoğun depresyonlar yaşarlar ki; ömürleri boyunca o etkileşimden kolay kolay kurtulamazlar. Duyguları, olaylara ve insanlara bakış şekilleri değişmiş, eski bildik kimliklerini bir şekilde kaybetmişlerdir; toparlanmaları yıllar alır.

Kaybeden, esir düşen, yakınlarını, sevdiklerini, evini, en önemlisi özgürlüğünü yitirenler ise; içlerinde yükselen kin ve öfke nöbetleri ile ayakta durmayı başarırlar; gün gelip öç alma tutkusu ile yaşamın bir yerlerinde var olma mücadelesi verirler, hayata küskün.

Gerekçesi her ne olursa olsun savaşın, şiddetin, acımasızlığın, insanları yok etmenin geçerli bir sebebi olabilir mi? Çocuklarımıza, bizden sonra gelecek nesillere savaşlarla, şiddetle, öfkeyle, kan ve barut kokusuyla dopdolu bir gelecek bırakmak niye? O körpecik beyinlerini sevgi, mutluluk, paylaşmak gibi ilkeli niteliklerle doldurup, huzur ve dinginliği doya doya yaşamalarını sağlamak varken; gözyaşını, ölümün soğuk yüzünü göstermek, o minicik dünyalarındaki tertemiz gelecek düşlerini yok etmek biz büyüklere yakışıyor mu?

Üstelik her geçen gün, aldığımız her nefesle, attığımız her adımla içinde bulunduğumuz doğal güzellikleri yok edip, dünyayı daha zor ve yaşanmaz hale getirmiyor muyuz? Oysaki bize bırakılan bu güzel emaneti olabildiğince koruyup, bizden sonrakilere en doğal ve sade haliyle miras bırakmamız gerekmez mi?

Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de savaşı yaşatıyoruz çocuklarımıza; bombaları, yok olan şehirleri, ölen insanları, esirleri, öfkeyi, şiddeti en acımasız şekliyle neredeyse beyinlerine kazıyoruz. O saf ve masum duygularını yerle bir ediyor, gözlerindeki yaşam ışıltısını söndürüyoruz.

Tüm bunların yerine sevgi ile kenetlenen elleri, doğal afetlerde tek yürek olmuş kalpleri, elimizde varken paylaşmanın, yardım etmenin güzelliğini göstermeyi deneyelim.

Rengi, şekli, dili, dini ve düşünceleri ne olursa olsun insanları sevmenin erdemlerin en büyüğü olduğunu öğretelim. Yaşam hakkının en kutsal hak olduğunu ve korunması gerektiğini sadece sözlerle değil, davranışlarımızla da gösterelim. Gösterelim ki barış, huzur ve dingin bir yaşam artık özlemimiz olmasın, ne bizim nede çocuklarımız için.

Sevgiyle barış dolu günlere…

Belgin ERYAVUZ
05 12 2004

UNUTMANIN ACISI, UNUTULMANIN SANCISI




Seçimi öylesine zor, öylesine iç acıtıcı bir soru ki…

Unutmak mı - Unutulmak mı?
Bırakıp gitmek mi - Geride kalan olmak mı?

Hangisi daha acı, hangisi kalbinizde onulmaz yaralar bırakıyor, hangisinde göz yaşlarınıza engel olamıyorsunuz? Hangisini kabullenmekde daha zorluk çekiyorsunuz? Hiç düşündünüz mü? Ya da hayatınızda birebir hangisini seçmek zorunda bırakıldınız? Lütfen dikkat! Seçmek değil, seçmek zorunda bırakılmak; bir anlamda mecbur kalmak.

UNUTMAK; unutulabilmeyi denemek. Bu yoğun duyguyu kendi iç sancılarınızda yaşarsınız; çabalarınız bazen dümdüz bir duvara tırmanmaya benzer. Tırmanmak için delice bir çaba ve güç harcarsınız, ama her hareketinizde aşağıya daha çok kayar ve eski başlangıç noktanıza gelirsiniz. Her yeni adımda içinizdeki karamsarlık daha da büyür, başaramayacağınıza olan inancınız ise artar. Dayanma sınırlarınız alabildiğine gerilir.

UNUTULMAK; bir anlamda yok sayılarak harcanmak. Çok mu acımasız bir tarif oldu? Ama kalbiniz öyle derinden yaralanmıştır ki…Sanki bir bıçak kalbinize saplanmış, sizin her hareketinizle hareket ederek derinlere daha derinlere işlemektedir. Onu, sizi terk edip giden vefasızı her hatırladığınızda; karşılaştığınız ana, onun için yaptıklarınıza, harcadığınız zamana, verdiğiniz emeklere acırsınız. Her şeyinizi çekinmeden paylaştığınız kişi tarafından unutulmak o denli koyar ki size ve duygularınıza; en iyi ilacın aslında onu unutmak olduğunu bile unutuverirsiniz.

Unutmak, bir anlamda kendi seçiminiz, kendi iç sesinizdir. O nedenle mücadeleyi kendi içinizde kendi lehinize çevirmek daha kolaydır. ( Bu arada karşınızdaki kişinin unutulmak duygusu ile karşı karşıya geldiğini ve çok acı çektiğini düşünemezsiniz bile; çünkü odak noktanız kendinizsinizdir.)

Ama unutulmak bir anlamda yaptırımdır. Siz hala en güzel şekliyle yaşarken birdenbire sizden unutmanız istenir. Öyle ki sudan çıkmış balık gibi hissedersiniz kendinizi. Nefes almaya çalışır, bocalar her şeyin bittiğine inanırsınız. Tek kurtuluşunuzun suya tekrar geri dönmek olduğu ise aklınıza ne yazık ki en son gelir.

Unutmak zordur, kalbinize yer eden duyguları söküp atabilmek, hemde her şeyiyle…Unutulmak daha da zordur. Size karşı yapılmış bu hareketi içinize sindirmeniz, hazmedebilmeniz… kolay gelebilir mi size? Hemde tüm yaşananlara rağmen. Asla! Hak etmediğinizi söylersiniz kendinize defalarca. Bir anlam veremezsiniz olan bitene. Tüm cesaretinizle, gururunuzu bir yana bırakıp, ondan tek bir şans daha istersiniz unutulmamak adına. Karşı cephede her şeyin bittiğini anlamak da öyle zorlanırsınız ki, bunun için belki de en acı sözleri işitmeniz gerekir yeniden. Kalbiniz daha bir parçalanır, o son umut kırıntısını da kaybettikten sonra. Her şeyden elinizi, eteğinizi çekersiniz. Yaşam artık size öyle anlamsız gelir ki. Taa ki, iç sesinizle barışıp, unutmaya karar verene değin. Ondan sonrası yine zordur ama en azından artık hesaplaşmanız sadece kendinizledir.

Her ne olursa olsun, her iki duygunun da taşınması, kabullenilmesi oldukça ağırdır, acı verir ve bir bıçak gibi kesip atmadıkça huzura kavuşmanız olanaksız gibidir adeta; kurtuluşunuz sırasında çok darbe alıp, derinden yaralansanız ve kabuk bağlayan yerleriniz yeniden kanamaya başlasa bile.

Sevgiyle… ne unutmayı ne de unutulmayı yaşamayacağımız yada en azından hafif atlatacağımız güzel günlere…

Belgin ERYAVUZ
20.02.2004

YASAK AŞKIN İKİLEMİ



Hayatı doya doya yaşamak; sonuçlarına katlanmadan, belkide doğacak sorunlara sonuna kadar katlanırım diyerek, doludizgin, mantığı bir yana bırakarak, alabildiğine, delicesine...

Sadece düşünmenin bile insanın içine ne denli hoş kıpırtılar verdiği düşünülecek olursa, müthiş zevkli olacaktır yaşaması da. Canının istediğini dilediğince yapmak, rüzgara kapılmış bir yelkenli misali özgürce...Yaşadığın evrende kimseler yokmuş gibi biraz bencil, biraz heyecanlı, biraz çocuksu, biraz biraz herşey.

Kendinle yapacağın iç savaşa, hesaplaşmaya, boğuştuğun tüm sorunlara kapılarını kapatarak. Sadece arzularına ve duygularına kulak vererek, mantığının sesini duymadan, duymak istemeden. Geride bıraktıklarını onların çektikleri acıları, gözlerindeki hüznü, iç burukluğunu düşünmeden, düşünmek istemeden. Sahip olduğun iç huzuruna, kendine olan iç saygına ve güvene, sorumluluklarının tümüne elveda demecesine. Her şeyin o andan itibaren hep daha iyi ve hoş olacağını, aşkın yasak olsa da yaşam boyu süreceğini düşünerek, mutlu olacağını hissederek. Pembe bulutlarla bilinmez bir derinliğe koşar adımlarla. O derinliklerde sarhoş olacağını bile bile hemde.

Aşk bu, ne yasak dinler, ne yaş, ne de dur durak... Bir kez insanın kalbine düşmeye dursun...

Acaba yasak olması mı onu bu denli esrarlı, bir o kadar gizemli ve yaşanılası hale getirir bilinmez ama; insanları en ummadıkları yerde, en tarifsiz duygularında yakalar belki de. Umutsuzlukla imkansızlığın yoğunlaştığı bir anda çalıverir kapıyı. İçeriye buyur edilmeyi beklemeden girip, tatlı tatlı canını yakmaya başlar insanın.

Yasak aşkın yakıcı rüzgarına kapılanlar, kapılmak için yanıp tutuşanlar, aşkı hiç tatmayıp özlemle bekleyenler...

Bir kısmı yaşadığını sandığı delice aşkın peşinde sürüklenip geride bıraktıklarının hüznünü görmezden gelirken; bir diğer kısmı mantığını ön plana çıkarıp gelip geçici hevesler uğruna kendi öz saygısını ve güvenini feda etmemeye çalışır.

Aşkın peşinden sürüklenip giden ve önceleri çılgınca mutluluğu yaşayanlar bir süre sonra geride bıraktıklarının hüznünü, hayatın sadece aşktan ve kendilerinden ibaret olmadığı gerçeğini görmeye başlayınca kendileri ile bir iç hesaplaşmaya girerler ister istemez. Yapılan kıyaslamalar, artılar, eksiler, nedenler,niçinler bir kum silsilesi gibi üzerlerine yığılıverir. Düştükleri bunalımdan çıkmaya çalışırken, o uğruna her şeylerini feda ettikleri aşklarını da kırarlar ellerinde olmadan. Böylece başlayan huzursuzluk, tatminsizlik duygusu içlerini yakar, kavurur. Yine önlerinde vermek zorunda oldukları bir karar ve yol ayırımı vardır. Bu denemeler yanılmalar içinde kaybettiklerine geri dönemezler ve yitirip gittikleri bir anda o kadar çoğalır ki; bunların karşısında kendi yarattıkları yalnızlıklarında boğulmaya başlarlar. Çünkü insan aşıkken kalpleri çok vurdumduymaz olur, akıl hep arkadan gelir; bu da o aşamada bir işe yaramaz “keşke”leri artırmaktan başka.

Aşkı deli gibi yaşamak istediği halde mantığının sesi ve iç güdüleri ile hareket edenler ise başta kendilerini yapayalnız bir çaresizlikte hissedip pişmanlık duygularını sarsmaya başlasa da bir süre sonra aslında sahip olduklarının onlar için ne denli kıymetli olduğunun bilincine varırlar. Belki biraz sıradan ve durgun ama saygın bir hayatı yaşamanın keyfine varırlar. Zaman zaman akıllarına gelen hoş duyguları, tatlı ve sıcak birer anı olarak hatıralarında saklarlar kimselere söylemeden gizlice. Aşk onlar için her zaman en güzel, en heyecanlı ama bir o kadar da erişilmez bir duygu olarak kalacaktır benliklerinde.

Belki de aşkı her şeye rağmen yaşamış olanlardan farkları sadece aşk hakkındaki düşünceleri olacaktır.

Çünkü aşk bir yandan bakılınca erişilmesi zor duyguları, diğer yandan bakılınca ezik bir yüreği ve gözyaşlarını anımsatacaktır bizlere. O nedenle değil midir ki aşkın tarifi, yeri, zamanı yoktur ve yorumu bir o kadar zordur diye...

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ

ZOR DÜNYAMIZIN MELEK YÜZLERİ





Çocuklar, çocuklarımız…

Bizlere annelik duygusu gibi dünyada eşine az rastlanır o yüce duyguyu tattıran; hesapsız, yalansız, içten, sevecen, masum, ışıltıları yıldızlardan daha parlak, sıcacık, yumuşacık… çocuklarımız. Dünyanın neresinde, hangi ülkesinde olursa olsun, yaşadıkları evreni anlamaya çalışan nadide çiçeklerimiz. Savaşın, acımasızlığın, yoksulluğun, nefretin, kıskançlığın, haksızlığın yaşandığı zor dünyamızın en masum varlıkları, melek yüzleri…

Onların gözlerine bakarsanız bir anda tüm sıkıntılarınızın hafiflediğini, içinizin mutlulukla dolduğunu hissedersiniz. Onların dokunuşları ile verdikleri huzurun, yarım yamalak sözleri ile yaşattıkları keyfin yerini alabilecek başka bir şey yok gibidir aslında. O anlarda içimizi öylesi bir dinginlik kaplar ki, bu duyguyu tarif etmek neredeyse imkansızdır. İsimleri, tenleri, saçları, gözleri, renkleri, engelleri ne olursa olsun. Çocuklar… dünyanın en masum, en sevilesi varlıklarıdır onlar. Ada’lar, Uygur’lar, Ece’ler, Oğuz’lar , İpek’ler, Barış’lar… hepsi bizim, bizim çocuklarımız.

Sevgiye aç, sevilmeye muhtaç, sıcaklığımıza, yakınlığımıza, ilgimize en çok ihtiyaç duyanlar… Sevgisizliğin buz gibi yüzünü henüz dünyaya merhaba derken tadan, bir camii yada hastane köşesine terk edilen; annesiz, babasız, evsiz, barksız, sokak köşelerinde kaderlerine terk edilmiş niceleri… Yuvalarda, dadılarla itina ile büyütülen diğerleri… Anne baba sevgisine hasret, çorak topraklarda bir başına büyüyenler…Büyüklerinin attığı her bir tokadı, akıttığı göz yaşları ile unutan, yediği dayaklara rağmen bağışlamayı biz büyüklerden çok daha iyi başarıp, tek bir güzel sözcük duymak için, yine onlar uğruna çırpınan minicik bedenler…

Alınyazılarını yaşayan çocuklarımız… Daha doğarken kaderleri ile yaşamayı öğrenmek zorunda olan, şanslarına inanan, inanmak isteyen güzelliklerimiz… Önlerindeki iyi ya da kötü örneklerle şekil alan, biçimlenen minik yavrularımız.

Okula gidebilmek uğruna her gün kilometrelerce yolu, yırtık ayakkabıları ile aşmak zorunda kalan, yetersiz koşullarla mücadeleyi daha o ilk adımlarında öğrenen yavrularımız… Öte yanda, sıcacık yataklarından sıcacık okullarına servis lüksüyle gitme şansına sahip olanlarımız…

Kimi kesimde; okul yerine tarlalarda çalışmak zorunda bırakılan, yaşıtları okul yolundayken; soğuk sokak köşelerinde mendil satıp, ayakkabı boyayarak ailelerine yardım etmeye çalışan niceleri…

Farkları, seviyeleri ne kadar birbirinden ayrı olsa da, hatta aralarında uçurumlar olduğu hissedilse de; sonuçta hepsi ÖNCE ÇOCUK; hepsi bizim çocuklarımız, yarınlarımız, geleceğimiz, yaşama sevincimiz, kısacası her şeyimiz…

Sevginizden bir kucak ışık verdiğinizde; gökkuşağı renginde binlerce ışıkla sizlere sevgisini yansıtan, gönlü cömert çocuklarımız.

Dünyadaki tüm güzellikler sizlerin olsun… Savaşın, çekişmenin, acımasızlığın olmadığı bir dünyada sadece sevgiyi bulmanız ve onunla şekil almanız dileği ile…

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
18/12/2003

YEDİ ÇARPI YİRMİ DÖRT SAAT






Biz insanların bir haftalık zaman dilimi içine sıkıştırdığımız ve zamanımızı belirginleştirmek adına isimlendirdiğimiz yirmi dört saatlerden bahsetmek istiyorum bu kez. Pazartesiden Pazara haftanın yedi gününden. Hepsi sanki söz birliği etmişcesine içinde bir parça hüznü, bir parça kırgınlığı, çokça acı ve gözyaşını, bir o kadar da tebessüm ve mutluluğu aynı anda barındırır. Kahkahalar attığımız bir günün akşamında göz pınarlarımızdan süzülen göz yaşlarına engel olamadığımız çok olmuştur. Yada tüm ümidimizi kaybettiğimizi sandığımız bir günün sabahında yaşadığımız güzel saatlere inanmakta zorlanırız, kalbimiz deli deli çarparken.

Aslında her biri bizleri yeni heyecanlara, yeni deneyimlere, yepyeni tatlara davet eder nefes aldığımız süreç boyunca. Kimi başta kimi sonda ne fark eder ki. Sonuçta yaşandıkça an be an, hepsi bize özel, bize ait anılarda yer etmeyecek mi?

Haftanın ilk gününe Pazartesi demişiz bir kere, kurtuluşu yok. Özellikle çalışan kesimin, hatta öğrencilerin pek sevmediği, sevemediği gün. Tatil sonrası disiplini, çalışmayı, sorumluluklarımızı hatırlattığı için mi acaba? Geç kalkmaya, miskinlik yapmaya alışkın, dinlenmekten yorgun bedenlerin binbir zorlukla sıcacık yataklarını terk edişleri ile daha sabahın ilk ışıklarında başlar bugünü çabucak tüketme duygusu. Gün içinde, hafta sonu unuttuğumuz sıkıntılara, yığınla faturaya, iş yerindeki çekemezliklere merhabayla daha da derinleşir. Akşam olduğunda yaşanan tüm yoğunluk omuzlarınıza öyle bir çöker ki, günün bittiğine yeterince sevinemezsiniz bile.

Salı, haftanın ikinci günü. Ama eskilerin deyimi ile sakın ola ki yeni bir işe başlamayın. Çünkü başlanan her şey yarım kalır, sallanır. Bu nedenle işe başvuracaksanız ertesi gün çuvala mı girdi? Yeni bir dikiş için o güzelim kumaşı bugün mü keseceksiniz yoksa. Sakın ha! İyisi mi bugün kendinize iltimas yapın, başlayacağınız işlere yeni bir adım atmadan eskilerle idare edin. Belli mi olur, bakarsınız eskiler haklı çıkar da yeni işiniz günlerce, hatta aylarca sürünür. Oldu mu şimdi, keşke başlamasaydınız…

Haftanın en masum günü geldi bile, işte Çarşamba, haftanın ortası….Bizim buralarda semt pazarı da kuruluyor. Trafik keşmekeşi, sıcak yaz günlerindeki o nahoş kokuyu saymazsanız güzel bir gün. Ya sizin oralarda?

Perşembe, bugün mutlaka çamaşır yıkayın. Yoksa bile yaratın. Neden mi? Zengin olursunuz da ondan. Hadi durmayın öyle, eskiler demişlerse vardır bir bildikleri.

Ne o, şimdiden heyecanlı tempolarınızı duyar gibiyim. Evet işte Cuma karşınızda. Özlemle beklenen, hatta iple çekilen haftanın son çalışma günü. Peki ya çalışmayanlar, emekliler ,ev hanımları sizler için? Sizler de yakınlarınız adına seviniyorsunuz biliyorum, onlarla daha çok bir arada olmak adına.

Son yıllarda iş yerlerinde hafta sonunu ve tatili anımsatan spor kıyafetlerin tercih edildiği bugünde, her şey daha bir kolay yaşanır, daha bir kolay kabul edilir. Yüklüce ev ödevleri, okumak amacı ile koltuk altına sıkıştırdığımız raporlar bile. Nedense batmaz, acıtmaz bir yerlerimizi. Çünkü ertesi iki gün için tatil ve özgürlük sinyalleri çoktan alınmıştır bir yerlerden. Programlar yapılmış, gidilecek yerler, uğranılacak kafeler, aranacak arkadaşlar hepsi bugüne sığdırılmıştır.

Cumartesi-Pazar … işte beklenen, özlenen iki özgür gün, tatil günü. Sabahın kör karanlığında çalan zil sesine paydos. Gönlümüzün istediğini, istediğimiz saatte yapma lüksüne sahibiz bugünlerde. Cumartesi günü ve gecesi tatilin buram buram yaşandığı gündür ama Pazar günü özellikle öğleden sonrası için küçük küçük sıkılma sinyalleri başlamıyor mu sizlerde de? Bu sıkıntı ve iç kararması Pazartesi yeniden başlayacak yoğun koşturma için olmasın sakın. Pazar sabahları ailece yapılan o sıcacık ve sevgi dolu kahvaltı saatlerini ise parantez içinde yazmadan geçemeyeceğim. Nedense Pazar sabahları yaptığımız kahvaltılar kadar lezzetlisine hiçbir gün rastlayamadım.

İşte birkaç paragrafa sığdırdığımız günleri bitirdik bile. Ne kadar çabuk değil mi? Aslında yaşarken de bu denli hızla tüketiyor, günleri haftalara, haftaları aylara ekleyerek yaşıyoruz. Bize getireceği mutluluk ve hüzünleri ile elimizde uzun süre tutacağımızı sandığımız ama bir su misali akıp giden günler…

AN’ların farkına vararak ve nefes aldığımız her saniyenin tadını çıkararak yaşamak asıl önemli olan.

Sözlerimi Edward de Bono’nun çok sevdiğim bir cümlesi ile noktalamak isterim “Yarının bugünden daha iyi olacağı ümidi ile yaşamak yerine, hemen bugün, yarın uyandığınızda kendinize bir önceki günden biraz daha iyi hissetmenizi sağlayacak bir şeyler yapabiliriz.”

Sevgiyle, sevdiğiniz günlerin çoğalması dileğimle.

Belgin ERYAVUZ
10/10/2004

ONSUZ YAŞAYABİLSEYDİK…




Hayatımızdaki en büyük gereksinimlerden bir tanesidir para. Varlığı ile bize cesaret verir, girdiğimiz her ortamda kapıların açılmasını, istediğimiz şeylere daha kolay sahip olmamızı sağlar, hayat standardımızı belirler, hatta cepteyken ellerini ısıttığını söyleyenler bile vardır aramızda. Paranın yaşam şeklimiz içindeki gücü, yaptırımları, etkisi tartışmasız çok büyüktür ama hepsi o kadar. Çünkü para sadece araçtır, asla amaç olmamalıdır. Paranın bizler için büyük bir ihtiyaç olduğunu, parasız yaşamın ne kadar zor olduğunu kabul ediyorum ama sınırını bilmek şartıyla. Parayı bir araç olmaktan çıkarıp amaç haline getirdiğinizde; tüm yaşantınızı ve mutluluğunuzu buna odakladığınızda para öylesine tehlikeli bir hal alır ki… O kızgın çemberin kıskacına kendinizi kaptırdığınız anda pek çok değeriniz kaybolmaya başlamıştır henüz siz farkına varmadan.

Eğer sağlam bir alt yapınız yoksa, kişiliğiniz tam olarak oturmamışsa para sizi değiştirmeye ve bambaşka bir kimliğe bürünmenize neden olur. Yaşamınız boyunca kolay yoldan daha çok para sahibi olmanın yollarını aramaya başlarsınız. Çünkü amacınız artık sadece para daha çok para olmuştur.

Çeşitli talih oyunlarından tutunda kumar alışkanlığına varana değin geniş bir yelpazede her yol size mübah görünür. Para kazanma hırsı içinizi öylesine kaplar ki, kişiliğinizi kaybedersiniz adeta; gözünüz hiçbir şeyi görecek halde değildir, yalan söylemek, etrafınızdakileri kandırmak vicdanınızı sızlatmaz, bencilliğiniz hat safhadadır.

Oysa ki kolay kazanılan hiçbir şeyin tadı yoktur, içi boş bir balon misali patlayınca yok olur gider. Zorluklarla, mücadelelerle ve alın teri ile kazanılan şeyler ise hayatımızda çok daha kıymetlidir. Çünkü onda sizin emeğiniz, yoğun çabalarınız, gecenizi gündüze katmanız, belki de göz yaşlarınız saklıdır. Tamamen size aittir, sizi dağın zirvesine adım adım taşıyan eşsiz bir güzelliktir.

Bu gerçeği kabul ettiğiniz halde kolay yoldan para kazanmak yine de cazip gelir pek çoğumuza. Olasılık oranının çok düşük olduğunu bile bile her hafta, her ay bıkmadan usanmadan tahmin yapanların; bunu bir iş, bir alışkanlık, bir yaşam şekli haline getirip; hayatlarındaki tüm değişiklikleri sadece oradan kazanacakları paraya odaklayan; hayallerini sadece parayla süsleyen insanların sayısı maalesef o kadar çok ki…

Bir çırpıda servete konmak; bir gün önce fark edilmezken ertesi güne zengin uyanmak…Düşünsenize insanı nasıl bir ruh haline sokar; o ilk tatlı sevinç geçtikten sonra insanı nasıl da boğar. Zaman zaman paraya dayalı yarışma programlarında da benzer hırsı gözlemliyorum ben. Şıklar arasında seçim yaparken bir sonraki adımda kaybetme olasılığı işin içine girince, o ana kadar kazandığı paraya sevinen kişi o kadar az ki. İlk tepki hep üzülmek oluyor, oysaki belki bir saat öncesine kadar böylesi bir parayı kazanma olasılığı dahi yokken hep daha çoğuna göz dikmek insan oğlunun doyumsuzluğuna en güzel örnek olsa gerek.

Para tehlikelidir, beklentilerde hep daha çok ister insanlar, gözleri hiçbir zaman doymaz. Zaten kumar alışkanlığı da bu zayıflıktan ortaya çıkmıyor mu? Azla yetinmeyip hırsına yenik düşmenin maalesef en kötü örneklerinden bir tanesi. İnsanın kanına girmeye dursun, kısa zamanda gözleri kör ediyor, insanı iliğine kadar sömürüyor ve maalesef sevdiklerini kaybetmek bile onların akıllarını başlarına getiremiyor!

Oysa ki çok para sahibi olmak, bir servete kavuşmak insana sanıldığı gibi mutluluk vermiyor, az ya da çok öncelikle ondan tat almasını bilmek gerekiyor. Tıpkı Montaigne’nin dediği gibi “Talih insana tüm nimetlerini verse de; onlardan tat alabilecek bir ruh gerekir. Bizi mutlu eden, bir şeyin sahibi olmak değil tadına varabilmektir.”

Para bir şekilde insanları değiştiriyor, doyumsuzlaştırıyor, bencilleştiriyor. Hani hep o umutla piyangodan, lotodan para çıktığında yapacakları yardımları sıralayan insanlar var ya, işte onların pek çoğu hayalleri gerçekleşince vazgeçiyorlar tüm bunlardan. Akıllarına kendi doyumsuzlukları ile ilgili o kadar yeni konu geliyor ki…hatta birde bakıyorsunuz para yetmemiş bile; geldiği gibi hızla tükenip gitmiş. Şaka gibi ama maalesef gerçek.

Geçen günlerde bir haber vardı gazete manşetlerinde; oynadığı at yarışında beşinci ayağı yanlış yazdığı ve ikramiyeyi kaçırdığı için tehdit edilen ve çalıştığı bankayı dolandıran bir banka müdürü ile ilgili olarak. İşte en çarpıcı örneklerden bir tanesi karşımızda, hayatın içinden aramızdan. Daha çok para kazanmak uğruna karanlık kişilerle anlaşmaktan kaçınmayan ve sonucunda tüm hayatını kabusa çeviren üstelik okumuş aydın bir insan örneği.

Benim anlatmaya çalıştığım bu aslında. Çok paraya sahip olma hırsı ile kişiliğini hiçe saymak, elindekilerin kıymetini bilememek. Bir şekilde parayı elde edince değişmek, eski değerlerini yitirmek ve kendisindeki bu değişimi şaşkınlıkla izlemek, parasız ama mutlu günlerini mahsunca anımsamak…

Para hiçbir koşulda hiçbir insana mutluluk getirmemiştir. Hayatın amacı sağlıklı ve mutlu yaşam ve gelecek olmalıdır ki bunlar paranın satın alamayacağı yegane şeylerdir. Bize yetecek kadar paramız olsun, keyfimiz ve ağız tadımız yerinde olsun yeterde artar bile, öyle değil mi?

Tüm bunların yanında parayla böbürlenmek, insanlara sahip oldukları para ölçüsünde değer vermek ne kadar yanlış. Unutmamak gerekir ki para bugün varsa yarına olmayabilir. Bugün zengin olanlar yarın zor durumlara düşebilirler, hayat bu! Kime ne getireceğini önceden kestirmek mümkün değil ki…

Üstelik dünyanın en varlıklı kişilerinden bir dahi olsanız, eğer ondan tat alacak ruhunuz yoksa tıpkı Montaigne’nin dediği gibi ne işe yarar ki onca servet onca para. Parayı harcamasını bilmek, parayı yerinde ve zamanında kullanmak, yeri geldiğinde paylaşmakta bir meziyettir aslında. Gönlü zengin insanların parayı harcamaları ile gönlü fakir insanların parayı harcamaları aynı mıdır? Zengin ama gönlü fakir olanlar yerine, fakir ama gönlü zengin insanlardan olabilmek her zaman tercihiniz olsun derim ben.

Hatta keşke para hiç olmasaymış hayatımızda diye de düşünürüm zaman zaman, bu fikrin çok ütopik olduğunu bildiğim halde. Ancak geçenlerde yazılarını severek her gün takip ettiğim Milliyet gazetesi köşe yazarı Hasan Pulur’un; Orhan Duru’nun son hikaye kitabından yaptığı alıntıyla, böyle bir olasılığın en büyük devrimlerden birisi olacağını belirten ve destekleyen yazısına rastladığımda, bu düşüncemde yalnız olmadığımı anladım. Alıntı aynen şöyleydi; “ Hiç para söz konusu olmadan harcama yapabilseydim daha iyi olurdu hem benim için hem de tüm insanlık için büyük bir devrim olurdu bu.”

Ben hayatımın hiçbir döneminde zengin olmayı istemedim, çok para hayali kurmadım. Az para ama çok mutluluğun yaşamda daha önemli olduğuna hep inandım, siz ne dersiniz?

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
06.12.2006

17 Kasım 2009 Salı

RENGARENK DUYGULARDA YAKALADIM SEVGİYİ!





Sevmeyi bilip, sevilmenin büyüsünde kaybolmak. Engin maviliklerde yepyeni sevgiler keşfetmek. Pembe bulutlardan maviliklere atlarken kenetlenmek sımsıkı yürekten yüreğe… Birbirine hem çok yakın hem de kilometrelerce uzak olduğunu düşündüğüm iki sıcacık kardeş duygudur sevmek ve sevilmek.


Alabildiğine derin, alabildiğine hassas bazen kırılgan, bazen çelik kadar sert ve dayanıklı, paylaşıldıkça kabına sığmakta zorlanan, hissedilmesi kadar hissettirmesi de insanlarda derin izler bırakan; aradaki upuzun mesafelere rağmen kalpten kalbe değebilen, rengarenk duygu yumaklarıdır. Çözüldükçe bağlanır, bağlandıkça çözülürsünüz enginliğinde.

Sevmek olağanüstü bir duygudur. Sevmek, hayatın şifresini çözen bir anahtar, yaşantınızı anlamlı hale getiren bir tılsım gibidir. Çünkü sevmekle içinize ve ruhunuza pozitif bir enerjinin dolmasını sağlarsınız. Bu sayede ufkunuz öylesine genişler ki, bu güzellik sizden etrafınıza bir güneş misali yayılır ve vardığı noktalarda bulduğu yürekleri sıcacık yapar.

İnsanın yüreğini tüm sevgilere açması ve etrafındaki her şeyi alabildiğince sevmesi kadar güzel bir şey düşünülebilir mi hayatta? Sevgi sizin kalbinizden sonsuz bir pınar misali coşup çevrenizdeki insanlara, dostlarınıza çağlar ve ardından paylaşımın en güzel yansıması olarak size gerisin geri döner. Bu geri dönüşler ise sizi daha çok sevmeye zorlar adeta. O nedenle değimlidir ki sevgiler paylaşıldıkça artar. Sevilmeyi tatmak için önce sevmeyi bilmek gerekir karşılıksız, hesapsız, masum ve en içten hislerle. Çünkü gerçekten sevmeyi bilemeyen ve gönül kapısını sevginin güzelliklerine açmayan bir insan asla sevilmenin değerini anlayamaz. Aslında sevmek tüm duyguların anasıdır. Sevgi yüreğinizi zenginleştiren yegane araçtır. Diğer duyguları besler, özellikle negatif duygulardaki aşırılığı frenler, insana yapıcılık kazandırır. Nefreti, kıskançlığı, çekememezliği silip götürür.

Sevilmenin tadı ve ayrıcalığı ise o kadar farklı bir güzelliktedir ki, insanların hayatı olumlu yönleriyle algılamalarında pozitif ve yapıcı roller oynar. Sevilen, sevildiğini bilen insanlar buna hiç doyamazlar, yüreklerinde duydukları sevgi ve sevilmenin hazzı onları her daim istekli, canlı ve ışıl ışıl yapar. Sevgiyi hücrelerinde öyle güzel hissederler ki, bunu yaşamlarının her anında bir ayna misali etraflarına yansıtırlar.

Yakınlarınız, arkadaşlarınız, dostlarınız, eşiniz, sevgiliniz, çocuklarınız ve çevreniz tarafından sevilmenin tadı hem çok güzel, hem de doyumsuzdur.

Sevilmek insana topluluk içinde özel olduğunu, değer verildiğini hissettiren son derece zarif bir duygudur. Çocuklar bu özel duygu ile büyür, kişilik kazanır. Tıpkı bedenimizin besinlere ihtiyaç duyduğu gibi, ruhumuzun da sevilmeye ihtiyacı vardır. İnsan ruhu sevgiyle beslenir. Sevgisiz kalan insanların ruhları aynen aç kalan insanların bedenlerine, susuz kalmış çorak topraklara benzer.

Sevmek, sevilmek bu iki güzel duyguyu alabildiğine yaşamak. Sevmenin güzelliğini, sevilmenin hücrelerimizde çiçek açtıran doyumsuzluğu ile birleştirin korkusuzca. Sevin alabildiğince çekinmeden “acaba beni sever mi ?” diye beklemeden; ilk veren , ilk el uzatan siz olun her daim. Kırın insanlar arasındaki o buz gibi saydam ve soğuk duvarları. Yılmadan, cesaretinizi asla kaybetmeksizin. Bir gün göreceksiniz ki, uzattığınız eller havada boş kalmayacak. Sıcacık ellerle buluşacak, gönüller sevginin güzelliği ile yoğrulacak.

Asla korkmayın ve sevin. Çünkü sevgi öyle güzel yayılır ve hak ettiği yeri öyle güzel bulur ki. O nedenle sevmekten çekinmeye, insanlara sevginizi göstermekten kaçınmaya hiç gerek yoktur.

Sevgide karşılık beklenmez, zaten karşılık beklenirse adı sevgi olmaz. İşte o nedenle çıkarsız, amaçsız, sadece sevmek gerekir yalın ve duru, çıkarsız ve karşılıksız. Her şeye, tüm olumsuzluklara rağmen sevmek,sevmeyi becerebilmek. O sonsuz muhabbeti paylaşabilmek gönülden, içten gelen hislerle.

Sevmenin yaşı, zamanı, mevsimi yoktur. Kendiyle barışık olan ve öncelikle kendini seven insanların öyle güzel kalpleri vardır ki, sevgiyi var etmeleri ve çevrelerine sunuşları son derece zariftir. Siz fark etmeden bir anda sevgileri ile sizi sıcacık sarıverirler. Gönlünüzü, içinizi ısıtır ve bir süre sonraki alışkanlıkları ile vazgeçilmez olurlar.

Sevgi gönlünüzdeki en güzel güneştir. Bırakın ışınları etrafa yayılsın. Sizinle beraber çevrenizdekilerin de içini ısıtsın.

Paylaşılan en güzel ve en özel sevgilerde bir gün, bir yerlerde buluşmak, limitsiz sevmek ve her daim sevilmek dileği ile…

Sevgiyle kalın.
Belgin ERYAVUZ
28/02/2004

UZAKLARDA BİR YERLERDE...




“UZAKLIKLARI YAKIN EDEN
  BAZEN BİR SESTİR
  BAZEN DE TEK BİR NEFES...”








Sevdiğin çok uzaklarda bir yerlerde olmamalı, aşıksan eğer dokunabilmelisin ona, ellerine, tenine, dudaklarına. Sarılıp omuzlarına, başını dayayabilmelisin saatlerce. Sıcaklığını hissedip, nefesini duyabilmelisin kendi nefesinde. Gözlerin gözlerinde erimeli belki de karşılıklı sarf edilen her bir cümlede. Böyle yaşanmalı aşklar, elele, gözgöze, dizdize gecelerde...

“Aşkın en sağlam sigortası mesafedir” der Enis Batur bir yazısında. Yazılarını severek izlediğim Can Dündar ise Yarim Haziran adlı kitabında “yıllar yılı hasretle beklediği ışığa kavuşan bir hücre mahkumu nasıl körleşirse, aşk da körelir yakına gelince…” diyerek aşkın hep uzaklarda yaşanması gerektiğini savunurlar .Onlara ve onun gibi düşünenlere saygım sonsuz ama bence;uzaklıklar yakın edilmeli, aradaki mesafeler özlem dolu yürekleri kanatmamalı sessizce ve derinden... Aşıklar yakın olmalı birbirlerine; denizin kumasala, ayın yıldızlara, suyun toprağa yakınlığı gibi. Tatları karışmalı birbirlerine an be an yaşanan heyecan doruklarında.

Böyle olmalı aşklar, yakından çok yakından yaşanmalı, kalp sesleri birbirine karışmalı aşıkların. Duyguları, sözleri birbiri içine akmalı yüreklerinde. En derinine inmeli yaşanan aşkın o büyülü dünyasında. Elele yepyeni güzellikler keşfedilmeli. Ortak paylaşımlarda doruğa tırmanmalı tadlar. O ana kadar hiç kimsenin yaşamadığı hazları kendileri keşfetmişcesine yüreklerinden bedenlerine akmalı. Yaşattırdıkları mutluluğu birbirlerinin gözlerindeki pırıltılarda izlemeliler an be an kesintisiz. Yanaklarını pembeleştiren, çiçekler açılmalı gönüllerinde birbirlerine sundukları herbir lezzette.

Böyle yaşanmalı aşklar derinden, korkusuzca, elele, dizdize, gönül günüle... Uzaklıklar hiç girmemeli o güzel yüreklerin arasına, telefonlara esir edilmemeli özlemler, gözyaşlarına dönüşmemeli en tatlı heyecanlar. Daha yaşanmamışken bitmeye mahkum olmamalı gönül dünyasındaki o en güzel yıllar...

Böyle yakından yaşanmalı bütün aşklar...

Aşklarınızı en yakınınızda tüm sıcaklığı ile yaşamanız dileği ile.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
05/10/2003

DOKTORUM BENİ ANLAMIYOR!


Sağlıkla ilgili son yıllarda yoğunlaşan bilimsel çalışmalar, hastalıklarla mücadelede gösterilen insanüstü çabalar, insan ömrünü uzatma yolundaki öneriler hemen hepsi sağlığımızla daha çok ilgilenmemiz, gerekli önlemleri en başından almamız, bu amaçla hastalanmayı beklemeden rutin kontrolleri vaktinde yaptırmamızın gerekliliğini ön plana çıkardı. Tüm bunlar bizlerin doktorlar ve hastanelerle daha yakın bir temas içinde olmamızı gerektirdi.


Ancak tüm bu kontroller için doktora, hastaneye koşarak giden kaç kişi var aranızda? Üstelik çok zorda kaldığınızda, ağrılarınız tavana vurup ızdırabınız dayanma sınırlarınızı aştığında bile hastane sözünü duyduğunuzda sizinde ayaklarınız gerisin geri gitmiyor mu?

İşte tam bu sorudan yola çıkarak çok kapsamlı bu konunun özellikle bizleri yakından ilgilendiren bir bölümüne hasta psikolojisine küçük bir pencereden bakmaya çalışacağım. Biliyorum ki burada paylaştıklarım pek çoğumuzun yaşadığı, hissettiği duygular olacak ve bizler belki bir satır arasında buluşacağız.

Her zaman dile getirdiğimiz gibi sağlık gibisi yok, üstelik bizler bu değerli hazinemizin kıymetini kaybedinceye kadar bilemiyor, koruyup kollamak yerine şartları zorladıkça zorluyoruz. Sonuçta gerek bu şekildeki zorunlu haller olsun, gerekse kontrol amaçlı; doktorların kapısını çalmak zorunda kalıyor, tüm hassasiyetimizle ve gardımızı indirmiş olarak karşılarına geçiyoruz.

Tam bu noktada karşılaştığımız tablonun rengi son derece önemli. Çünkü bizlerin böylesi anlarda her zamanki halimizden çok daha naif, çok daha hassas ve kırılgan olduğumuz bir gerçek. Bedenimiz belki küçük sinyaller de veriyor ama ondan da önemlisi ruhumuz…şefkat istiyor, ilgi bekliyor, kaygılardan kurtulup özgürce kanat çırpmak istiyor.

Bu yüzden olsa gerek doktorlarla karşılaştığımız andan itibaren onlara güven duymayı, sorunlarımızı endişelerimizi içtenlikle paylaşabilmeyi, sorularımıza yanıt alabilmeyi kısacası içinde bulunduğumuz o sıkıntılı periyodu onlarla hafifletmeyi istiyoruz. Onların ağzından çıkan her söz bizler için büyük önem taşıyor, çünkü moralimizi yeniden kazanma ve kendimizi yeniden motive edebilme gücünün hep bu sözcüklerde gizli olduğunu hissediyoruz.

İşte bu anlamda doktorlara, hemşirelere, tüm sağlık personeline büyük işler düşüyor. Bu psikolojiyi yakınen anlamaları aslında tüm sorunu çözecekken maalesef olmuyor, olamıyor… Mutlaka çok iyi doktorlarımız var, her ne olursa olsun insani duygularını kaybetmemiş, mesleklerine adeta tapan doktorlar… onları ayakta alkışlıyorum ama istisnalar kaideyi bozmuyor. Çünkü çoğu doktor hastasını önemsemiyor, onu küçümsüyor, soru sormasına dahi izin vermiyor, hatta azarlıyor, kısa bir iki cümleden sonra siz bir anda muayene kapısının önünde buluyorsunuz kendinizi. Aklınızda soramadığınız sorular, iyice karışan kafanız ve içinizi saran güvensizlik duygusuyla. Oysaki hasta psikolojisi önemlidir. Hastanın doktor karşınsındaki endişeleri, yaşadığı tatsız deneyimler sonrasında iyice derinleşir. Böyle bir psikoloji kolay kolay atlatılmaz ve işte bu sebeptendir ki bir sonraki randevuda ayaklarınız gerisin geriye gider.

Zaten toplum bilinci olarak sağlığımızı hep erteleyen, ikinci plana atan bir yapımız var. Elbette maddi olanaksızlıkların bunda büyük payı var ancak, gerekli donanıma sahip olsak da bu yapıyı terk edemediğimiz bir gerçek. Kendimizi yeterince önemsememe, bize bir şey olmaz deyip boş vermek de. Bunlar bizim eleştirilecek yönlerimiz ama ben bu çekingenlikte bu isteksizlikte doktor ve hastanelerin de önemli bir rol oynadıklarını düşünüyorum, hemde büyük bir yüzdeyle.

Üstelik her gün bir yenisini duyduğumuz sağlık skandallarını, ameliyat için yıllar sonrasına verilen günleri, tahlillerde yapılan ölümcül yanlışlıkları, bir doktorun ak dediğine diğerinin kara dediğini, sadece para uğruna ameliyat önerenleri, ameliyat sırasında alınan bıçak paralarını,… ve daha nicelerini düşünürsek aslında çizdiğimiz tablonun daha da karardığını kolayca görebiliriz.

Karşımızdaki bu gri siyah görüntüyü bile bile doktora, hastaneye yine de güle oynaya gidebilmek insanı oldukça zorluyor, öyle değil mi? Konu sağlığımız olsa da isteksizlik hat safhada oluyor. Çünkü soru işaretlerimiz hiç bitmiyor…

Doktorların bu anlamda öncelikle empati yapabilmesi gerekli diye düşünüyorum; gerekiyor ki hastasını ve o anda içinden geçenleri hissedebilsin. Düşünsenize siz zaten belirli kaygılarla, beyninizde yığınla soru işaretiyle ve biraz çaresiz biraz savunmasız bir halde onların kapısını çalmaktasınız. Bu noktada asık bir surat, soğuk bir merhaba ve tamamen hasta psikolojisine aykırı tavırlar. Gözlerinde bir an öce derdini söyle ve git dercesine bakan yarı kızgın bakışlar… İşte o anlarda içiniz daha bir kırılgan hale gelir; soracağınız soruları dahi unutur doktorun yüzünde minicik olumlu bir işaret ararsınız. Ama nafile…Sonuçta sağlığınızla ilgili endişeleriniz kaybolmamış, üstüne üstük daha da artmış bir şekilde, anlayamadığınız bir diyalogdan çıkıp kapı önünde bulursunuz kendinizi. Moraliniz sıfırlanmıştır, canınız öylesine sıkılmıştır ki doktorun uyarıları bile umurunuzda olmaz. Bir kez daha doktor ve hastane sözü duymak istemesiniz.

Elbetteki tüm bu olumsuz ve iç karatıcı tablonun dışında çok güzel örneklerle de karşılaşıyoruz zaman zaman. Mesleğini severek yapan, sizinle ve hastalığınızla ilgilenen, endişelerinize olan yaklaşımı ile dört dörtlük doktorlarımızda var ve olmalı! Öyle ki onlar bir süre sonra sizin en güvendiğiniz dostlarınız arasındaki yerlerini kendiliklerinden alıyorlar. Böylesi doktorlara denk geldiğinizde onları ömrünüzün sonuna kadar sahipleniyor, asla değiştirmeyi düşünmüyorsunuz.

Hep söylediğimiz gibi insanlar arası iletişim; el sıkmakla göz teması ile başlayan ve konuşmayla devam eden o süreç öylesine önemli ki bazı şeylerin oluşmasında. Bunu yakaladığınız anda, yani güvenebileceğinizi hissettiğiniz anda aradaki tüm engeller kalkıyor. Biliyorsunuz ki endişe dolu sıkıntılarınızla doktorunuza gitseniz bile o sizi bir şekilde rahatlatacak; ufkunuzu açacak, daha pozitif düşünmenize yardımcı olacak, size yol gösterecek, bilgilerini sizinle bıkmadan usanmadan paylaşacak, tüm sorularınızı yanıtlayacak. Gözlerinizin önünü perdeleyen gri bulutları sıcacık gülümsemesine eşlik eden anlayışı ile aralayacak.

Çünkü doktorluk dünyanın en saygın mesleklerinden bir tanesidir ve yapılanlar insan sağlığı söz konusu olduğu için hiçbir şekilde rencide edilmemeli her şeyin üstünde tutulmalıdır. Mesleğe adım atarken edilen o kutsal yemin bir takım art niyetlerin, kötü emellerin, para hırsının gölgesinde kalmamalıdır. Gerçekten özveri isteyen, emek isteyen, sevgi isteyen bu mesleğin adına yaraşır şekilde yapılması içinde doktorların daha anlayışlı olmaları ve hasta psikolojisini çok iyi analiz etmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Bilemiyorum belki de onlara çok yüklendiğimi, onların da bu ülkenin insanı olduklarını ve pek çok dertle mücadele etmek zorunda kaldıklarını unuttuğumu düşünebilirsiniz. Doğrudur ama mademki bu saygın mesleği yapıyorlar o halde; hastalarını karşılarına aldıklarında tüm dertlerini, sorunlarını, sıkıntılarını bir kenara bırakmış olmaları gerektiğine inanıyorum ben. O beyaz önlüğü giydiklerinde, o muayenehaneye adım attıklarında her şey pozitif hale gelmeli; tıpkı hepimizin işten eve dönerken evin kapısından bambaşka bir ruh hali ile içeriye adım atmamız gibi…

Doktorların hastalarını hep aynı gözle görmelerini, onları hastalıklarına göre değerlendirmelerini ve hayata olduğu kadar ölüme de alışkın olmalarını anlayabilirim ama tüm bunlar; hepimizin önce insan olduğumuzu unutturmaz.

Bizim daha duyduğumuzda içimizi acıtan hastalıklarla kaybedişlerle sürekli uğraşıyor olmak elbette doktorlara bir duruş bir vizyon kazandıracaktır ama bu onların hastalarına karşı acımasız olmalarını gerektirmez.

Doktorlar ne kadar ölüme yatkın olsalar da bizler değiliz, o nedenle bu tarz haberleri bizlerle paylaşırken acımasızlığı, o soğuk tavrı, o ruhsuz kişiliği bir yana bırakmalılar bence. Çünkü insan ne kadar hazırlıkla olursa olsun böyle bir haberi ilk duyduğunda alacağı şok, yaşayacağı ani travma gerçekten de önemli. Böylesi bir olayı birkaç defa çok yakından yaşamış birisi olarak biliyorum ki eğer yapınız güçlü değilse ruhunuzu korumanız gerçekten zorlaşıyor… hatta biliyorsunuz ki bu konuda bir ikilem var. Bir kısım doktor böylesi bir haberin hiç verilmemesinden; diğer kısım ise saklanmadan net bir şekilde hasta ile paylaşılmasından yana. Açık söylemek gerekirse bende saklanmasından yana değilim, her şeyin açık açık paylaşılmasının gerekli ve doğru olduğunu düşünüyorum çünkü bu hayat sadece bize ait, vereceğimiz kararlar da. Ama bu paylaşımın şekli, dozu ve sonrasındaki takip çok önemli. Çünkü hastalığınızın bedeniniz üzerinde yaratacağı olumsuz etkenlere birde ruhsal çöküntü travma eklenirse yaşama sıkı sıkıya sarılma şansınız kalmayacaktır. İşte doktorlar hastalarının elinden bu şansı almamalılar diye düşünüyorum ben. Haksız mıyım?

Yıllar önce bir bisiklet kazasında topuğuna ağır bir darbe alıp yaralanan kızımı kollarımda doktora götürdüğümde hissettiğim o duygusuz sert hareketleri dün gibi hatırlıyorum. Dönüşte kızımla beraber bende ağlamıştım, göz yaşlarımız her bir hıçkırığımızda birbirine karışmıştı. Yine bir başka tablo… Boğazları birbirine yapışık derecede şiş ve ateşli bir halde minik kızımla bir gece yarısı nöbetçi doktorun yanındayız. Mecburiyetten yapılan olumsuz davranışlara sesimi çıkaramıyorum ama bizlere sormadan kocaman bir iğneyi kızımın şiş bademciklerine batırıp iltihap akıtmaya çalışmasını, beceremeyince de bir şey yok diyerek bizleri paylamasını unutamıyorum. Oradan nasıl çıktığımı bilememiştim o beklenmedik kaba davranış sırasında. Bitmedi…daha altı ay önce en saygın hastanelerin birinde bir profesör tarafından hastalıkla ilgili sorduğum bir soru yüzünden azarlanmam ise işin bir başka boyutu. Tam tersine bir kısım doktor bizleri hastalıklarımız konusunda bilinçli olmaya davet edip, aklımıza gelebilecek her türlü soruyu sormamız gerektiği konusunda uyarıp, bu uğurda kitap yazmış olsalar dahi büyük bir kesim ne yazık ki bundan yoksun…

Ve maalesef bizler hastalığımızla yalnız ve çaresiz kalıyoruz böylesi doktorların karşısında. İşte benim sözümde onlara… Kim bilir bakarsınız bu satırları okuyup bir an için düşünen ve belki de bizlere hak veren doktorlar vardır aramızda. Sonuçta bizler insanız ve insanca yaşamı hak ediyoruz diye düşünüyorum ve ben yine de umutlu olmak istiyorum.

Sevgiyle kalın.

Belgin ERYAVUZ
02.12.2006
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...